1902 yılında, takvimler 15 Ocak’ı gösterirken bir bebek dünyaya geldi. Bu bebeğin annesi  Cemile Hanım oldukça eğitimli, Fransızca bilen, ressam denebilinecek kadar yetenekli bir kadın; babası ise bir devlet memuruydu. Dedesi şiirler yazan bir adamdı. Bu bebeğin,davası uğruna senelerce hapishanelerde yaşayacağını, ailesinden ve vatanından uzak kalmanın bile onun düşüncelerini belirtmesinde engel olamayacağını, hapishanede olduğunda üç önemli insanın (Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet) bu bebek için üç gün açlık grevine gireceğini kim bilebilirdi? Eminim tahmininiz vardır: Nazım Hikmet’ten bahsediyorum, Nazım Hikmet Ran. Evet evet, bahsettiğim kişi Mavi Gözlü Dev, Romantik Komünist, Orhan Selim, Güzel Yüzlü Şair…

İlkokuldan sonra  hazırlık sınıfına yazıldı. Ailesi maddi sıkıntıya düşünce Galatasaray Sultanisi’ne devam etti. Bu dönemde dedesinin şiirlerini okuyup etkilendi ve bu tarzda şiirler yazdı. Heybeliada Bahriye Mektebi’ni kazandı. Buradan sonra güverte subayı olarak görev yapan Nazım’ın  Yahya Kemal’e olan hayranlığından bahsetmezsem haksızlık etmiş olacağım. Yahya Kemal Nazım’ın Bahriye’den öğretmeniydi ve Nazım bu sayede şiirler yazıp Yahya Kemal’e göstererek öğretmeninin görüşlerini alma fırsatı buldu. Şiirlerinin gelişiminde Yahya Kemal’in büyük etkisi oldu. Güler Yüzlü Şair bu dönemde gençler arasında şiirleri sayesinde popüler olmuştur.

İlk başta hece ölçüsünü kullansa da yazdığı şiirler hiç de diğer hece ölçüsüyle şiir yazan şairlere benzemiyordu. Hece ölçüsünü kendine göre bulmayan Nazım şiire yeni bir soluk getirdi. Üstelik o zamanlar İstanbul’da işgal altındaydı. Sade bir dille kendini halka kolayca anlatabileceğini düşünüyordu. 1920 yılında ‘Bir Dakika’ şiiriyle birincilik kazandı ve böylece daha çok tanınmaya başladı. Buradan sonra Ankara’ya giderek gençleri milli mücadeleye davet eden bir şiir yazdı. Şiir herkes tarafından çok beğenildi ve bunun sonucunda Bolu’ya öğretmen olarak atandı. Bolu’da tepkilerle karşılaşınca Moskova’ya gitmeye karar verdi.

Moskova, Nazım için çok önemli bir yer oldu. Belki de hayatının dönüm noktası olmuştu. Burada iktisat eğitimi aldı. Ama asıl önemlisi, büyük aşkı Piraye ile burda tanıştı. Piraye onun ilham perisi, en büyük destekçişi oldu. Evlenme kararı alsalar da tutuklanma sebebiyle bir süre beklemek zorunda kaldılar. Tabii Nazım daha önce de iki evlilik yapmıştı. Hayatından birçok kadın geçse de Piraye’ye olan aşkı hala ‘Vay be!’ dedirten aşklardan olmuştur. Nazım bir şiirinde Piraye’ye şöyle seslenmiştir:

Kızım, annem, karım, kardeşim
sen
Başında güneşler esen
Altın gözlü çocuk,
Altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına! “

Hapishanedeyken ise bir mektubunda Nazım, aşkını şöyle dile getiriyor:

Bir tanem!
Son mektubunda:
“Başım sızlıyor yüreğim sersem!” diyorsun.
“Seni asarlarsa seni kaybedersem;”
diyorsun;
“yaşayamam!”
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı

Karım benim!
İyi yürekli
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim:
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.

….
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.

Hapishaneden çıktıktan sonra her şey düzelecek sanmışlardı. Her şey güzel gidiyordu gitmesine 17 Ocak gecesi gelene kadar. O gece Nazım komünizm propagandası yapmak suçuyla polisler tarafından götürüldü. Tekrar hapishaneye girdi. Piraye ile mektuplaşmaları devam ediyordu ve karısı ona her şekilde destek oluyordu. Nazım şiirler yazıp Piraye’ye gönderip yorum yapmasını istiyordu. Zaman böyle akarken bir süre sonra Nazım ve Nazım’ın ‘Kızıl Saçlı Kadın’ı arasında mektuplaşmalar azaldı. Bu sırada Nazım’ı ziyarete gelen bir kadın vardı: Dayısının kızı Münevver. Bu ilgi Nazım’ın hoşuna gidiyordu. Münevver’le mutlu olan Nazım bir mektupla Piraye’den ayrılmaya karar verdi.

