Sen çok erken gittin be Azizim. Hiç hesap edilmemiş bir zamanda, elleri avuçlarıma sığmayan beş yavruyla koyup gittin beni. Gittiğin günün sabahı saçlarıma aklar düştü. Ağlayamadım. Dondum kaldım. Baktım öyle uzaklara. Gözlerim dondu kırpamadım. Ağla dediler. Boşalt yüreğindeki acıyı. Sesinle salla dünyayı dediler. Sarstılar. Korktular. Aklımı yitirdim sandılar. Bir de analarına bir şey olursa ne eder bu yavrucaklar diye acıdılar.
Bana bir şey olmadı be Azizim. Dondum kaldım yokluğunun buz kesen soğuğunda. Sonra karlar yağdı saçlarıma. Öyle soğuktu ki o gece. Tir tir titredi tüm bedenim Haziran’ın sıcağında. Dondum. Bir tek ben mi? Zaman dondu. Kanım dondu. Canım dondu. Ölü gibi sert kımıltısız kaldım olduğum yerde sabaha kadar. Üzerime beyaz bir örtü örtmedikleri kaldı.
Mavi boyalı ahşap pencerenin önünde uğurladım sensiz geçen ilk geceyi. Yorgunluktan uykuya verdi herkes kendini. Çocukların korkulu bakışları, gecenin siyah örtüsüyle örtüldü. Nefesleri evin tavanını doldurdu. Ben çözülemedim bir türlü. Öyle bir düğüm attın ki içime kaç kişi denedi de çözemedi. Bir ucunu buldular diğerini kaybettiler. Tam açtık derken tırnaklarını kanatıp pes ettiler. Ben öylece oturdum. Yokluğunu sığdıramadım içime. Acını da. Öylesine büyüktü ki ardında bıraktığın boşluk tutamadım bir ucundan.
Güneş aşağı bağın üzerinden gösterince kızıl gövdesini, bir güvercin geldi kondu pencerenin önüne. Donmuş gözlerime baktı baktı ılık ılık; sonra açık pencereden dalıp içeri, birkaç tur attı. Geldi indi omzuma. Küçücük başıyla yanağıma dokununca bir kor düştü içime. Bütün buzlara meydan okuyan bir kor… İçime yangını atıp uçtu gitti güvercin. Gözkapaklarım eridi önce, kaskatı kesilmiş ellerim çözüldü. Kanım ılık ılık akmaya kalbim ritmini bulmaya başladı. Kalkıp ardından attığım çığlıkla dünya yerinden oynadı.
Veda mıydı, teselli miydi bilmem. Bildiğim yanağıma dokunan o baş senindi. Bir el verdin sanki gri kanatların ardına saklanan ruhunla. Son bir dokunuşla can oldun ölü bedenime. O vakit biriktirdiğim tüm gözyaşlarımı döktüm ardından. Ağladıkça çözüldü düğümlerim. Ağladıkça ısındı titrek bedenim. Yetmedi ağlamak, dövünmekten dizlerimi morarttım.
Bahçeye inip elinin değdiği tüm ağaçlara sarıldım o sabah. Ayağını bastığın her yeri adımladım. Kalkıp sedirin üzerinden, şaşkın bakışlar arasında ocağa çay koydum. Piti kareli sofra bezini serip, halının ortasına koyduğum parlak siniyi dolaptakilerle donattım. “Haydi!” dedim gelin iki lokma yiyelim. Tedirgin bakışlar beni süze dursun ben iki boncuk bakışla hayata tutundum. İnip bahçeye yabani otları söktüm. Ektiğin ne varsa hepsini gözüm gibi büyüttüm. Ben o gün bu gündür üzerimde iki boncuk gözle yürüdüm. Bütün güvercinleri sen bildim Azizim.
