Şu son iki ayda üzerinde en çok düşündüğümüz şey, hiç kuşkusuz ölüm oldu. Ölüm hep vardı ama bir salgın hastalıkla, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünyadaki bütün insanların ilk kez aynı anda üzerine yoğunlaştığı yegâne gerçeklik hâlini aldı. Hemen her gün dünyanın dört bir yanından binlerce ölüm haberi yağmaya başlayınca anladık ki hepimiz yaşamın sonuna eşit uzaklıktayız. Tüm teknolojik ve bilimsel gelişmelere rağmen ortalama bir ay gibi bir sürede yaşama veda edebileceğimiz olasılığının yüksekliğini görünce, ne yapacağımızı şaşırdık. Çalışmak zorunda olan ya da evde kalma lüksü bulunan, kronik bir hastalığı olan ya da olmayan, sağlıklı ve iyi beslenme imkânı bulan ya da bulamayan, evinde bahçesi, balkonu olan ya da olmayan gibi karantina sürecini kaliteli ya da kalitesiz geçirme anlamında avantajlı ya da dezavantajlı gruplar şeklinde ayrışsak da ölüm korkusunda birleştik.

Sonra olmadığında

Pandeminin ilk zamanlarında şöyle bir düşündük. Sonranın olmamasını. Sonra yoksa… Başkaca hemen her şey de yoktu. Hiçbir şeyin anlamı kalmıyordu. Sonra olmadığında her şey boşluğa düşüyordu. Daha öncesinde de ölümsüz olmadığımızı pek tabii biliyorduk, yine de hiç ölmeyecekmiş gibi genellikle uygulamaya koyamadığımız ya da erteleyip durduğumuz planlar yapmaktan vazgeçmiyorduk. Oysa ölümün soğukluğunu çok yakınımızda hissettiğimizde, plan yapmak bir yana, hayal bile kuramadık. Güzel düşlerin üzerine, belirsizliğin, daha çok da kötü bir son bekleyişinin kasvetli gölgesi düşmüştü. Belki ânı yaşamaktaki yeteneksizliğimiz bizi hiçliğe sürüklüyordu. Aslında bu durumu en güzel açıklayan, Murat Gülsoy’un “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” romanında geçen şu ifade:  “Geleceğin malzemesinden yapılmış düşlerimiz”. Tam da bu yüzden, evet hayallerimiz bile geleceğe ilişkin olduğundan… Hayal bile kuramadık.

Bu duygu, hemen her konuda “eğer yakında ölürsem, ne anlamı var?” sorusu ile çoğu kez elimizi, kolumuzu bağladı. Bugüne kadar yapmadıklarımız ya da yaşamadıklarımız için duyulan pişmanlıklar ise kimimizde kendine kimimizde talihine isyana dönüştü. Artık hiçbir şey için yeterli zamanımız olmayabileceği düşüncesi, çaresizlik hissiyle boşluğu daha da büyüttü. Hayat, anlamını, hiç olmadığı kadar derinden sorgulattı.

Diğer yandan, “Madem öyle, ölüme hazır olalım” da diyemedik. Ölüme hazırlanmak! Bu nasıl bir hazırlık olabilirdi ki? Belki her şeyi değil ama yarım kalmış bazı işleri bitirmeye çalışmak? Uzun zamandır ihmal ettiğimiz sevdiklerimizi arayıp, sormak? Kırdıklarımızdan af dilemek? Ya da her şey boşmuş hissi ile yalnızca haz duygusunu öncelemek? Bunlar ölüme hazırlığı içeriklendirir miydi? Ölümden korkmamak ve onu beklemek ne kadar mümkündü?

Fingarette: “Ölüm, çözülebilir bir problem değil”

Ölümden korkmanın anlamsızlığını savunan Amerikalı filozof Prof. Herbert Fingarette, ölümünden birkaç hafta önce 97 yaşında evinde kendisi ile yapılan bir röportajda, şöyle diyor: 

“(…) Ölüm üzerine yazdığım kitapta özetle ölümden korkmanın veya kaygılanmanın manasız olduğunu savunuyordum. Çünkü öldüğünde her şey biter. Acı çekmeyeceksin, mutsuz olmayacaksın. Var olmayacaksın ki! Dediğim şuydu: Bir yerden sonra hiçlikten başka bir şey yok. Bu yüzden de ölümden korkmak hiç mantıklı değil. Fakat şimdi düşünüyorum da bu pek de iyi bir ifade değil. (…)”

Fingarette, kendisine sık sık “Bütün bu olanların anlamı ne?” diye sorduğunu belirterek devam ediyor:  “Bu tartışmada kaçırdığım bir şey olmalı. Keşke ne olduğunu bilseydim. Bu soruyu sorarken iyi bir cevabı olmadığını bilerek soruyorum. Yani bir nevi ironik bir soru. Belki de cevabı altta yatan gizli cevap hiçbir anlamının olmadığıdır. Belki de sorunun kendisi aptalca. (…)”

