Yıl 1980. Aylardan Eylül.

     Vedat eve geldiğinde duvarda asılı olan saatte baktı. Perşembe gününün işini bitirip mesaisini cumaya devrettiğini gördü. Eli saatin altında konumlanmış olan takvime yöneldi ve 11 Eylül yazan takvim yaprağını kopardı. 12 Eylül yazan takvim kağıdının üzerindeki yazıları okudu. Gözü tekrardan saate kaydı, saat ikiye gelmek üzereydi. Odasının kapısını araladı, masasının üzerinde duran kitabı aldı ve yatağına uzandı. Bu kitabı ona birkaç hafta önce göz altına alınan Kemal vermişti. Sahi, Kemal niçin göz altına alınmıştı? Birinin canına mı kast etmişti, malına mı göz koymuştu? Vedat, Kemal’in neden göz altına alındığını biliyordu, elbette ama göz altına alınma  nedeninin bir suç olmadığını düşünüyordu. Acaba, Kemal şu anda nerededir, diye geçirdi aklından. Gözünün pınarında birkaç damla yaş düşüverdi kitabın kapağına. Eliyle sildi ıslanan kapağı. Artık uyku girmezdi gözüne. En iyisi kaldığı yerden devam etmekti okumaya. Kitabının sayfalarını araladı. Gözleriyle okudu kelimeleri. Satır aralarında düşündü, Kemal’i ve göz altında kaybolan arkadaşlarını. Nasıl kaybolabilirdi gözaltındaki bir insan? Göz altında olan bir kişi kaybolabiliyorsa bu işlemin adının göz ardı olması gerektiğini düşündü, Vedat. Kitabı okumaktan vazgeçti ama kitabı bırakamadı elinden. Belki de Kemal’in bıraktığı son izdi bu kitap. Tekrardan araladı kitabı, Kemal’in altını çizdiği bir cümleyi tekrar tekrar okudu: “Beklemek, düşünmek; sevmeden önce de, sevmemeden önce de anlamayı yeğlemek için zaman yok şimdi.”

    Uzandığı yatağından kalktı. Susadığını hissetti. Salonda bulunan yemek masasındaki sürahiden bardağına suyu koydu. Kanarcasına su içti ama susamışlık duygusunun geçmediğini hissetti. Salonda bulunan toprak rengindeki berjere oturdu. Bu susamışlık duygusunun nedenlerini düşündü. Buna kesin bir cevap bulamasa da aklına birkaç neden gelmişti. Belki köydeki annesinin dizlerine yatıp saçlarını okşamasına susamıştı belki de fikirlerini özgürce söyleyebileceği bir ülkeye. Berjerin yanındaki mermer desenli masanın üzerindeki radyonun frekans tuşlarıyla oynamaya başladı. Her zamanki gibi dünyanın çeşitli ülkelerinin radyolarını gezdi elleriyle. Bu tur Türkiye frenkansında son buldu. Sanki olacaklarından haberi varmış gibi. Aninden cızırtılı ve hastalık bir ses yükseldi radyodan: “Ordu yönetime el koymuştur. İkinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir.” Vedat, bildiriyi dinledikten sonra berjere mıh gibi çakılıp kaldı. Aklına Kemal geldi, sonra bu yolda birlikte yürüdüğü arkadaşları.

*  *  *

       Güneş ışınları odayı doldurmak üzereydi. Vedat’ın göz akları güneşin kızıllığına teslim olmuştu. Geceyarısından beri toprak rengindeki berjerde oturmuş, karşı duvardaki takvime bakıyordu. Bu kara günü ölene kadar unutmamak içindi bu çabası. 12 Eylül diyerek kalktı oturduğu berjerden. Saate baktı, 07.00.  Perdeyi araladı ve başını dışarıya doğru uzattı. Sokaktaki evlerin bacalarının tütmekte olduğunu gördü. Halbuki hava sıcaktı ve sobalarda yakılanın kömür olmadığı bacalardan çıkan dumanların renginden anlaşılmaktaydı. Asker sokağa gelmeden önce harekete geçmesi gerektiğinin farkına vardı. Odasındaki kitaplarını bir bohçada topladı. Salondaki sobayı yaktı ve kitaplarını bir bir sobanın içine attı. Vedat’ın evinin bacası da diğer evlerin bacası gibi aydınlandı. Bu yakılan kitapların satırları gökyüzünde asalı kaldı. Haykıran puntolarla inledi gökyüzü: “Fikirler yakılarak yok edilemez!” diye.