Toprağın iyice yerleşince ilk iş mezarını yaptırdım. Mermer taşın üzerine “Erken gittin Azizim!” yazdırdım. Erkendi ya, hem nasıl erken. Ne hastalık çaldı kapıyı ne tek bir tel ak. Simsiyah saçlarınla kara toprağı iyice kararttın. Öldü ölecek diye beklenen hastalar kalktı da ayağa, hiç beklenmedik bir ölümle tüm köyü salladın. Aşağı bağda bulmuş seni bizim emmioğlu. Uyuyorsun sanmış ilkin. Sonra gelmiş ki yanına, ruhun bedenini ata toprağına bırakıp göklere uzanmış. Nasıl koşarak geldi emmioğlu kan ter içinde. Bildim Azizim; koşarken yerleri gümbürdeten o iri yarı adamın karşımda nasıl iki büklüm olup kıvrıldığını görünce bildim gittiğini. Mezarını ata toprağına kazdırdım. Ruhunun seni bıraktığı o bereketli toprağa.
El açmadım kimseye muhtaç etmedim yavrularımızı el kapısına. Traktörü de kullandım tarlayı da sürdüm. Harap bırakmadım ne tarlayı ne bahçeyi. Tek bir ağacını kurutmadım Azizim. Meyvesi acı olanları aşıladım tıpkı senden gördüğüm gibi. Gece nöbet bekleyip suladım ekip diktiğimi. Köylünün acıyan bakışları değişti. Dediler ki; “Ne azimli çıktı bu Azizin karısı.”
Şimdi ömür miadını doldurmak üzere Azizim. Tutulmuş dizlerimle ne bahçeye inebiliyor ne ayakta kalabiliyorum. İki büklüm oldu bedenim. Toprağa da sana da epey yaklaştım. Elimde bastonum olmadan gidemiyorum iki adım. Gözlerim yine mavi boyalı pencerenin önünde beklemede. Belki almaya sen gelirsin diye. Çocuklar da buldu yerini yuvasını. Her aramalarında çağırıyorlar “bir başına olmaz gel yanımıza” diye. “Olur” diyorum “olur.”
Oluyor da. İnsana toprağı cennetmiş Azizim. Senin yattığın yer vatan bana. Nasıl koyar giderim seni bir başına. Gerçi sen beni bırakıp gittin amma! Kuruyan toprağına su vermek için minik adımlarla geliyorum her gün yanına. Çiçekler ektim bağrına; en sevdiğin sardunya. Her rengi var ama mor olanlar bir başka. Oturup mezarının mermer duvarına mezar taşını okşayıp seninle sohbet etmek var ya tüm dünya nimetlerine bedel Azizim.
Bir mezar kazdırdım bugün bizim Seyfi’nin oğluna. “Ne için nene bu mezar?” dedi. “Hazırlık evladım” dedim; “ölürsem yerimi şaşırmasınlar.” “Aziz abinin yanına mı yatacaksın sen de dedi?” “Ömrümde uyuyamadım koynunda bari ölünce yatayım yanı başında” dedim. Gülüştük Azizim. Hem duydun mu? Seyfi’nin oğlan bana nene dedi sana abi. Şimdi gelsem yanına buruş buruş ellerimle, yüzümde derinleşen çizgilerle, kamburlaşmış belimle tanır mısın beni? Durup durup bunu düşünüyorum şimdilerde. Sen pek bir erken gittin Azizim. Ömrünü ömrüme kattın da gittin.
Yine gün göründü aşağı bağın üzerinden. Elimde senden yadigâr tespih, dilimde öğrettiğin dualarla bakıyorum mavi boyalı pencereden. Bir güvercin süzülüyor usul usul. Yüreğim de garip bir heyecan. Hani o buğday başaklarının arasında ellerimi ellerine kattığın gün var ya; işte onun gibi. Gelip konuyor pencere önüne; ellerim titriyor telaştan. Tespihin sözlerini şaşırıyor dilim. Tanıdık gözler bunlar; iki boncuk bakış. İçeri girip süzülüyor yılların hasretiyle. Sonra gelip konuyor omzuma. Aynı baş aynı okşayış…
Tüm ağırlığımı bırakıp geride kanatlarına takılıp süzülüyorum göklerde. Allah’ım ne büyük saadet…
- Veda mı, Teselli mi? - 4 Aralık 2020
- Üç Gözlü İnsancıklar - 8 Temmuz 2020
- Bilinçli Bir Sağırlık - 23 Haziran 2020