Victor Hugo’yu hepimiz tanıyoruz, hayatımız boyunca bir kez adını duymuş, en azından bir romanını okumuşuzdur. 

Kısaca kim olduğunu hatırlamak için bakalım: Victor Marie Hugo, 1802 yılında Fransa’da dünyaya gelmiştir. Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarıdır. Fransa’daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden kaynaklanır.  En önemli iki eseri olan Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu romanları Fransa dışında tanınmasını sağlamıştır. Eserlerinde döneminin politik, sosyal sorunlarına ve sanatsal akımlarına da değindiği görülmektedir. Dönemin çoğu yazarı gibi o da 19. Yüzyıl Romantik akımın Fransa’daki en önemli temsilcisi olan François – René de Chateaubriand’dan etkilenmiştir. Hatta gençliğinde onun gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdiği dahi, söylenmektedir. Örnek aldığı Chateaubriand gibi romantik akımın eksiklerini gidermeye çalışmış, siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edilmiştir. Belagat yeteneğini ve tutkusunu ilk dönem eserlerinde yansıtabilen Hugo, genç yaşında şöhrete kavuşmuştur. 1826’da yayınlanan şiir kitabı Odes et Ballades, şiirlerinin doğal coşkusu ve akıcılığı haricinde, şairin kelime kullanma üstadı olduğunu ortaya koymuştur. Olgun olarak nitelendirilebilecek ilk kurgu eseri olan Bir İdam Mahkûmunun Günlüğü ise 1829’da basılmıştır, Bu eserde toplumsal vicdanı keskin bir üslupla incelediğini gördüğümüz Hugo, sonraki işlerinde de bu konuya değinecektir. 

Hugo’nun Deniz işçileri romanından sonraki roman olan Gülen Adam (L’Homme Qui Rit – 1869), siyasi ve toplumsal sorunları ele almaktadır. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği bu roman, önceki eserleri kadar başarılı olamamıştır. Hugo, gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendisini aşan Flaubert ve Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması nedeniyle kendisini eleştirmeye başlamıştır.

Yukarıda bahsi geçen fakat edebi üne çokta kavuşmayan bu romanın bir diğer sanat türü olan beyaz perde macerası 1909’da başlamıştır; Panthé film şirketi tarafından çekilen Albert Capellani tarafından yönetilen eser “The Man Who Laughs” adıyla piyasaya sürülmüştür ama bu filmin günümüze kalan kopyası bulunamamıştır.

1921 yılında Juluis Herzka’nın yönettiği “The Grinning Face” sessiz filmi, romana bağlı kalmış olsa da eseri basitleştirmiş olduğu için eleştirilere maruz kalmıştır.

1928 yılında “The Man Who Laughs” yeniden beyaz perdede ve bu kez yönetmen koltuğunda Paul Leni’yi görüyoruz, Amerikalı yönetmen aynı zamanda başrolde Gwynplaine karakterine can veriyor. İlerleyen satırlarda Leni bizi biraz daha şaşırtacak.

Filmin 1932, 1966 ve 1971 yıllarında çekimleri başka yönetmenler tarafından yapılmış fakat 2012 yapımı Fransız filmi, bir roman uyarlaması olarak aslına sağdık kalmak için uğraşıldığı hissini veriyor. 

Söylemeden geçmek istemediğim başka bir detay ise 1921-2018 yılları arasında tiyatro uyarlamalarının olmasıdır. Film ve tiyatro uyarlamaları yapılmış olan Gülen Adam hakkında biraz bilgi vermek istiyorum: Orijinali Fransızca olan roman 1869 yılının Nisan ayında 386 sayfa olarak basılmış, daha sonra “The Man Who Laughs” ve “By Order of The King” adıyla İngilizce yayınlanmış. 

