Yazar: 17:33 Öykü

Susturulan

Sıkıntıdan ölmek üzereyim. Duvardaki saat “Belleğin Azmi” tablosu sanki. Şelaleden akan su gibi iştahla konuşuyor herkes. Susmayacakmışçasına. Nefes almaya nasıl fırsat buluyor bu insanlar anlamıyorum. “Sessizliğe kavuşmak için susmaz mı insan?” Ben düşünürken konuşmayan tek şey duvar, cevaplıyor. “Hiç. Hiç susmaz!” Hep bir ağızdan bağıra çağıra konuşmaya devam ediliyor. Fırsat bulup nasıl yeteri kadar nefes alıyorlar anlamıyorum. Dünyada bir toz zerresi kadar bile yer kaplamayan bir türün sesini dünyaya duyurma gayreti midemi bulandırıyor. “Yeter, susun artık!” diye bağırmak istiyorum fakat sesim çıkmıyor. Sesim sessizlikte kayboluyor, ağzım kilitli. Gürültünün nedenini anlamaya çalışıyorum. Önemli önemsiz, değerli değersiz demeden bu kadar konuşacak ne ola ki? Bulunduğumuz bu keşmekeşin içinde tanıdığım tek kişi olan Burcu’ya bakıyorum, yüzünde bir ifade yakalamak için. Göremiyorum. Cansız mankeni andıran yüzüne şaşırarak anlamlı bir bakış atıyorum. “Bir yolu olmalı!” dercesine. Nefesinin hızlanmasından beni duyduğunu anlıyorum. Yumruk yaptığı elini masaya vurdu vuracak diye bakarken büyük bir of çeker gibi bir nefes veriyor. Yanıma yaklaşıp kulağıma eğildiğinde “Yoruldum, onlar konuştu, ben yoruldum!” diyeceğini anlıyorum ama o da benim gibi hiç konuşmuyor. Kalplerimizden sözcükler akıyor gözlerimize. Yalnızca ikimizin duyduğu büyük cümlelerimiz, ağıtlarımız ve hatta haykırmalarımız var.

Salondaki herkesin sesi anlamlı cümlelerden ziyade fısıltılara, uğultulara, manasız lakırdılara dönüşüyor. Nerede olduğumu anlamadım ama burası tıpkı dünya gibi. Herkes bağırıyor ama kimse kimseyi duymuyor. Tam sesler bitecek diye beklerken orta yaşlı bir adam ortadaki masanın üzerine çıkıp salona hitaben konuşuyor. “Ey insanlar, buradaki çaresiz yoldaşlarım! Sevda treni çoktan kaçtı, umut onun peşinden koşuyor. Mutluluk yok olacak kadar yorgun. Dermanı eksik kalmış dünyanın. Ve sen, insandan doğan, doğup da olamayan! Her duyguyu parçalarcasına sömüren, sen kimsin? Dünyaya neden geldin ve nereye gideceksin? Bir şey mi arıyorsun yoksa bir şey mi kaybettin? Doğmadan bildiğini unutmak mı yoksa en büyük pişmanlığın? Adalet mi, vefa mı, derman mı? Hayır. Hiçbiri değil. Tüm bu saydıklarım artık yalnızca bir yer ismi. Adım İsa, fakat sandığınız, beklenen İsa değil; ben hep beklenmeyen adamım. Benim derdim, dermanı olmayan pişmanlığım. Evladını kendi elleriyle öldüren ve kanlı elleriyle küçük bir mezara hapseden adamım ben. Kendime olan nefretim, insanlığa olanın yanında bir okyanusta damla tanesi. Bağışlanacak hatalar yapın istiyorum. Vicdanınıza sesleniyorum. Eğer benim yaptığımı yaparsanız bir gün, kalbinizi bir karpuz gibi tam orta yerinden kesip atın. Ben cesaret edemediğimden içi günden güne çürüyen varlığı kendini zehirleyen zavallı bir zombiye dönüştüm.”