Aramızdaki münasebetlerden birisi olan fakat zaten bilfiil çoktandır mevcut bulunmayan ve daha senelerce de mevcut olamayacağı anlaşılan karı kocalık münasebetimizi, kadın erkek münasebetimizi tasviye etmemiz, kesmemiz gerekiyor. Bunun icap ettiğini uzun muhakemelerden nefsimle yaptığım işkenceli müsahabelerden sonra anladım. Ve sana bir gün bile fazla yalan söylememek için bu münasebetin artık kesilmesi gerektiğini işte hemen yazıyorum. Sen yine benim en yakın insanımsın. En yakın dostum ve arkadaşımsın. Çocukların çocuklarımdır. Bu tarafımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyorum. Fakat artık karı kocalığımız devam edemez. Bu bağımızı bağlarımızdan ancak bir tanesi olan bu münasebetimizi kesmemiz lazım geliyor. Sana yolladığım bu mektupla beraber ben karı koca münasebetimizin kesilmesi için gereken yerlere müracaatımı da yapmış bulunacağım.

Piraye bu mektubu okur okumaz Nazım’ın hayatında bir kadın olduğunu anladı ve onunla tek celsede boşanmayı kafasına koydu. Bir yandan da o kadının kim olduğunu merak ediyordu. Ne olursa olsun öğrenemedi. Bu sırada Nazım ile Münevver ayrılma kararı aldı. Çünkü Nazım’ın beklediği af çıkmadı. Ayrılmak isteyen kişi Münevver oldu. Hayal kırıklığı yaşayan Nazım Piraye’nin değerini anladı ve ona pişmanlık içeren mektuplar, şiirler yazdı. Kendisini ziyarete gelenlere ‘Piraye gelmezse kendimi öldürürüm.’ diyordu. Piraye bu mektuplara ve davetlere cevap vermedi.

Bir gün Nazım açlık grevi yaparken fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı. Piraye’ye haberi gelmişti. O sırada çocuklarının babasına kıyamayıp ziyarete gitmeye karar verdi. Ziyarete gittiğinde Münevveri ve Nazım’ın kız kardeşinin yanyana gördü. Her şeyi anlayan Piraye apar topar odadan çıktı. Bu da Nazım’ı son görüşü olmuştu. Kimseye Nazım hakkında tek kelime etmedi, Nazım’ın yazdığı mektupları bir kutuda sakladı kimseye göstermeden, bir daha hiç evlenmedi. Geriye şu sözler kaldı: “Piraye öldü aşkından, yine de dönmedi Nazım’a.”

Nazım’ın aşkları saymakla bitmez tabii. Ama en önemlisi kuşkusuz Piraye’dir. Geri kalanlar ise hep bir heves, hep bir yanılgı. Geriye şu dizeler kaldı bu büyük aşktan:

Piraye,
Gel sana muhtacım.

Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı’nda Şiirinin anısı:

Nazım sevgilisi ile Gülhane Parkı’nda buluşmak üzere sözleşir. Gidip bir bankın önünde beklemeye başlar. Bir yandan da korkuyordur. Çünkü polisler onu arıyordur. Korktuğu başına gelir ve birkaç polisi çevrede görür. Korkup bankın yanında bulunan ceviz ağacına çıkar. Sevgilisi gelir fakat Nazım’ı göremez. Nazım da polislerin duymasından korkutuğu için ses çıkaramaz. Kağıdını ve kalemini çıkarır başlar yazmaya;

Ben bir ceviz ağacıyım
Gülhane parkında.
Ne sen bunun farkındasın,
ne de polis farkında…

Hayatı boyunca yazdı, eserleri yasaklansa bile yazdı, para kazanamasa bile yazdı. İnandığı, bildiği şeyler vardı, bunun uğruna yazdı. Tepkiyle karşılandı, hapishaneye atıldı, küfürler edildi belki de, yazdı. Çünkü gerçek sanatçı böyle olmalıydı.

 Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım, ve kimi kez hiç de fena değildir yazdıklarım, ama hiçbir zaman ‘Ben şairim’ diye tanıtmam kendimi… Bizde, Doğu’da, şairim demek, övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle
aynı şeydir…

Mapushane yıllarında çok yakın bir dostu vardı Nazım’ın: Orhan Kemal. Nasıl tanıştıklarını anlatmak isterim sizlere.

İkisi de Bursa Cezaevinde kalıyorlardı. Bir gün Orhan Kemal ve arkadaşları Nazım’ı yemeğe davet ettiler. Yemekte sucuklu yumurta vardı. Yemek yedikten sonra Nazım onlara sucuğu ve yumurtayı nereden aldıklarını sordu ve onlara katılmak istediğini, masrafa ortak olmak istediğini belirtti. Orhan Kemal ve arkadaşları memnun oldular ve odalarını da paylaştılar. İleride dostluğa dönecek olan arkadaşlıkları böyle başlamış oldu. Orhan Kemal o yıllarda şiirler yazıyor ve iyi bir şair olduğunu düşünüyordu. Bir gün Nazım, Orhan’ın şiirlerini dinlemek istedi. Orhan başladı şiirlerini okumaya fakat bitiremedi. Nazım susturmuştu Orhan’ı. “Çok kötü, berbat.” dedi. Bunun üzerine Orhan Kemal’e eğitim vermeyi kafasına koyan Nazım, Fransızca öğretti, felsefe anlattı arkadaşına. Bu eğitimler sonrası Orhan Kemal’e düz yazıyla ilgilenmesini, hikaye yazmasını söyledi. Bu önerilere dikkate alan Orhan Kemal bu sayede çok başarılı bir yazar oldu. Dostlukları yıllarca sürdü. Peki Orhan Kemal kimdir? Hiç merak etmeyin size Orhan Kemal’i de anlatacağım.

Fakat bundan önce Nazım Hikmet’in son yıllarından bahsedeceğim.

Nazım Hikmet ölürken Türkiye vatandaşı değildi. Uzun süre yurtdışından dönmemesi bu duruma sebep olmuştu. Bir vasiyeti vardı hala gerçekleştiremediğimiz:

“Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, 
ölürsem kurtuluştan önce yani, 
alıp götürün 
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.”

Mezarı şu anda Moskova’da bulunmakta. Böyle değerli bir insanın küçücük bir vasiyetini dahi gerçekleştirememek alnımızda kara bir leke olarak duruyor. Romantik Komünist’i saygı ve özlemle anıyorum.

Gelelim ‘Orhan Kemal kimdir?’ sorusuna. Anlatmaktan onur duyarım. Asıl ismi Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal 1914 Eylül’ünde Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk Büyük Millet Meclisi’nde mebus olan ve daha sonra tüm mahkemelerde yargılanan Abdülkadir Kemali Bey, Orhan’ın babasıdır. Tahmin edersiniz ki babası nedeniyle Orhan Kemal’in hayatı zorlu yollardan geçmiştir. Üzülerek söylüyorum ki Orhan Kemal okulu isteği üzerine bırakmıştır. Beyrut’da bulaşık ve matbaa işinde çalışmıştır. Babası gibi siyasetle uğraşmamıştır. Buradan sonra tekrar Türkiye’ye dönerek iş aramıştır.Fabrikada çalışmaya başlayan Orhan, burada tanıştığı Nuriye ile evlendi. Zorlu yıllar onları bekliyordu. Onlar da bu yıllardan habersiz geçinip gidiyorlardı.

Vatani görev kapıyı çalmıştı artık, Niğde’ye gitmek zorundaydı. Tam o yıllarda Nazım Hikmet’in ve Maksim Gorki’nin kitaplarını okumak yasaktı. Orhan Kemal bu yüzden hapishaneye atıldı. Aslında bu kötü bir şey gibi gözükse de cezaevi ona çok büyük bir şey katacaktı: Nazım Hikmet! Nazım Hikmet’le burada nasıl tanıştığını anlatmıştım. Onun sayesinde düzyazıya yönelen Orhan Kemal daha sonra bu yeteneğini geliştirip günümüze kadar gelen eşsiz eserler yazmıştır. Nazım’a olan sevgisi günden güne artmış, doğan çocuğuna Nazım adını koymuştur. İlk öykülerini Bacaksız Orhan adıyla yayımlamıştır(Balık). Daha sonra Yürüyüş’de, İkdam’da ve Yurt ve Dünya’da  yayımlanan eserleri ile ünlenmiştir.

