Yazar: 18:50 Öykü

Yaşamın İzleri

Yüzünü Akdeniz’e çevirmişti. Otobüs keskin dönemeçlerden geçerken gökyüzünü, denizin maviliğini, seraları, muz ağaçlarını, zeytinlikleri, çam ağaçlarını, kaya parçalarını yarıyor, dallarında çiçeklenmiş zakkumlar yol boyu gelen geçene eşlik ediyordu.

İlçede resmi işlemlerini yapan lacivert takım elbiseli, zayıf, zeytin gözlü, güleç yüzlü memurdan görev yapacağı okulun adını alıp nasıl gidebileceğini sordu. Gerçi babasının anlatımlarından aşinaydı buralara. Anayolların birleştiği noktaları, iklimini, insanlarını, doğasını az çok biliyordu. Ilımandı burası. Yağmuru eksik olmazdı. Gökyüzündeki beyaz bulutlar yüzünü griye dönünce sancısı tutmuş güneşin zor doğumu kapıdaydı. Kapalı mekânlar insanların sığınağıydı. Bazen öyle bir yağardı ki sanırsın yeryüzünün tüm pisliğini temizlerdi. Nohut iriliğinde, kafayı yaran dolu yere değdikçe sek sek oynar gibi olurdu. Çakan şimşekler insanı ürpertirdi. İşte onu kimse istemezdi. Şimşekler çaktı mı kesilen elektrik yerine ya gaz lambası ya da en az üç gün yetecek mumunuz olmalıydı. Havası üşütmezdi. Doğasına diyecek yoktu. Gökyüzünde ne kadar mavi varsa yeryüzünde de hatta kayalıkların arasında dahi kendine yol bulmuş yeşilliği vardı. Ağaçların sık orman görüntüsündeki yerleri mezarlıklardı. Kimse oradan bir dal koparmazdı. Kutsal sayarlardı. O ağaçlar ölülerindi.

İlçe mili eğitim binasından çıkınca hemen sağında taksiler sıralanmıştı: “Sıra kimde?” sorusuna “Buyur abla. Sıra bende,” dedi bir adam. Taksinin ön koltuğuna oturup adresi şoföre uzattı. Tekerlekler dönerken şoför görev yapacağı köy hakkında bilgiler vermeye başladı. Nüfus yoğunluğunu, halkın geçim kaynaklarını, denizi, güneşi, ılıman mevsimini, turist ağırlayacak otellerin çokluğundan güzelim memleketin beton yığınına döndüğünü anlattı. Haklıydı. Yolun solunda sıkışıp kalmış beton binaların arasında masmavi deniz kesik çizgilerle ancak görünebiliyordu. Sağında çok katlı oteller. Çift yönlü yolun ortasında palmiye ağaçları.

İlçeyi geride bırakmışlardı. Direksiyonu sağa çevirdi şoför. Mavi zemin üzerinde beyaz yazıyla bir sonraki nahiye veya köy isimleri yazıyordu. Yol aldıkça gökyüzündeki mavinin tonu denizle eşleşti. Seralarda çalışanlar, hayvanlarını otlatmaya çıkaranlar, çalıları bağlayıp sırtında taşıyan kadınlar… Herkes işinde gücünde. Sırtını devasa köklü ağaçların olduğu yere dayayıp hiç durmadan akıp giden su.

                                                                 

Taksi yol aldıkça Eylül, uzun kış gecelerinde babasıyla yaptığı, yanan sobanın mayıştıran sıcaklığı eşliğindeki sohbetleri anımsıyordu. Dışarıdaki ayaza, metreyi aşan kara inat, tek katlı toprak evde, odanın bir köşesinde sobanın üstünde habire kaynadıkça ibiğinden taşan su damlaları cızırtı sesiyle sobanın sıcaklığına dayanamayıp yok oluyordu. Caddeye bakan pencerenin altına konumlanmış tahta sedir üzerinde karşılıklı oturmuş, fokurdayan çaydanlıkta demini almış çayı içiyorken babasını dinlerdi: “Mühendis olma isteğim seçeceğim meslekler arasında ikinci sıradaydı. Bilim ve teknolojiye olan merakım evdeki tamir işlerine, doğanın acımasızlığı karşında çözüm üretmemi kolaylaştırıyordu.

