Berbat bir toplantının ardından kendimi otele zar zor atmış hatta kravatımı asansörde çıkarıp gömleğimin tüm düğmelerini odanın kapısını açmadan çözmüştüm. Tek isteğim tüm günün yorgunluğunu karanlık, deliksiz bir uykuyla atabilmekti.

Telefonumu alelacele sessize, hayır hayır daha da iyisi uçak moduna aldım. Ekrandaki yığınla mesajı tek bir parmak hareketiyle kaldırdım; ne arkadaş gruplarındaki boş muhabbetlere ne de yöneticilerin baskılarına ve aç gözlülüğüne tahammülüm vardı. Kaç saattir sırtımdan çıkarmadığım pahalı ceketi sandalyeye özenle giydirdim ama gömlek ve pantolonun canı cehennemeydi. Ayakkabıları bir sağa bir sola fırlattıktan sonra arka cepheye bakan camın kalın perdelerini de sıkı sıkı örterek serin beyaz çarşafların arasına bırakıverdim kendimi. Nevresimin o serinliği, belli belirsiz incecik bir lavanta kokusu ile beni aldı; yıllar evvelinin Çavuşluk’una götürdü.

Ne olduğunu başta anlayamadım ama emin olduğum şey, tam da şu an yedi yaşımın sıskalığında, babaannemin arka sokağa bakan yatak odasında bir öğle uykusuna dalmaktaydım. Kirpiklerime asılan tatlı uyku gözlerime tonlarca yük bindirirken ansızın kırk yaşımın bilinciyle burnumun direği sızladı; yıllar yılı unuttuğumu sandığım her şey bir anda gerisin geri canlanıvermişti ve bu yalnızca bir düş ise, yaşamakta olduğum an uyanmak istemeyeceğim kadar kıymetliydi. 

Bu heyecanla, uykudan iyice kapanan gözlerim bir anda fal taşı gibi açılıp etrafta gezinmeye başladı. Beyaz patiska güneşliklerin kestiği ışığın yoksunluğunda, babaannemin yatak odası her zamanki gibi loş ve serindi. Ceviz sandığın üzerinde duran gümüş ayna ve tarak, dedemin filinta gibi olduğu zamanlarda çektirdiği takım elbiseli bir fotoğrafa ev sahipliği eden gümüş bir çerçevenin yanı başında duruyordu. Dışarı gideceğimiz zaman babaannem benim de saçlarımı tarardı gümüş tarakla. Hatta çok ısrar ettiğimde birkaç damla limon kolonyası döktüğü bile olmuştu söylene söylene; “Bak saçların beyazlayacak ama çocuk…”

Pamuklu pikenin altından usulcacık yere süzülüverdim. Tahta döşeme gıcırdayınca hem tedirgin oldum hem sevindim. Demek rüyada değildim. Ayaklarımın altındaki yıllanmış döşemeye büyük bir keyifle basarak yürüdüm. Kapıya doğru ilerlerken solumda ansızın beliren karaltıdan irkildim ilkin, sonra anladım aynadaki suretin ben olduğumu. Kendime özlemle baktım, yılların türlü eziyetiyle henüz yüzleşmemiş o çocuk bedenimi izledim. Üzerimde korsan resimli, mavili beyazlı bir askılı vardı. Şortum da kırmızı. Halam bayrama almıştı bu takımı. Saçlarımı geçen gün kestirmiştik babaannemle, elimden tutup Çavuşluk’un tek berberine götürmüştü. “Güzelce kesiver Yavuz Efendi,” diye sıkıca tembihlemişti “Ben bir yol pazara gideceğim, dönerken alırım çocuğu.”

“Çocuk” benim çocukluğumun müstear adı, babaannemin ismimi telaffuzdan imtinasıydı.  Hikayemden bihaber olsanız dahi dışarıdan bakıldığında tahmin etmek hiç zor değildi; Çavuşluk’un tek piçi bendim. 

Salt vernikle cilalı ahşap kapıyı ses çıkarmamaya dikkat ederek araladım. Bu kapı sürekli gıcırdar, halam da bundan hep şikayet ederdi ama aslında bu gıcırtı babaannem tarafından hırsıza karşı alınan bir önlemdi. Uzun, dar koridorun soluk mavi badanasının içinden ışığa doğru yürüdüm. Uyuduğum hesap edilerek kısılan sesler belirginleşmeye başladı. İçimde bir yer, hiçbir zaman söze dökülmemiş bir yasağı çiğnemekte olduğumun farkındaydı. Halbuki bizzat kendim, çiğnenen yasakların ibreti alemlik mahsulüydüm.

İçeride babaannemle koca teyzem oturuyordu. Tembel ikindi güneşinde Çavuşluk’un denizine uzaktan bakan geniş pencerenin önünde sigara içiyorlardı. Sigaranın dumanı ışık huzmelerinde kıvrıla kıvrıla dans ediyordu. Bu gösteriyi seyretmeye bayılırdım. Dumanlar o ışık selinde tüm ağırlıklardan azade, mükemmel kavislerle dönerek yükselir ben de tıpkı o duman gibi havada dans ederek süzülmeyi hayal ederdim. Kimi zaman sınıfta da tahta silindikçe havada yükselen tozları seyrederdim ama babaannemin salonundaki bu gösteriden aldığım keyfi alamazdım.

Maltepe’sinden çektiği derin nefesi burnundan dışarı verirken babaannemin, okul kitaplığındaki masal kitabında gördüğüm ejderhaya benzediğini düşündüm. Kaşlarının bir martının kanatları gibi keyifle açıldığını hiç görmemiştim, hep çatıktı. Suratının acı çizgileri kıpırdadı. Kalbimde bir fay hattı kırıldı. 

“Çocuğa daha bakacak dermanım kalmadı.” dedi büyük teyzeye.

Deprem başlıyordu. Sırtımdan aşağı bir yel esti.

“Kıyamadık, sokakta bırakmadık; Ziya büyük bir günaha girdi, yine de arkasını topladık.”

Ejderha gene saldı dumanlarını. Yer kabuğu çatırdadı.

“Akıllı, hem de uysal. Bir gün üzmedi beni. Babasının günahını tüm Çavuşluk bildi de, yine akladı çocuk kendi kendini.”

O zaman neden atmak istiyordu beni sırtından? Yük müydüm de dermanı kalmıyordu?

“Halam da halam diyor, öyle dedikçe ciğerim eziliyor. Anasına hala diyor çocuk, şimdi söyle ben bunu nasıl anlatayım?”

Ne yani annem var mıydı benim? Öyle büyütülmüştüm ki, sanki bir “anne” doğurmamıştı beni. Sade babamdan kopmuştum.  Kimi geceler uyumadan evvel halam gelir, şöyle bir koklar “Oğlum,” derdi; kimi zaman yanıma uzanıp içli içli ağlar hiç ses etmezdim. Annem halamsa, neden anneme hala diyordum?

Küçük kıyamet birden koptu. Güneş ışığında süzülmelerini izlediğim dumanlar gibi ağırlıksızdım. Yer sallanıyordu, ben süzülüyordum, karanlık yaklaşıyordu. Ejderha tüm heybetiyle doğruldu. Gözlerimin önünde bulutlar çarpıştı, bir sağanak başladı.

Sırtımda soğuk bir ter ile gözlerimi araladım. Derin karanlıkta, otel odasında olduğumu hissettiren buzdolabının yorgun homurtusuna büyük bir minnetle kulak verdim ve rüyasız bir boşluğa kendimi bıraktım.

Burçin Taşdemir
Latest posts by Burçin Taşdemir (see all)
Visited 19 times, 1 visit(s) today
Close