Batı Klasikleri denince ilk akla gelen eserlerden biri de hiç kuşku yoktur ki Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eseridir. Victor Hugo bu eserinde ceza kavramını, suçluyu suça sürükleyen etmenleri ve bir ceza olarak idamı sorguluyor ve sorgulatıyor. Kitap üç bölümden oluşuyor: Kitap giriş bölümüyle başlıyor. Uzunca bir giriş bölümünü, dönemin insan profilini anlamamız için kurgulanan ufak bir tiyatro bölümü izliyor. Bu iki bölümün ardından kitaba adını veren bölüme yani bir idam mahkumuna geçiliyor. İdam mahkumiyetiyle başlayan olaylar zinciriyle hem idam cezasından hem de insandaki merhamet duygusundan dem vuruluyor . Burada bir uyarıda bulunmayı da gerekli görüyoruz. Kitabı elinize aldığınızda kaleminizi baş ucunuzda bulundurmayı unutmayın! Kitap okurken kaleme sık sık ihtiyacınız olacak. Ayrıca altını çizeceğiniz cümlelerin çokluğu okuduğunuz metnin kıymetini anlamanıza da yardımcı olacaktır.
İlk bölüm olan giriş bölümünde o günde mevcut olan idam cezası cesur bir şekilde eleştirilmiş. Dönem siyaseti ve siyasi kimlikler çok ciddi bir incelemeye tabi tutulmuş ve varılan sonuç okuyucuya sunulmuş. Zannımızca Victor Hugo yazarların kalemiyle toplumlarına ışık tutması gerektiğini ve çarpıklıkların kalemle göz önünü serilmesi gerektiğini düşünen yazarlardan. Bundan dolayı toplumunu kaybettiği vicdanını kaleminin kâğıda damlayan mürekkebinde aramaya koyulmuş. Kısa olduğunu daha önceden belirttiğimiz ikinci bölüm tam da bu söylemimizin ete kemiğe bürünmüş timsali gibidir. İkinci bölümde toplumun üst sınıfı olduğunu tahmin ettiğimiz insanların idam cezasına olan tavrı kitap eleştirisi üzerinden ortaya konuluyor. Çizilen tabloda giyotinle toplumun gözü önünde infaz edilen idam cezasını eleştirmek şöyle dursun bu durumdan şikayetçi olan yazar eleştiriliyor.
Üçüncü bölüme geldiğimizde dönem siyaseti ve toplumun genel fikriyatı hakkında birtakım fikirler zihnimizde şekillenmiş oluyor. Üçüncü bölümde idam mahkumunun hikayesi kusursuz bir kurguyla ele alınıyor. Betimlemeleri, yazarın kafamızda kurduğumuz sabiteleri yıkmak konusunda ki başarısı ve ölümün soğuk nefesini ensemizde hissettiğimiz anda dahi yaşamaya karşı olan iştiyakımızın ve umudumuzun asla kesilmeyeceğini saptaması, kitabı klasik eserler seviyesine taşıyan unsurlardan olduğunu düşünüyoruz. Kafamızdaki sabitelerden birini ele alalım. Mesela idam cezasının verildiği güne gidelim. Kötü kararların verildiği günlerde hava da kötü olmalıdır. Şöyle kapalı, karanlık, kasvetli bir günde; bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla beraber kırılır idam mahkûmun kalemi. Çünkü kasvetli karaların günü iç karartan havalar olmalıdır. Yazar kafamızdaki sabiteyi bir zincir gibi kırıyor ve güneşli bir günde dünya gülerken, insanlar güneşin tadını çıkarırken idam mahkumunu karanlık ve kasvetli bir havaya mahkûm ediyor. Dünyayı ısıtan güneş artık onun kalbine ulaşamıyor. Gelelim yaşamaya olan iştiyaka ve umuda, onu hikâyenin başından sonuna her satır arasında okumanız mümkündür. Kararın verildiği an, temyizden ret cevabının geldiği gün, giyotinin kana susamış bıçağı onu çağırırken idam mahkumu umudunu hep taze ve diri tutmayı başarıyor. Tanrı’ya umudu kalmadığı için şükrettiğinde dahi umudu taze ve diridir. Bunu son isteği sorulduğunda giyotinden kurtulmak istediğini söylediğinden anlıyoruz.
Kitabın idam cezasını şiddetle eleştirmesinin yanında halkta kaybolan merhameti aradığından da bahsetmiştik. Halk idam cezasının infazını ve kürek mahkumlarının götürülüşünü adeta bir tiyatro oyunu izler gibi izliyor. Coşkulu sesler çıkarıyor, alkışlıyor, gülüşüyor ancak hiçbir üzgünlük emaresi göstermiyor. Evet, elbette bu cezayı alan bir suçlu ve hatta belki de bir cani ancak bir insanın özellikle giyotinin pençesinde ümitsizce çırpınışı, son nefesini böyle veriyor olması, yaptığı hatanın bedelini kesilen başı ve akıttığı kanla ödemesi geri kalan şerefli ve masum halk için nasıl eğlence olabilir! Bu insanların kalbindeki merhametin, ruhlarındaki saflığın ve berraklığın onların daimî yoldaşı olabileceğini kim söyleyebilir?
Gelelim son meseleye yani idam cezasına. Kitabın başından sonuna kadar kendimize şu soruları sormaktan alıkoyamayacağımız kesin: Küçük yaşta bir çocuğun hayatını çalan, onu istismar eden bir caninin idam edilmesine de kamu cinayeti diyebilir miyiz? Tecavüz, adam öldürme gibi hukukumuzda ağır ceza kapsamında değerlendirilen suçlardan birine bile isteyerek bulaşmış kimse için halkın genel yakınması olan vergimizle bu caniyi beslemek zorunda mıyız, denilemez mi? Merhamet duygusunu yalnızca suçluya hasrettiğimiz takdirde mağdura karşı ağır bir yükümlülüğün altına girmiş olmaz mıyız? Bu sorulara elbette daha başkaları da eklenebilir. Victor Hugo bu soruların tamamı için müebbet hapis cezasının yeterli olduğunu düşünüyor, peki ya biz…
Son sözümüz kitaptan olsun: “İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkumdur.” Kararımız verildi, günümüz belli; kalemimiz daha biz doğmadan kırıldı ancak zamanı bize müphemdir. Bildiğimiz tek şey yarına değil, bugüne değil ancak ve ancak yaşadığımız şuana sahibiz. Hepimizin şuanı çok değerli ve değerli olmalı!
Şeyma Gürsoy
- Ufak Bir Bahis - 22 Haziran 2020