En çok da pınarından suyun bolca aktığı nahiyede görev yapmak istemiştim. Lojmanda akmayan suyun muslukları aksesuar olarak durmaktan öteye gitmiyordu. İçme suyunu engebeli topraklı yoldan lojmana taşımak annenin zorlandığı bir durumdu. Köy yeri. Ve imkânlar kısıtlı. İçme suyuna bir çözüm bulmam gerekiyordu. Ama nasıl? Günler, geceler boyu bu soruyla ortalıkta gezindim. Her defasında kafamı kurcalayan projeye ya ekleme yapıyor ya da fazlalıkları çıkarıyordum. Bir şeyler zihnimde artık yerli yerine oturmuştu. Muhtarla konuşmuş, yardıma geleceklerinin sözünü almıştım. İlk yapmam gereken kırk beş dakikalık yakın ilçeden malzemeleri almak olmuştu. Okulun tepesinde küçük bir ada görüntüsünün içinde çam ağaçlarının gölgesinde yatan ölülerin mezar taşlarına, yüzyıllık ağaçların köklerine zarar vermeden lojmana doğru bir metre derinlikte toprak kazdım. Metreleri aşan sert hortumu yerleştirdim. Üzerini toprakla örtüp basa basa sağlamlaştırdım. Artık beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Her gün başım gökyüzünde, gri bulutların toplanmasını, şimşeklerin yeryüzünü aydınlatmasını dört gözle beklemeye başlamıştım. Yağmurların yağmasıyla derinliklerinde susuzluğunu ilk gideren toprak olmuştu. Nihayet mezarlık içindeki kuyuya su birikmeye başlamıştı. Beş metre derinlikteki kuyuya inip hortumun ucundan içindeki havayı içime aldım ve ucunu derinliklere bıraktım. Suyun, hortum içindeki hareketini hissedince aşağıya sarkıttığım halatla yukarıya tırmandım. Mezarlıktan yokuş aşağı nefes nefese kalarak geldiğimde annenin sevinç çığlıkları lojmanı aşmıştı. Anlamıştım. Olsun, yine de kendi gözlerimle görmeliydim. Mutfağa öyle bir giriş yapmıştım ki günler sonra bile kapıya çarpan omzumun morlukları geçmemişti. Musluğu açtığım gibi önce bir “foss” sesi çıktı. İçindeki paslı sudan sonra duru su akmaya başladı. Başarmıştım. Yıllarca merakımdan okuduğum bilim ve teknik dergileri, günlerce okulun bahçesinde toprak üzerinde çizip bozduğum projem işe yaramıştı. Lojmana suyu getirtebilmiştim. En çok da iki aya kalmaz doğacak çocuğumuza hamile annenin sevincine mutlu olmuştum. Bebek, suyun kutsallıkları, bereketiyle gözlerini açacaktı.”

  

“Hoca Hanım geldik. Muhtarı kolaylıkla bulabilirsiniz. Kalacak yeri de ayarlar.”

“Aksin köyünü bilir misiniz? Siz beni önce oraya götürün.”

“Bilirim. Ama o yukarılarda kalıyor. Bayağı yol var.”

“Olsun. Gidelim.” 

İnsanın, yaşamın, doğanın, çocukların kutsallıkları babasının kırmızı çizgiyle çizdikleri, Eylül’ün de yaşamında olmazsa olmazları olmuştu.

Ne dönemeçli yolları vardı. Resmen araba yükseklere tırmanıyordu. Arabanın arkasından dönüp aşağılarda kalan yola baktığında yeşillikler arasında parlayan asfaltı siyah bir yılanın parıldayan sırtına benzetti. “Memleketin dağı taşı altın,” derlerdi. Doğru söylemişler. Zeytinliklerin dalındaki her bir zeytin tanesi altın. Kayalıkları yarıp kendine yol yapmış zakkumların açan çiçekleri altın. Çam ağaçlarındaki kozalaklar altın. Göz bazen gördüğüne bazen de görmediğine isyan edebilir. Üstlerine birer siyah şerit çekilmiş olan bir çift göz neyi görebilir ki? Görmedikçe, göremedikçe ıskalanan şeyler sadece etraftaki güzelliklerle duyularla, kalplerle beraber bedenden uzaklaşan ruh da geride kalıyordu. Şair ne güzel demiş; “Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok çakıl taşlarım vardı benim.” Evet, iklim Akdeniz’di…         
                                                              


Git git yol bitmiyordu. Taksinin camından bulunmaz Hint kumaşı gibi olan eşsiz doğayı sessiz sedasız izlerken Eylül’ün zihni geçmişte babasıyla yaptığı sohbetlere götürüyordu onu:
“Görev yaptığım ilk yıllarda gözleri görmeyen bir kız öğrencim vardı. Sınıfta ön sırada otururdu. Fatma tahtayı yazarken burnuyla defter arasından ip geçmez, teneffüs aralarında diğer çocuklarla koşup oynamazdı.  Okul kapısının önündeki bayrak direğinin ötesine de geçmezdi. Yolu ezberlediğinden Fatma’nın okula gidiş gelişleri sorun olmazdı.
Kişileri alışkın olduğu seslerinden, kokularından ya da gölgelerinden anlayabiliyordu. Her gün kafamın içinde dönüp duran bir soru vardı. Yok mu bu işin bir çaresi? Ya Fatma keçi güderken önünü bile göremediği kayalıklardan düşerse!

