Yazar: 19:35 Öykü

Tutmayan El

Odanın ışığının açılmasıyla uyandım. Babam, “Haydi oğlum çayı demledim, kalk artık,” dedi. Lambadan kamaşan gözlerimi kısarak ışığa alıştırmaya çalıştım. Saat sabahın dördü olmalıydı, öyle kararlaştırmıştık. Yataktan hemen kalkamadım. Kolay değil öyle o saatte doğrulup kalkmak, sıcak yatağı terk etmek. Sağa sola döndüm durdum. Odanın tavanını inceledim. Ters tavanın sararmış kerestelerinde bulunan budaklara kaydı gözüm. Çocukluğumda ilginç gelirdi budaklar, her birini bir şeye benzetir hayaller kurardım, şimdi sadece ağaca özgü çıkıntılar.

Sıcak yataktan çıkıp yola koyulacağımızı düşününce içim ürperdi. Babamın tekrar seslenmesi üzerine doğruldum. Bir iki dakika yatakta oturdum, odaya, duvarlara boş gözlerle baktım. Uykumu alamamıştım, gözlerim yanıyordu. Şu saatte kalkıp tarlaya gidilir miydi be! Uykunun en tatlı yerinde uyandırılmak hak mı? Bunun başka bir yolu yok muydu? En doğrusunu babam bilirdi, ona karşı çıkamazdım ama benim için uykudan daha önemli ne olabilirdi ki! İç sesimle mücadele ederek yataktan kalktım, kalkmak zorundaydım.

Pantolonumu, kazağımı, çorabımı giyerek avluya çıktım. Başımı yukarı kaldırarak gökyüzünün sakinlerini selamladım. Yerlerini terk etmelerine vardı daha. Bazıları göz kırpıyordu, nöbetlerinin son saatleriydi, yerlerini güneşe bırakacaklardı. Ay’ı aradı gözüm, o çoktan gitmişti. Hızlı hareket ederdi bilirdim. Canım ay dede. Çocukluğumun tekerlemesi geldi aklıma:

Ay dede evin nerede? İnce belde / İnce belden / Keklik getir / Yağa batır / Sen yemezsen / Bana getir / Ben yemezsem / Yüzüme tükür.

Başımı yer seviyesine indirdim, koyu karanlıklarıyla kavaklara baktım. Evimizin görüş açısını kapatırlar, bütün azametleriyle dikilirler, sağa sola sallanırlar, kıvıl kıvıl yapraklarıyla sonbaharı beklerlerdi. Karanlıkta korkutucu bir yanları vardı kavakların, bana öyle gelirdi. Sokak lambasının sola dönmüş sarı ışığı avluyu aydınlatıyordu. Uzaklardan gelen kuş sesleri sessizliği kısmen bozuyordu.

Çeşmenin başına giderken tüylerim diken diken oldu, içim titredi. Musluğu çevirince tazyikli su tıslayarak aktı, keyiflendim. Avucumu suyla doldurup yüzüme çarptım. Oh be, su hayattır dedikleri bu olsa gerek. Suyun serinliğiyle kendime geldim, uykulu halim gitti. Şimdi yatağa girsem uyuyabilir miyim? Hiç sanmıyorum. İşin zor kısmı yatağın sıcaklığından uzaklaşabilmekteymiş, gerisi kendiliğinden geldi.

İçeri girdim, yüzümü kuruladım ve mutfağa yöneldim. Mis gibi taze çay kokuyordu, sofraya oturdum. Babam çökelek, zeytin çıkarmış ve tereyağında yumurta pişirmişti. Yiyeceklere donuk gözlerle bakıyordum. Sabahın köründe boğazdan bir şeylerin geçmesi kolay mı? Değil tabii ama aç karnına yola koyulmaktan, boş mideyle çalışmaktan iyidir. Buharı çıkan çayı bardaklara doldurdu. Yufka ekmekle yumurtaya bandım, birkaç zeytin yedim. Üç bardak da çay içtim, kahvaltımı bitirdim. Buna kahvaltı denmez, sabahın köründe midem ancak bu kadarını kabul etti. Babam iştahlıydı, ağzını şapırdatarak yiyordu. Gençliğinden beri erken kalkmaya ve kahvaltı yapmaya alışkın olduğu için karnını iyice doyurdu. Çayını höpürdeterek, keyifle içti. Termosa çay demlemiş ve azık hazırlamıştı. Babamın uyarısıyla kalın bir sako giydim, avluya çıktık.

