Mehmet Eroğlu, romanında bizi bir ıssızlığın, karanlığın, bilinmeyenin ve sessizliğin ve sesliliğin ortasında bırakır. Issızlığın Ortası, bir kayboluşun izini süren, okuyucusunu bu benlik kazanma mücadelesine ortak eden bir ilk roman özelliği taşımaktadır.
Roman, 1976 ve 1977 yıllarında yazılmıştır. 1979 yılında Milliyet gazetesinin açmış olduğu roman ödülü yarışmasında Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanıyla birlikte birinciliğe layık görülmüştür. Ancak dönemin baskıcı ve karışık ortamı ve ardından gelen 12 Eylül 1980 darbesi nedeniyle roman ancak 1984 yılında, Erdal Öz’ün kurduğu Can Yayınları’ndan basılabilmiştir. Ertesi sene -yani 1985 yılında-, hem Orhan Kemal Roman Armağanı hem de Madaralı Roman Ödülü’nü[1] kazanmıştır. Bu ödüller, geç gelen baskıya (yayıma) edebiyat camiasının verdiği bir tepki gibidir. Çünkü iyi bir roman, er ya da geç hak ettiği değeri görmektedir.
Kimi yazarların ilk romanlarında seçtiği karakterler ve olaylar yaşamlarından bir yansıma olarak karşımıza çıkar. Bu ne kadar bilinçli bir tercihtir, orasını bilemiyoruz ama Mehmet Eroğlu’nun bu ilk romanda seçtiği Ayhan karakterinde yaşamıyla kesişen bazı noktalar var. Bunlardan birincisi hem yazarın hem de başkarakterin yatılı okulda okumuş olmasıdır. Ayhan burada kurduğu dostlukları yıllar içinde ıssızlığın ortasında yavaş yavaş kaybedecektir.
Ana hatlarıyla bahsedecek olursak roman, Ayhan adında bir gencin 1974 Kıbrıs Harekâtına katılmasını, orada yaşadığı yıkıcı olayların onu bir tutunamayana dönüştürmesini ve yurda döndükten sonra -Ankara’da- dostlarının bu tutunamama meselesinden onu kurtarmak istemesini anlatıyor şeklinde özetleyebiliriz. Ama hem bu evrende geçen meseleler hem de romanın kendi içindeki zaman katmanı göz önüne alındığında roman dönemin olaylarına ışık tutmakta ve klasik bir anlatının dışına çıkmaktadır. Nedir bu evrende geçen meseleler? 68 Kuşağı, 1971 Muhtırası ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı.
Bu üç kavramın ne demek olduğunu bilen okurların affına sığınarak, bilmeyen okurlar için kısaca açıklayacağım.
68 Kuşağı
1960lı yılların ortasından 1970li yılların başına kadar Batı Almanya, Fransa gibi gelişmiş Avrupa ülkelerinin yanı sıra dünyanın pek çok ülkesinde önemli sayılabilecek öğrenci ayaklanmaları görülmüştür. Bu evrenselliği göz önüne alındığında geçtiğimiz yüzyılın en önemli toplumsal hareketi olduğunu da söyleyebiliriz. Özellikle 1968 yılı ile anılmasının başlıca sebebi 1968 yılının Mayıs ayında Fransa’da yaşanan ve Paris Komünü’ne benzetilen olaylardır. Öyle ki, bu olaylar II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük kitle hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda dünyanın pek çok yerinde eş zamanlı olarak işçi sınıfı hareketleri de görüyoruz.[2]
Bu kavram Türkiye’de ise aynı tarihlerde başlayıp 1971’de verilen karşı mücadeleyle son bulan bir dönemi kapsamaktadır. Üniversitelerde akademisyen ve öğrencilerin başkaldırıları, 6. Filo askerlerinin denize atılması, pek çok yerde kitlesel boykot olayları ve isyanlar, devrimci ve işçi sınıfının mücadelesi 68 Kuşağı olarak da adlandırılan bu dönemde karşımıza çıkmıştır. Bu dönemin önde gelen genç isimlerinden Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya; sanat dünyasından Sevgi Soysal, Zülfü Livaneli sayılabilir. TİP ise bu dönemin güçlü bir siyasal örgütü olarak karşımıza çıkmaktadır.