Fatma insandı. Fatma çocuktu. Ve her çocuk gibi koşup, eğlenebilmeli, ihtiyaçlarını karşılayabilmeli, yaşamı sadece okul direğinin önünde geçmemeliydi.
Babasına sorduğumda çevredeki doktorlara götürmekten yorulduğunu, ileride illaki bir taliplisi çıkacağını, artık evlenince de kocasının uğraşmasını söylerdi. Bir türlü yıkılmayan, kadının değersizlik tokadı yüzüme vurulmuştu. Görmeyen gözleriyle Fatma aş pişirecek, keçi güdecek, sırtında ya çocuk ya da odun taşıyacaktı. Babasını ikna edemiyordum. Her defasında reddediyordu.

İmkânsızlıklar saymakla bitmezdi. Kesilip giderken üç beş gün sonra buluşuruz selamını çakan elektrik ayrı bir sorundu. Ulaşım ve daha sayamadıklarım cabası.
Köyde tarihi kalıntılar vardı. Buralar baharın gelişiyle meraklı turistlerin uğrak yeri olurdu. Bir gün turistlerin yolu Fatma’ya ışık oldu. Çocuklarla 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda güneşin altında zorlanarak da olsa çaldığım sazla okul bahçesinde türkü söylüyorduk. Rehber olduğunu söyleyen kişi bahçeye gelip turistlerin fotoğraf çekmek istediklerini söyledi. Aralarında öğretmen olanlar da vardı. Rehber aracılığıyla çocukların öğrenme zorluklarından bahsediyorduk. 

Zamanında çok uğraş verdiğim üzeri açık kuyu benim önlem alabileceğim teknik bir konu değil resmi bir konuydu. Köyden topladığım imzalarla ilçe milli eğitim, kaymakamlık arasında mekik dokuyordum. Konu valiliğe ulaşınca diğer kurumlarla temas sonucunda nihayet su kuyusunun üzeri betonla kapatılmıştı.
Sınıftaki sıraları beton kaplı kuyunun üzerine çıkarıp oturduk. Annenin demlediği çayı içiyorlardı. Dillerimiz farklı olsa da aramızda duygudaşlık kurmuştuk.
Rehberin dikkatini bayrak direği altında eli yanağında oturan Fatma’nın diğer çocukların arasına karışmadığı çekmişti. Durumunu anlattım. Turistlere dönüp Fatma’yı işaret ederek bir şeyler anlattı. Rehber, Fatma’ya yakından bakmak istediğini söyledi, gözlerini inceledi. Ankara’da tanıdığı bir göz doktoru olduğunu, onu göstermek istediğini söyleyince yüreğimde sayısız kuşlar cıvıldayıp kanat çırparak gökyüzüne uçmaya hazırlandılar. O an Fatma için küçük de olsa bir umut ışığı görünmüştü. Rehber detaylı, tam teşekküllü bir hastanede uzman doktorun karar verebileceğini söyledi. Ailenin çocuk sayısının çokluğundan, ekonomik imkânsızlıklarından dilim döndüğü kadar bahsetmeye çalıştım. Tüm masrafları turist kafilesinin kendi aralarında bölüşme kararı aldıklarını rehber tercüme etti. Ama iki şartları vardı. Para kontrolü babaya verilmeyecekti. Benim kontrolümde olacak ve Fatma ileride de okumaya devam edecekti. Babasıyla muhtarı çağırdım. Ne kadar para verildiğini muhtar ve azalar şahitliğinde tutanak tutarak aldım. İlçe milli eğitimini bilgilendirdim. Artık günlerce gelmeyecek elektrik umurumda bile değildi. Her şey yolunda gidiyordu. Geriye babasıyla Fatma’ya eşlik etme kalmıştı. Çok uğraşmıştım. Ama değerdi.”

                                                                      

Üç yolun kesiştiği noktada şoför durdu. “Ne tarafa gidelim?”

“Siz beni okul ve lojmanın olduğu yere götürün.”

Yolun sağında tepe görüntüsünde gökyüzüne uzamış sık ağaçlıklar. Eylül “Kesin mezarlıktır.” diye geçirdi içinden.