Akşamdan hazırladığımız yükümüz ağırdı. İki anadut, iki tırpan, bir tırmık, örs-çekiç, tırpan taşı, bir bidon su, tas, termos, bardaklar ve yeşil soğanlı çökelek dürümünden oluşan azığımız. Aletleri, malzemeyi yüklendik ve yola koyulduk. Ellerimiz ve omuzlarımız doluydu. Tarlamız yaklaşık bir buçuk iki kilometre uzaklıktaydı. Yükümüz olmasa on dakikalık yoldu ama bu kadar malzemeyle hızlı gidemediğimiz gibi arada bir dinlememiz gerekiyordu. Biraz yürüdükten sonra durduk. Aletleri yere bırakıp omuzlarımızı, kollarımızı dinlendirdik, beş dakika soluklandıktan sonra hareket ettik. Ah, traktörümüz olsaydı keşke. Römorku koşsaydık, bütün malzemeleri yükleyip yola koyulsaydık, yorulmadan çabucak tarlamıza varsaydık. Tarlada işimiz bitince malzemeleri yükleyip türkü çalarak evimize dönseydik. Hayali bile güzel be! Oysaki köyümüzde bu hayali gerçek olan benim gibi gençler de var.

Yaz ortasında sabahın erken saatlerinde insanın dişlerinin birbirine çarpması normal miydi? Daha önce bu kadar erken kalkmamıştım ki! Sabahları hep böyle mi acaba? Kalın giysiler giymesek üşütür, hasta olabilirdik. Köyün biraz dışına çıktığımızda, çayırdan geçerken soğukkuyularımızın üstü ve paçalarımız ıslandı. Şaşırdım, yağmur yağmamıştı. Babama sorduğumda çiğ düşmüş dedi. Demek çiğ dedikleri bu ıslaklıktı. Belki de üzerimize çiğ düşmeye devam ediyordu. Üşümemizin sebebi bu olabilirdi. Yürüyüp, hareket ediyor olsak da ısınamıyordum, soğuk paçamdan giriyor, bacaklarımı sarmaşık gibi sarıyor, kanımın çekilip damarlarımın büzülmesine neden oluyordu. Adımlarımı ileri doğru atabilmeme, bacaklarımı kontrol edebilmeme şaşırıyordum.

Gün aydınlanmamıştı, ortalık alacakaranlıktı. Babam sigara molası verdi. Malzemeleri yere indirdik, kuş gibi hafifledim. Köye dönüp baktığımda kimi evlerin cılız ışığı görülüyor, uzaktan köpeklerin havlamaları işitiliyordu. Köyün üzerinde belli belirsiz hafif bir sis bulutu vardı. Sabah telaşı başlamak üzereydi. Bizim gibi sabahın köründe tarlaya gidenler kalkmış ve hazırlık yapıyor olmalıydılar. Yeni ve yorucu bir gün daha bütün telaşıyla başlıyordu. Sabahın soğuğunda üşümek, öğlen sıcağında kavrulmak, yavan yaşık azıkla yetinmek, akşam eve dönüş için bacaklarda derman bulamamak günün rutiniydi.

Tarlada daha önceden babamın biçtiği fiği deste yapacaktık. Fiğ sıcakta destelenirse badıçlar açılıyor ve içindeki fiğ taneleri toprağa dökülüyordu. Buna mahal vermemek için mutlaka serinlikte destelemek gerekiyordu. Diğer yandan yaprakları sararmış, yetmeye durmuş fiğin de biçilmesi gerekiyordu. Sıcak havada biçildiği zaman yine badıçların ağzı açılıyor, dökülüyor ve ziyan oluyordu. Deste işi bitince biçmeye başlayacaktık.

Fiğ hassas bir bitkiydi. Hayvan yemi olarak çok değerliydi. Bir avuç fiği dahi heba edemezdik. Sapı batözde saman yapılıp hayvanlara yediriliyordu. Taneleri ise buğday ve arpa ile karıştırılıp zavar yapılıyordu.

Geçen yıl tırpanla fiğ biçmeyi öğrenmiştim. Acemiydim ama nizami olarak tırpan sallayabilmiş, fiğin tam kök kısmına denk getirerek topraktan ayrılmasını sağlamıştım. Babam fiği biçebildiğimi görünce keyiflenmişti. “Seneye benimle birlikte çalışırsın,” demişti. Bu söz üzerine bacaklarımı iyice açmış, kollarımı germiş, olduğum yerde yarım daire çizerek tırpanı sallamış ve marifetimi göstermeye çalışmıştım. Sağdan sola, gücümün yettiği kadar, tırpanı sallamış, fiğleri kökünden keserek topraktan ayırmış, bitki kökleriyle tırpanın temasından çıkan sesten mest olmuştum.