Cezası bittikten sonra  Adana’ya dönen Orhan Kemal gündelik işlerde hamal olarak çalışmıştır. İleride İstanbul’a gidip adını Türk edebiyatına altın harflerde yazacaktır. İşte o an gelir ve ailesiyle İstanbul’a taşınır.

O zamanları oğlu şöyle anlatıyor:

“Annemiz Nuriye Hanım oldukça emektar şefkat dolu bir insandı. Fatih’te küçücük bir evde otururduk. Bir açılır kapanır masamız, duvarda eski bir radyomuz vardı. Tek eğlencemiz oydu. Oturacak küçük bir oda ve çok küçük bir mutfak. Anneme, seksenli yaşlarına geldiğinde sormuştum “Anne, babamız parasız pulsuzdu. Düşüncelerini kağıda aktardığı için hapislere girip çıkmıştı. Babamla evlenmeden önce varsıl insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden gittin babamı seçtin?” dedim. Annem şöyle bir durdu. Duygu dolu gözlerle bana baktı ve “Ben babanı çok sevdim” dedi. Annem, bence bu ailenin kahramanıydı. Annemin adı Nuriye. Babam Cemile adlı romanı annemden esinlenerek yazmış. Annem, babamız hapise girdiğinde bizim umutlarımızı kırmamış, “Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum” demişti.”

Orhan Kemal hiçbir iş yapmayıp sadece makale, öykü yazmaya karar verir. Bu öyküleriyle ‘Sait Faik Onur Ödülü, Türk Dil Kurumu Ödülü’ gibi ödüller kazanmıştır. Senaryolar yazdı, hikayeler yazdı, romanlar yazdı. Hep yazdı, hiç vazgeçmedi. Hamallık da yaptı bulaşıkcılık da. Kimse onu davasından vazgeçiremedi. Edebiyata olan aşkıyla birçok sanatçıya örnek oldu. Ünlü yazar 1970 yılında hayata gözlerini yumdu. Geriye ondan kalan binlerce eser, onu seven binlerce okuyucu ve Orhan Kemal’i öğretmeye, anlatmaya çalışan binlerce yazar…

Saygı ve özlemle anıyorum.

Orhan Kemal Müzesi:

Müzede Orhan Kemal’in eserlerine, fotoğraflarına ve eşyalarına yer verilmiş, kullandığı gözlükten daktiloya kadar her şey titizlikle sergilenmiştir. Kitapların neredeyse hepsi ilk baskıdır. Bu müzede ayrıca Mustafa Kemal’in ıslak imzasını görebilirsiniz. Oğlu Işık öncülüğünde açılan bir müzedir ve Orhan Kemal’İn anısını yaşatmak için açılmıştır. İlgisi olan her insanın kesinlikle gezmesi gereken bir müze olduğunu düşünüyorum. Pazar günleri hariç her gün açık olan müzenin giriş ücreti oldukça uygun. Öğrenci 5 TL, yetişkin ise 10 TL karşılığında bu müzeye giriş yapabilmekte.

Nazım Hikmet ve Orhan Kemal’den bahsetmişken Ahmed Arif’i de anlatmak istedim sizlere, izninizle. Ahmed Arif dedim ama asıl adı Ahmet Hamdi Önal. Asıl annesi Sare. Fakat Ahmed daha bebekken Sare Hanım öldüğü için, Ahmed babasının diğer eşlerini anne olarak tanımıştır. Babası memurdur ve farklı yerlerde görev yaptığından Ahmed’in çocukluğu da farklı farklı yerlerde geçmiştir. Diyarbakır, Siverek, İstanbul, Ankara… Çocukluğundan beri içinde hep bir adalet duygusu vardı, haksızlığa tahammülü yoktu. Birçok yerde yaşadığından bir sürü dil biliyordu: Arapça, Kürtçe, Zazaca… Ahmed Arif bir anısını şöyle anlatıyor:

“Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç tane adam bahse girmişler. Üç adam ama, biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza… Biri diyor ki beni göstererek “Bu çocuk Arap…” Öteki diyor ki: “Yok yahu, bu çocuk Kürt…” Üçüncüsü “Bu, ne Arap, ne de Kürt…  Bu çocuk Zaza” diyor. Biz oynuyoruz, onlar konuşmalarımızı dinliyorlar herhalde… Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar, “Bu çocuk nedir?” diye… Beş
lirasına bahse girmişler. O zaman büyük para tabii. Esnaf “Üçünüz de
yanıldınız” diyor. “Bu çocuk Türk…”

Farklı yerlerde yaşaması ona başka bir yetenek kattı: at binmek. Bu yeteneği hakkında şöyle demiştir:  

“Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz”

Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. İlk şiiri Seçme Şiirler Demeti Dergisi’nde yayımlandı. O zamanın parasıyla 10 TL telif ücreti kazanmıştı. Daha önemli bir ayrıntı vardı: Şiiri Neyzen Teyfik ile birlikte yayımlanmıştı.