Sustuğunda sara nöbeti geçiren biri gibi titriyordu. Karışmış saçı sakalı yaşını olduğundan da fazla gösteriyor gibi. Anlamsız bakışlara inat coşkuyla alkışlamak istiyorum ama ellerim hareket etmiyor. Bedenim büyük bir kamyonun altında kalmış gibi hissiz. Beynimin içi sis dolu bir balonla kaplanmış. İsa’nın acısında tanıdık bir taraf var. Acısı öylesine bulaşıcı ki etraftaki herkesin yüzü bir anda soluyor. Hayatına nelerin çarptığını merak ederken onu tanıyor gibi hissediyorum. Zaten ben herkesi tanıyor gibi hissediyorum. Bütün erkekler o adam olup çıkıyor. Gözlerim buğulandığında beynim çoktan içinden bir türlü çıkamadığım geçmişe geçiş yapıyor. O gün yine sanki dün gibi canımı acıtıyor. Öylesine bir acı değil bu, hücrelerime kadar acıyorum. Küçük bir kız çocuğunun bebekleri ve çizgi filmlerinden oluşan minik dünyası kapılarını uçsuz bucaksız hayal dünyasına açacağı sırada bir adam çıkıyor ve bir masalı bir anda belediyenin ayrıştırılmayan çöplüğüne dönüştürüyor. Ve ben hâlâ tüm adamlardan korkuyorum. Sahi kaç yıl geçti Asuman’ı göreli? Asuman benden birkaç yaş küçüktü. Uzun boylu hafif kilolu bedenini, siyah saçları ve yeşil gözleri bir yapbozun eksik parçası gibi tamamlıyordu. Komşu olmamıza rağmen ikiz kardeş gibi benzerdik. Asuman’a gitmek için evden çıktığımda bizim kömürlükten gelen sesleri duydum. Henüz hiçbir şey görmesem de gelen seslerin çaresizliği kulaklarımı tırmalıyordu. Kömürlüğün aralık kapısına yaklaşıp amcamı ve Asuman’ı gördüm. Asuman’ın yüzü korkudan kaskatı kesilmişti, amcam ise acımasızca gülüyordu. O anda düşüp bayılacak gibi hissettim. Elim ayağım buz kesmişti. Güçsüz, korkak ve çaresizdim. Kendime gelmem kaç dakikamı aldı bilmiyorum. Eve gidip gördüklerimi anneme anlattım. Annem “Hadi amcanı da geçtim dokuz yaşında çocuğa iftira atmaya utanmıyor musun?” deyip bir temiz dayak attıktan sonra babama şikâyet etti. Bana neden inanmadıklarını hiçbir zaman anlamadım. İnanmadıkları gibi ne zaman konuşmak istesem susturdular. Ben de uzunca düşündüm ve bir karar vardım. O gün ya tanrının izin günüydü ya da gözlerinde bir sorun vardı. Yoksa izin vermezdi amcamın Asuman’a dokunmasına. Tüm ailemi söylediklerime sağır etmezdi. Yaşananları görseydi asla izin vermezdi. Ben ona inanıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Babaannem sofraya bile oturmama izin vermiyordu. “Sofranın bereketini kaçırır, yalancı küçük şeytan,” diyordu. Onlar bana inanmadı ama ben onlara inandım, inanmak zorundaydım yaşamak için. Bir daha da hiç konuşmadım. Artık istedikleri olmuştu ve ben tamamen susmuştum. İsa’nın aniden kolumu sarsmasıyla geçmişten bir anda çıkıverdim.

Hesap sorarcasına yüzümü yüzüne çevirdim. Korkmadığımı hissediyorum. Kafamın bir kısmı hâlâ geçmişte olduğundan sanırım, ne olacak ne de ölecek olanla ilgileniyorum. İsa beni tanıyor gibi gülümseyerek ve şefkatle bakıyor yüzüme. Elini yanağıma dokunduracakken aniden tüm bedenimi çekiyorum. İsa’nın gözlerinden yaşlar boşalıyor. Boş bakışlarıma cevap olarak konuşmaya başlıyor. “Beni affedebileceğini sanmıyorum ama senden özür dilerim. Yıllarca sana inanamadık, ta ki kardeşim olacak o hain, komşunun kızına musallat olana kadar. O kızın babası kızını korumak için bir insan öldürmeyi göze aldı. Ben ise sana inanmadım bile. Yıllardır kalbime ağır gelen vicdan azabı beynimi tümüyle ele geçirdi. Şimdi ben de seninle yaralı bir kuş gibi bu kafesin içindeyim. Beni affet kızım, ilk göz ağrım, Asuman’ım. Özür dilerim kızım, bilirim sen Burcu adını daha çok seversin.”

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Ayşenur Aysel
Latest posts by Ayşenur Aysel (see all)
Visited 73 times, 1 visit(s) today
Close