Malzemeleri yüklendik, olabildiğince hızlı hareket ediyorduk zaman kazanmak için. Tarlaya yaklaşmıştık. Yükten omzum ağrımış, kollarımda derman kalmamıştı. Köyümüzün arazisini ortadan bölen asfalt yola geldik. Birkaç araba ile bir kamyondan başka araç geçmedi biz asfaltı geçene kadar. Asfaltın üzerinden geçerken korkardım. Annem babam küçüklüğümüzden beri tembih ederlerdi. “Asfalttan uzak dur, geçeceğin zaman sağa sola iyi bak, sağdan soldan hiç araba gelmemeli, hızlı gelirler anlayamazsın. Beklemen gerekiyorsa bekle. Baktın hiç araba gelmiyor, hızlıca karşıya geç, oyalanma!” Sağa sola dikkatlice bakıp geçtiğim halde aniden bir arabanın çıkması ihtimali vardı, bana öyle gelirdi, tedirgin olurdum. Asfalttan uzak durmak gerekirdi. Asfaltta meydana gelen kazalara dair çocukken duyduğumuz hikâyelerden etkilenmiştim. Buna karşılık şöyle bir keyfi de vardı. Akrabamızın traktörüyle asfaltta ilerlerken “Esmerim biçim biçim, ölürüm esmer için, âlem bana düşmandır, esmer sevdiğim için oy!” türküsünü söyler rüzgâra kendimi kaptırarak başka bir âleme giderdim.

Asfaltı geçtikten sonra hemen yanında ona paralel akan çayın kenarına geldik. Çayı geçmek meşakkatliydi. Ortasında iki büyük taş vardı ve o taşların üzerine atlayıp malzemeleri birbirimize uzatarak karşı tarafa geçirmemiz gerekiyordu. Taşın üzerine doğru hamle yaparken içine düşmek de vardı ama gele gide tecrübe kazanmıştık. Küçükken annemle birlikte babama azık getirdiğimizde çayın kenarında beklerdim. Balık ya da kurbağa göreceğim diye saatlerce orada dururdum. Babam “Çay bulanık bir şey göremezsin, hem de balık yok,” dese de ayrılmazdım. Çay benim için muammaydı. İçinde balık, kurbağa, su sıçanı gibi hayvanların yaşadığı söylenirdi. Israrla bekler, bir şeyler görmeyi umardım.

Çayı geçerek hemen yakınındaki fiğ tarlasına geldik ve malzemelerimizi bir kenara bıraktık. Ben üşüdüğümü söyleyecektim ki babam benden önce davrandı.

 “Oğlum hava çok serin, neredeyse soğuk. Bu kadarını beklemiyordum. Nasılsın, çok üşüyor musun?”

“Hem de çok baba. Bacaklarım dondu sanki. Çalışmaya başlayınca ısınırım herhalde.”

“Biraz sabret oğlum tan vakti. Güneşle birlikte ortalık ısınır, şurada kırk kırk beş dakika zorlanırız, ondan sonra kavakların gölgesinden çıkmak istemeyiz.”

Ellerimize anadutları alarak önceden biçilmiş fiğleri toplayıp deste yapmak için çalışmaya başladık. Babam başladı daha doğrusu, ben değil. Bana bir şeyler oldu. Ellerim, ellerimi kullanamıyorum. Ellerimle anadutun sapını kavrayamadım, ellerim tutmadı. Olabilir mi böyle bir şey? Oldu bile, anadutu tutamadım. Parmaklarımı içe doğru kıvırabiliyor ama anadutun sapını kavrayamıyordum. Yumruk yapmayı denedim o da olmadı, yapamadım. Ellerimin gücü çekilmiş ya da kontrolümden çıkmıştı sanki. Babam biçilmiş fiğ sırası üzerinde biraz ilerledikten sonra yanındaki sıraya bakınca beni göremedi. Çalışmadığımı fark etti ve seslendi:

“Ne oldu oğlum deste yapmıyor musun?”

“Yapmaz olur muyum baba. Yapacağım yapmasına da ellerime bir şey oldu.”

“Ne diyorsun oğlum anlamadım?”

“Ellerim tutmuyor baba ellerim!”

“Nasıl ellerin tutmuyor, ne demek o?”

“Anadutu tutamıyorum, kavrayamıyorum.”

Babam telaşla yanıma geldi ve ellerime baktı.

“Tut bakalım sapı.”

“Tutamıyorum ki baba.”

Sapı kavramaya çalıştım ama olmadı, anadutun ağız kısmını yerden kaldıramadım.

“Allah Allah ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum. Hım! Soğuktan oldu muhtemelen, başka neden olacak. Ellerin üşüdüğü için parmakların güçsüzleşti.”

“Baba ne demek bu? Nasıl olur? Ellerim soğuk yüzünden mi kavramıyor? Ellerimden daha çok bacaklarım üşüdü benim.”

“Haklısın oğlum ama ellerin cebinde değildi ya gelirken bir sürü malzeme taşıdık. Üşüdüğü için de uyuşma oldu.”

“Ne olacak baba, ne yapacağım ben?”