Üniversite eğitimi için Ankara’ya gitti. Felsefe bölümü öğrencisiydi fakat tam da bu yıllarda tutuklandı. Bir sene sonra Merkez Bankası’nda çalışmaya başlayan Arif, bu sefer de Palmiro isimli şiiri yüzünden tutuklandı. Daha sonra, yazmış olduğu Otuz Üç Kurşun adlı şiiri üzerine saatlerce dövüldü, işkence edildi. İşkence sesinden delirmek üzere olan Arif, bileklerini keserek intihar etmeye çalıştı. Ölmesine izin verilmedi ve hastanede kurtarıldı. Daha sonra ise tekrar dayak… Canını o kadar yakmak istediler ki bir keresinde üvey annesi adıyla bir mektup hazırladılar. Mektuba da babasının öldüğünü yazdılar. Tek istekleri Arif’in acı çekmesiydi. Ama ne babası ölmüştü ne de annesi ona mektup yazmıştı.Aylar sonra babasının ölüm haberini gerçekten aldı.

Annesi ile olan ilişikisine değinmek istiyorum burda. Annesi üvey olsa da ona gerçek bir anne şefkati ile yaklaşmıştır, onu hep desteklemiştir ve yanında olmuştur. Hatta bir gün komşular sohbet ederken kadınlar oğulları ile övünmeye başlamış. Biri oğlunun doktor olduğunu, diğeri oğlunun mühendis olduğunu söylüyorlarmış. Sıra Arife Hanıma gelmiş. O da ‘Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu.’ demiştir.

Memleketiyle onur duyardı. Ailesiyle gurur duyardı.Halk sevgisinden, aşkından başka hiçbir aşkı övgüye layık görmezdi. Bir anısını şöyle anlatıyor Arif:

“Aklıma gelmişken burada Afyon Lisesi’nde başımdan geçen bir olayı anlatayım. Lisede bir oğlan var. Bulgar göçmeni… Bizim sınıfın en yaşlısı taş çatlasa 20 yaşındadır; bu 30 yaşında… Bir gün sınıfın kapısındayız. Ya yatakhaneye gideceğiz, ya yemekhaneye ineceğiz. Kitaplarımızı, çantalarımızı topluyoruz. Dönüp de bana “Eşek Kürt” demez mi? Ben sobanın yanındayım. Sobanın pik kapağını kaptığım gibi suratına indirdim. Alnının ortasından, göz kapağından yanağına kadar indi kapak. Satır gibi… Ve oğlan düştü oraya. Hemen hastaneye götürdüler. Adı da Bulgar Hasan… Başmuavin Cemal Hoca, Cemal Tunaç beni çağırdı. “Nedi oğlum?” diye sordu. Dedim “ Bunun ne hakkı var bana hakaret olsun diye böyle şeyler söylüyor.” “Ben,” dedim, “ailemle, memleketimle onur duyarım.”

Cemal Süreya’yı çok severdi. Süreya için ‘Ama sen ki benim yarı parçamsın, suyun ötesindeki parçamsın.’ demiştir. Hapishanedeyken Cemal Süreya para gönderip borcunu ödemeye yardımcı olmuştur. Tam bir Nazım hayranıydı. Onun yolundan yürüdü. Hatta ‘Tam bir Nazım sarhoşuyum, ezbere canımı veririm.’ demiştir.  Nazım’la ilgili bir anısını şöyle anlatıyor:

“1950 öncesi yılları… Abidin (Dino) Abilerdeyiz…
Bir gün evde yine şiir konuşuyoruz. İçiliyor. Bir tartışma başladı. “Türk şiirinde devrimi biz yaptık,” dediler, “Nazım değil. Bir çağ varsa onu biz başlattık.” Şimdi hangimiz konuşacağız, bilmiyorum. Yalnız ben düşünüyorum. Nazım bunların akrabası, bunları yüceltmiş, tercümelerine yardımcı olmuş, yani aralarında bir hukukları var. Biz, dışarıdan halk çocuklarıyız. Nazım’la tanışmıyoruz, ne ben, ne Yaşar Kemal… Dedim ki: “Güzin Hoca Hanım’dan özür dilerim, benim hocamdır, ama bu, bir terbiyesizliktir. Kendinizi Nazım’dan daha büyük bir şair, çok daha önemli, edebiyatta çığır açmış, devrim yapmış adamlar olarak görmeniz soytarıca bir harekettir. Burada benim ağabeylerimsiniz ama, beni mecbur ettiniz.” “İkincisi,” diye devam ettim: “Diyelim ki ileri bir toplumdayız, her bakımdan, ekonomik bakımdan, politik bakımdan çok ileri bir topluma ulaştık. Ve o zaman konuşuyoruz. Şimdi değil, o zaman birileri çıkıp Türk şiirini yargılayacaksa ve siz de bu laflarınızla ortaya çıkarsanız, yani Yahya Kemal’e bir şey demezler, ama size hain derler. Ayıptır, hem Nazım’ı tanıyorsunuz, hem arkasından böyle konuşuyorsunuz.” Oktay Rifat, “Nazım’dan başka şiir bilmez misin sen?” dedi. Ben sesimi çıkarmadım artık. Ama Güzin Hanım işaret ediyor “Oku” diye… Ben de “Hani Kurşun Sıksan Geçmez Gecen”i okudum. “Bu kimin?” dedi Oktay Rifat. “Bir arkadaşın,” dedim. Fakat Oktay Rifat çarpıldı. “Korkunç, korkunç güzel bir şiir,” diye söyleniyor. “Ben bu şiirle elli tane şiir yazarım,” diye sürdürdü konuşmasını, “Malzemeyi nasıl böyle hoyratça harcıyor bu yahu…” O zaman şu karşılığı verdim: “Sen elli tane yazarsın, sulandırırsın konuyu, şiiri, mısraı… Bu boya ile elli resmi boyarım diyorsun. O zaman bu şiir olmaz. Yani senin yaptığını sanma ki biz bilmiyoruz. Sen Prevert’ten yürütüyorsun, Charles Nodier’den yürütüyorsun, sonra da bir yenlikmiş gibi sunuyorsun bunları…”

 Yazdığı şiirler başına ne işler açtıysa da o asla yazmaktan vazgeçmedi. Düşüncelerini aktarmaktan vazgeçmedi. Hasretinden Prangalar Çürüttüm(Eskittim) adlı o ünlü şiir kitabını hepimiz görmüşüzdür. Ahmed Arif’in şiirlerinin toplandığı eşsiz, Ahmed Arif’i öğrenmek isteyen bir insanın okuması şart olan bir eser. Kullandığı imgeler okudukça okutan cinsten.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni…
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…


Serbest bırakıldıktan sonra gazetelerde çalışan Arif, Aynur Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten Filinta adında bir çocuğu olur. Çocuğunu kendine bir güç olarak görür. Baba olunca dünyanın en mutlu insanı olmuştur.

Emekli olduktan sonra evine çekildi. Yalnız olmak hoşuna gidiyordu. Artık vakit gelmişti. 2 Haziran 1991 tarihinde kalp krizi geçirdi. Onca şey yaşadı düşünceleri uğruna, dövüldü, öldü sanılıp çöp kovasının kenarına bırakıldı, köpekler onu yiyecek mi diye korkarak yaşadı o çöp kovasının kenarında. Kim caydırabildi? Gerçek sanatçıyı ne caydırabilirdi ki? Bu dünyadan bir gerçek sanatçı daha gitmişti ve biz bir gerçek sanatçının daha değerini bilememiştik. Söyleyinsenize, sanat yoksa ne var, sanatçı yoksa ne var? Peki ya neden bu engel, bu uğraş? Öyle ya da böyle Ahmed Arif de gitti, o da adını zamanın hiç silinmeyen bir bölgesine yazdırdı Nazımlar, Orhanlar, İlhanlar, Süreyalar gibi. İyi ki de yazdırdı. Hala okuyoruz, okuyacağız. Okuyalım diye yazdılar, vazgeçmediler. Okumuyorsak, öğrenmiyorsak bu uğraşın nedenini bize yazıklar olsun.

Saygı ve özlemle anıyorum.

Zeynep Çalıcı
Latest posts by Zeynep Çalıcı (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close