     Vedat, bohçadaki bütün kitapları yaktı. Başka kitap kalıp kalmadığına bakmak için odasına gitti. Kütüphanesinde hiçbir kitap kalmamıştı. Odasından çıkarken masanın üstündeki arkadaşının yadigarı olan kitap gözüne çarptı. Kitabı sobaya atıp yok etmek istemedi. Kitabı aldı ve bir kumaşa sardı. Hızlı adımlarla evinin küçük bahçesine çıktı. Bahçenin duvarında yaslı şekilde duran küreği alıp küçük bir çukur kazdı ve kitabı oraya gömdü. Küreği de yandaki metruk evin bahçesine fırlattı.

     Eve girdi, su içip yatağına uzandı. “Acaba askerler gelmeden kaçmalı mıyım, yoksa yatağımda uzanmış bir şekilde beni bulmalarını mı beklemeliyim?” diye düşündü. İki düşünce de birbirine galip gelemedi. Bir süre sonra istemsiz şekilde gözleri kapandı. Gözlerini açtığında günün yarılandığını gördü. Başını camdan dışarı uzattı. Sokağın yeşil üniformalı insanlarla kaplı olduğunu gördü. Bir askerin ona baktığını sandı ve hızlıca başını içeri soktu. Gözleri kapanmadan önceki düşünceleri geldi aklına ve tekrar düşünmeye başladı. Bu sefer bir karar vermişti. Yandaki metruk evin bahçesine atlayıp hava kararana kadar orada saklanacak sonra da köyüne doğru yola çıkacaktı. Bu düşüncesini uygulamak için evinin dış dünyaya açılan kapısını yavaşça araladı ve evine doğru bakan bir askerin olmadığınından emin oldu. Büyük adımlarla bahçesine doğru yürüdü. Oradan da diğer bahçeye atladı. Gün karanlığa mağlup olup her yerleri siyah kapladığında metruk evin gıcırdayan bahçe kapısını araladı. Kapı aralığından sokağa  baktı. Devriye gezen askerleri gördü. Askerler sokağın köşesini döner dönmez kapıyı biraz daha araladı ve kapı adeta bir muhbir edasıyla gıcırdadı. Vedat, buradan dönüşü olmadığını düşünerek sokağa çıktı ve koşmaya başladı. Devriyedeki askerler muhbir bahçe kapısının sesini duyarak döndükleri köşeden hızlı adımlarla sokağa girdiler. “Dur, koşma yoksa ateş ederiz!” diye bağırdılar. Vedat durmadı, koştu. Sonra aynı ikazı yeniden tekrarladı asker “Dur, koşma yoksa ateş ederiz!” Vedat durmadı. Bir acı çığlık yükseldi, Hürriyet isimli sokakta. Akmaya başladı Vedat’ın hürriyet düşleriyle dolu başından kan sokağa.

*  *  *

     12 Eylül 1980’nin üstünden otuz sene geçmişti. Hürriyet sokağındaki evler, 99’ depreminden ağır hasar almıştı. Belediye meclisinin aldığı karar neticesinde Hürriyet sokağı kentsel dönüşüm alanı edildi. Ekipler yıkıma Vedat’ın tek katlı virane evinden başlamaya karar verdi. Vedat’ın evine ve sokağına 1980’den sonraki ilk darbe böylece vurulmuş oldu. Evin yıkıntılarındaki demirleri toplamak için gelen hurdacı genç, molozların arasında yıpranmış kumaşa sarılmış olan bir kitap gördü. Kitabı kumaştan kurtardı. Kitabın kapağını araladığında içine tükenmez kalemle 17 Ağustos 1980 tarihinin yazılmış olduğu gördü. Hurdacı genç yıkıntıların üstüne oturdu ve kitabı incelemeye başladı. Sayfalarını çevirirken hayatın altı çizdiği satırları okudu. Sonraki sayfalara doğru ilerken iki gencin siyah beyaz fotoğrafı çıktı karşısına. Fotoğrafa baktı bir süre, arkasını çevirdi ve yazılmış olan notu okudu: “Sevgili kardeşim Vedat, bu fotoğraf yol arkadaşlığımızın tarihe düşülmüş notudur. Unutma, bizler bu memlekete vurulmak istenen prangaları kırıp atmak için yola çıkanlarız! Tarih boyun eğenleri değil, tam bağımsız bir ülke için baş kaldıran bizleri yazacak!” Hurdacı genç bu satırları okurken bulmuş olduğu kitabın sadece satırlardan oluşmadığını fark etti. Kitabın her sayfasında bu memleketin yakın geçmişi vardı. Sayfalar arasındaki yolculuğuna devam etti, hurdacı genç. Durdu sonra. Karşısına bir takvim yaprağı çıktı, 12 Eylül 1980’e ait. Takvim yaprağının üzerine kötü bir el yazısıyla yazılmış not ilişti gözüne: “Çok kötü bir şey oldu, Kemal. Çok kötü… Kitaplar yakıldı! Kitapların yakılmak zorunda kalındığı bir ülke, nasıl karanlığına sırtını dönebilir, Kemal?”

Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close