“Okul görünmüyor.”

Eylül, tereddütsüz “Aşağıda.” dedi.  Okulun mezarlığın karşısındaki çukurda kaldığını babasının anlatımlarından biliyordu.

 Şoför arabayı park etti. Taş basamaklı dik merdivenlerden indi Eylül. Dikdörtgen havuz görüntüsündeki toprak bahçede gezindi. Koca zeytin ağacının dibinde beş basamaklı taş bir merdiven daha vardı. Solundaki duvarda katırtırnakları çeşmenin etrafını sarmıştı. Okul sağında kalıyor ve önündeki direkte bayrak dalgalanıyordu.  Etrafı, üstü betonla kapatılmış koca bir kuyu ketumluğuyla okul bahçesinin başköşesinde duruyordu. Üzerinde gezindi. Kimseler de ortalıkta yoktu.
Eliyle bulmuş gibi okulu sağında bırakıp kutu gibi görünen lojmanın kapısını çaldı. Otuz yaşlarında uzun boylu, zayıf, sarışın kadın kapıyı açtı. “Buyurun. Ben Hatice. Okulun öğretmeniyim. Kime bakmıştınız?”  Ayaküstü tanıştılar. Eylül ilk kez karşılaştığı Hatice Öğretmen’e geçmişteki yaşam izlerinde kısa da olsa bir yolculuk yapmak, lojmanın içini dolaşmak istediğini söyledi. İsteği kabul edilmişti.

Lojmandaydı. Dar koridorunda iki küçük oda, bir salon. Tek tek, adım adım dolaştı lojmanın içini. Mutfak penceresi lojmana gelecek olanı rahatlıkla görülebilen bir açıda konumlanmıştı. Musluğa dokundu. Yıllar önce ilk su aktığında annesinin, babasının sevinç çığlıklarını yanı başlarındaymış gibi duydu. Mutfak lavabosunun altına geçirilmiş, pencerede de aynı kumaştan perde olan mavi, beyaz kareli perde gözlerinin önünde. Geçmişten gelen yaşamın izlerindeki sesleri duyuyordu. Babasının. Sonradan gelen annesinin. Ablasının doğduğu, emeklediği odaları, koridoru dolaştı. Lojmanın duvarlarında ablasının bebeklik sesi kulaklarında yankılanıyordu.

Gökyüzündeki gri bulutlardan akanlar gözlerini kızartmış, yüzünü yıkamıştı. Derin nefes aldı. Dışarı çıkıp asma ağaçlarının gölgelediği çardakta, kuyu üstünde duran okul sırasının üstünde soluklandı. Hatice Öğretmen’e bu köyün yıllar önce babasının ilk görev yeri olduğundan bahsetti. Hatice Öğretmen “Aaa öyle mi? Demek babanızmış. Köylüler adından hâlâ sevgi, saygıyla bahsederler. Hatta gözleri tam göremeyen bir kız öğrencisinin ameliyatı için çok uğraşmış demişlerdi. Çocuk ameliyat neticesinde görme yetisine kavuşmuş. Okul yaşamında da başarılı bir öğrenci olan Fatma, köyün üniversite okuyan ilk kızı olmuş. Şimdilerde kışları günlerce yolu kapanan, kuş uçmaz kervan geçmez Allah-u Ekber Dağlarının eteklerinde sınıf öğretmenliği yapıyor. Lütfen ağlamayın. Gelin benimle size bir şey göstereceğim. Bakın kuyunun lojmana bakan duvarında beton ıslakken yazılan ‘Ali Öğretmen’ yazısı hâlâ duruyor. Ağlamayın artık…”

Eylül, çamların gölgesinde dinlenen ölülerle küçük bir ada oluşturan mezarlığının yoluna park edilmiş taksiye binecekken arkasına dönüp çukurda kalan okula, lojmana tekrar baktı. Kuyu üzerinde ufuk çizgisiyle denizin maviliği kucaklaşmaya hazırlanıyordu. Gecenin bir sonraki güne gebe olduğunu göstererek batan güneş, çocukların oynarken çıkardığı sevinç çığlıkları gibi yıldızlar berrak denizin üzerinde sek sek oynamaya başlamışlardı. Eylül heybesinde taşıdığı umutlarla taksiye binip yüzünü görev yapacağı tepelerin eteklerindeki okula çevirdi.

Sait Faik’in denizden gelen sesini duyar gibiydi; “Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…”

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Serhan Pakdemir
Latest posts by Serhan Pakdemir (see all)
Visited 188 times, 1 visit(s) today
Close