Ölümü, “Korkutucu bir düşünce. Başıma gelmesini istemediğim bir şey.” sözleriyle tanımlayan Fingarette, “Bu dünyadaki ömrümüzün büyük kısmı genelde can sıkıcı ve karmaşık işlerle dolu. Yine de hâlâ bu işlerle uğraşmak isterdim.” diyor. 70 yıl süren mutlu bir evlilik geçirdiğini belirten, çok sevdiği eşini kaybettikten sonrasını “yalnızlık ve yokluk” olarak değerlendiren Fingarette’nin röportajın sonunda söyledikleri ise sarsıcı: 

“Şu an evin verandasında oturup, ağaçları izleyip, esen hafif rüzgârı hissediyorum. Bu ağaçları kaç defa izledim kim bilir? Fakat her nasılsa bu ağaçları şu anda izliyor olmanın çok yüce bir deneyim olduğunu hissediyorum. Gördüğüm şey ne kadar da muazzam! Ve kendi kendime şöyle düşünüyorum: Bu kadar uzun süre yaşadım ama bu güzellikleri gerçekten de takdir edebildim mi? Ve işin aslı… Hayır, edemedim, ta ki şu ana kadar. Ve bu, ölümü kabullenmeyi daha da zorlaştırıyor. Gözlerim dolu dolu oluyor. Çeşitli konularda bir sürü kitap yazdım ve her birinde bir problemi çözme gayretinde oldum. Fakat ölüm, çözülebilir bir problem değil. Bu, teorik bir sorudan ibaret değil. Varoluşumun özünü oluşturan yegâne şey. Çözmeye çalışıp, çözemediğim bir soru. Yaşamaya, daha doğrusu var olmaya devam ediyorum. Ve beklemeye… Elveda diyeceğim günü.” (Gülener Kırnalı’nın kitap365.com katkıları ile çevirisini yaptığı röportaj videosunun tamamı youtube’da izlenebilir.)

Kiarostami: “Hayallerimiz, yaşamlarımızda açtığımız pencerelerdir”

İşte bizler de pandeminin tekinsiz atmosferinde bir filozof edasıyla olmasa da hayatı anlamlandırmanın, ölümü kabullenip, hazırlanmanın hiç kolay olmadığını deneyimledik. Bu yüzden, “Normalleşmeye geçiş” gündeme gelir gelmez bunun, tüm dünyada aşırı doz bir rehavete neden olduğunun farkındaysak da salgının şu günlerdeki “iyiye gidiş” olarak yorumlanan verilerini, ‘iyi hissetme” açlığımızla bitmiş, gitmiş gibi kabullenmeye eğilimliyiz. Sonrası için hayallerimiz çoktan devreye girdi bile. Oysa bu süreçte ortaya çıkan gerçek, hayallerimizin yaşamsal gücünü etkin kılmak için onları doğru yerden kurgulamanın ve konumlandırmanın zorunluluğu. Yoksa nasıl hayalsiz de kalınabildiğini yeterince anlamış olmalıyız.

Bakın, İran Yeni Dalgası’nın öncü yönetmenlerinden Abbas Kiarostami ne demiş: 

“Hayal, insana bahşedilmiş en farklı ve olağanüstü hediyedir. Hayal etmek ile önümüze serilen sayısız ihtimalin farkında değiliz. Ne zaman hayallere sığınırız? Durumumuzdan mutlu olmadığımızda. Hiçbir sorgu sistemi, kişinin fantezilerini kontrol edemez. Sizi hapse tıkabilirler ama siz dışarıdaymış gibi düşünerek bu süreyi geçirebilirsiniz. Hayaller sayesinde ardınızda iz bırakmadan aşılmaz duvarların ötesine geçebilirsiniz. Esas soru şu: Bir kere çıktığınızda neden geri dönesiniz ki? Bu, gerçekliğin güvenilirliliğine bağlıdır. Geri dönüp, sizin gerçeğinizin ne olduğunu da görmelisiniz. Hayal yoluyla yaşamın bazı değişmez zorluklarına müsamaha gösterirsiniz. Kaçarsınız, rüya görürsünüz, yenilenip, geri dönersiniz. Bu, havasız bir odada pencere açmaya benzer. İçeri temiz havanın girmesine izin verir ve sonra da onu içinize çekersiniz. Hayallerimiz, yaşamlarımızda açtığımız pencerelerdir.”

Berna Fenemen
Latest posts by Berna Fenemen (see all)
Visited 5 times, 1 visit(s) today
Close