“Ateş yakacağım oğlum, ellerini ısıtacaksın, başka çare yok. Geçici bir şey korkma, ısınınca düzelirsin.”

Babam topladığı kuru kavak dallarıyla ateş yaktı. Ateşin yanına oturduk. Babam da benimle ısınmaya çalıştı. O da üşüyordu ama yetişkin olduğu için baş edebiliyordu soğukla. Bir sigara yaktı. İyice çekerek avurdunu şişirdi, yavaşça üfledi. Uzaklara bakıyor ve kahırlanıyordu. Yüz ifadesinden çıkarıyordum bunu. Babamı iyi tanırım nerede, ne zaman, nasıl tepki vereceğini bilirim. Bana kıyamayacağından, sabahın köründe yardıma ihtiyacı olmasa tarlaya getirmeyeceğinden emindim.

Ellerimi ateşe tutarak ısınmaya çalıştım. Biraz ısınıp kendimi hazır hissettikten sonra anadutun sapını kavramaya çalıştım ama sonuç aynıydı. Ellerim cansızdı sanki. Niye kavrayamıyordum, sapı niye tutamıyordum? Kalıcı bir şey olmasın. Yok canım babam biliyor, soğuktan. Babam arada bir ateşi besliyor, ısınıyor, durumumu kontrol ederek tekrar deste yapıyordu. Ellerim ve vücudum ısınmış olsa bile kavrama yapamıyordum.

Aklıma termos geldi. İçinde çay vardı, biraz çalışıp acıkınca çökelek dürümü yiyecek ve yanında çay içecektik.

“Çay içsem ısınır mıyım?”

“Neden olmasın, denemekte fayda var.”

Bir bardak çay doldurdum, köpürdü, içmeye başladım. Bu termoslar çayın tadını bozmakta mahirdirler. Demlenmesinin üzerinden kısa bir süre geçtiği halde çayın tadı şimdiden acımaya başlamıştı. Birkaç yudumdan sonra midem bulandı, kusmamak için kendimi zor tuttum. Isınacağım derken içimin dışıma çıkma ihtimalini yeğlemezdim doğrusu. O bardaktaki çayı ben değil toprak içse daha iyi olurdu. Döktüm.

Bu arada ortalık ışımış, babam epey deste yapmıştı. Durumumu soruyor ve ben iyi olduğumu söylüyordum. Babamın yalnız çalışması, ona yardım edemeden ateş başında beklemem bende suçluluk duygusu yarattı. Sinirlerim bozuldu, babama çaktırmadan oturduğum yerde ağlamaya başladım. Ağladıkça moralim bozuldu ve üşümem arttı. İçimi çekerek ağlıyordum. Sırtımı döndüğüm için babam ağladığımı görmedi. Çalışması, fiği destelemesi gerekiyordu, iş beklemezdi.

Güneş biraz yükseldikten sonra ısınmaya başladım. Önce ayaklarım ve bacaklarım ısındı. Bacak damarlarımda soğuktan büzüşerek donan kanım sanki sıcakla birlikte çözülüyor, akışkan hale geliyor ve vücudumu peyderpey ısıtıyordu. Isınma gövdemde devam etti ve kollarıma, oradan da ellerime sirayet etti. Yavaş yavaş gerçekleşen bu ısınmayla birlikte moralim düzelmeye başladı. Artık hazır hale gelmiştim. O lanet olası anadutu elime alabilir, sapını kavrayabilir, ağız kısmını yerden kaldırdıktan sonra biçilmiş fiği deste yapabilirdim. Evet, yapabilirdim, buna gücüm yeterdi.

Sönmeye yüz tutmuş ateşin başından kalktım. Ağır adımlarla anadutun sap tarafına vardım ve durdum. Naim’in barı tartıp süzdüğü gibi bir süre anaduta baktım, yumruğumu sıktım, sıkabildim. Yere eğildim, sapından tuttum, yukarı kaldırdım. Kaçırmamak için sıkıca tutulan hayvanın yuları nasıl tutulursa sapı öylece kavradım. Olanca gücümle kaldırarak ağız kısmını yerden kestim. Sapı sıkı kavramaktan bütün gücümün ellerimde toplandığını hissederek biçilmiş fiğ sırasının başına geldim. Anadutun ağzını fiğ saplarına sokarak yerde sürükledim, ağzı dolunca kaldırdım sol kenara bıraktım ve üzerine anadutu indirdim. Yapmıştım evet ilk destemi yapmış, ellerimi kullanmaya başlamıştım. Kahrolası anadut artık çalışabilirdi. Başımı kaldırıp babama baktım, elindeki anadutu fiğ yığınına daldırıyor, bana bakıp gülümsüyordu.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Hasan Hüseyin Akkaş
Latest posts by Hasan Hüseyin Akkaş (see all)
Visited 47 times, 1 visit(s) today
Close