Kral 2. James ve Kraliçe Anne’nin 1680-1700 yılları arasında hükümdarlığı döneminde geçiyor romanımız. Eser, İngiliz kraliyet ailesinin zalim ve açgözlü politik tutumunu gözler önüne sererken Fransız politik tutumunu da eleştiriyor. Romanın kahramanları arasında; Gwynplaine, Ursus ve onun fırtına sırasında sokakta bulduğu bir bebek olan Dea ile evcil kurt Homo da var. Gezici bir karnaval arabasında yaşıyorlar. Gittikleri her köy ve kasaba, geçim kapısı onlar için. Başkahramanımız Gywnplaine yüzünde Glasgow gülüşü olarak adlandırılan, babası tarafından oluşturulan, dudaklarının kenarından kulaklarına kadar uzanan bir yara izi taşıyor. Babası, sürekli ağladığı ve onunla gitmekte ısrarcı olduğu için hep gülmesi adına bu hediyeyi ona bırakarak terk etmiş onu. Görünüşünden nefret eder ve kendini ucube görürken Ursus ile karşılaşıyor ve görmeyen Dea ile birlikte büyüyorlar. Gittikleri karnaval alanlarında ikisi de sahneye çıkıyor ve Gwynplaine’i gören herkes gülüyordu. Ursus, para kazandırdıkları ve çocuklar da doydukları için mutluydu. Zaman geçtikçe Dea ve Gwynplaine arasında bir aşk filizleniyor çünkü yüzünü göremediği için onunla gerçek mutluluğu yaşayabileceğine inanıyor, nasıl olsa Dea onu göremeyecek ve iğrenip ondan uzaklaşamayacaktı. 

Gezici aracın ünü, şehirden şehre yayıldığı için bir gün bir düşes gelip gösteriyi izliyor ve gülen adamı sarayına çağırıyor. Kendine kısa süreli eğlence bulan düşes, Gwynplaine’e onu gören birinin de ona aşık olabileceği hissini veriyor. Bu yalan ve saraydaki yaşamın rahatlığı bir süre aklını başından alıyor. Ne Ursus, ne de Dea geliyor aklına; Dea terk edilişinin ağırlığından hastalanıyor ama gönderilen haber Gwynplain’e ulaşmıyor. Bir gün saray hayatındaki gerçek dışılığı fark edip labirent gibi saraydan kaçmayı başarsa da gezici araca ulaştığında Dea’nın ölümüne şahit oluyor ve sonrası vicdan azabı ve intihar … 

Çok detay vermeden anlatmaya çalıştığım roman, filmlerde de göreceğiniz hikâyenin bir kısmı.

Peki ben neden Victor Hugo ve Joker diye başladım konuya çünkü yukarıda bahsetmiş olduğumuz 1928’deki film yönetmeni ve başrol oyuncusu 2005 Cover of Batman: The Man Who Laughs  çizgi romanında Joker karakterine ilham veren yüz, makyaj oradan esinlenilmiş, o çizgi romanın kapak resmini gördüğünüzde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Zaten o karakter oluşturulurken sadece makyaj değil, Gwynplaine intihar etmese neler olabilirdi? gibi bir sonu değiştirme öyküsü de ortaya çıkmış gibi görünüyor. 

2019 yılında vizyona giren ve birçoğumuzun izlemiş olduğu “The Joker” filminde V. Hugo gözlüğünden bakacak olursak toplumsal vicdan, politik ve sosyal sorunları bir başka şekilde değerlendirme görebiliriz. Karakterin basit bir şekilde yok edici tarafını ele almayı kenara bırakıp, neden bu hale geldiğini ele alan bir açı; Joker o kadar da kötü değil mi aslında? Sorusunu sordurdu bazılarımıza.  Filmde başarısız bir komedyen, insanlar tarafından dışlanan, babası olmayan, annesinin psikiyatrik sorunları ile büyüyen, her hafta sosyal hizmet görevlisini görmek zorundan olan Arthur Fleck, kendi çıkış yolunu buluyor. 

Kontrol edemediği bir gülüşe sahip olan bu adam, zenginlerin daha zengin, fakirlerin daha fakir olduğu bir şehirde kendi kendine yetecek kadar para kazanamadığı, insanların hastalığı yüzünden onu ötekileştirmesinden iyice bunaldığı ve psikolojik açıdan çöküşünde onu getirdiği noktada kendi çözümünü buluyor. Belki 18.yüzyılda olsa bir düşes onu kurtarır gibi yapardı ama 21.yüzyılda düşes de yok, Dea gibi rağmen türünde seven biri de, Ursus gibi koruyup kollayanı da. Yaşadığı varoluş problemini Gwynplaine gibi değil, bir mücadele ile taçlandırmayı seçiyor, kendine kendini ispat etme “ironik bir şakacı” olma çabası.  Victor Hugo’nun Gywnplaine’ine 21. yüzyılın şartları ile bir de tersten bakınca ben Joker’i görebiliyorum, ya siz?

Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close