1971 Muhtırası
1971 Muhtırası en kabaca yöntemle, dönemin Genelkurmay başkanının, cumhurbaşkanına verdiği muhtırayla, hükûmeti istifaya zorladığı bir askerî müdahale olarak açıklanabilmektedir.
Türkiye’de demokrasi, henüz tam anlamıyla oturamamış, gelişmekte olan bir yapıdır. İlk olarak 1808 yılında Sened-i İttifak ile başlayan demokratik atılımlar[3], fermanlar ve kanun değişiklikleri ile gelişmesini sürdürmüştür. Bu sırada II. Mahmud, Abdülmecid gibi devlet başkanları, demokratik açılımlar karşısında gücünü hâlâ korumuştur. Abdülaziz’in tahttan indirilip V. Murad’ın tahta çıkması aslında demokratik bir atılım olmaktan ziyade darbedir. Nitekim darbeyle gelen V. Murad da bir darbeyle tahttan indirilmiş yerine II. Abdülhamid geçmiştir. Padişah, tahta çıktıktan sonra Türk demokrasisinin ilk anayasası kabul edilen Kanuniesasi’yi ilan etmiştir. Ancak bu anayasa uzun ömürlü bir anayasa olmamıştır. 93 Harbi gerekçe gösterilerek 1908’e kadar padişah yine tek adamlığını veya antidemokratik yönetimini sürdürmüştür. II. Meşrutiyet Devri olarak bildiğimiz bu dönem, 1920’de Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasına kadar sürmüş; aynı yılın Nisan ayında Ankara’da Büyük Millet Meclisi faaliyetlerine başlamıştır. 1921 Anayasasını bu meclis hazırlamıştır. Ardından gelen 1924 Anayasası ise Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasıdır. Cumhuriyet’in ilanının ardından iki kez çok partili hayata geçiş süreci olumsuz neticelenmiştir. İsmet İnönü döneminde üçüncü ve son kez çok partili hayata geçiş yapılmıştır. Bu demokratik atılım da 1960 Darbesi ile sekteye uğratılır. Darbe ile yönetimi ele geçiren ordu, bir süre yönetimi elinde tuttuktan sonra görevi sivillere bırakmıştır. Ancak 68 Kuşağı başlığında anlattığımız olaylar, Türkiye’de gerilen toplum, 1971’de orduyu bir kez daha harekete geçirir ve dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç liderliğindeki TSK, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a muhtıra verir. Bu metinden sonra 32. Hükûmet görevinden istifa etmiştir.
Tarihimize 1971 Muhtırası olarak da geçen bu olaydan sonra, özellikle sol görüşlü aydınlar ve öğrenciler işkencelere maruz kalmış, legal ve illegal sol örgütlere baskınlar düzenlenmiş, TİP ve DİSK kapatılmıştır. Gerilen Türkiye kutuplaşmaya itilerek yeni müdahalelere ve 1980 darbesine doğru ilerler.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı
Kıbrıs Meselesi, 1951’de ilk kez sorun olmuştur. Dönemin Yunanistan Hükûmeti, 1951 yılında BM toplantısında Kıbrıs’ın ilhakını istemiştir.[4] Bu tarihten sonra Yunanistan bu meseleyi bir devlet politikası haline getirmiştir. 1955’te kurulan EOKA’ya kadar geçen dört yıllık zamanda da Türk ve Rum halkı birbirine karşı şiddetli saldırılarda bulunmuştur. EOKA’nın kurulmasından sonra Rumlar şiddeti artırmıştır. Türkler ise bu örgüte karşılık olarak Volkan adında bir örgüt kurarak karşılık vermeye başlamışlardır.
1974 yılında Yunan Cuntası, adanın yönetimini ele geçirmek istemiştir. Buna karşılık Ecevit’in başbakanlığındaki Hükûmet, 20 Temmuz 1974’te, “adada barış ve huzur ortamını” yeniden sağlayabilmek için Kıbrıs Barış Harekâtını başlattığını açıklamıştır. Bu harekât adada iki yeni devletin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Savaş Türkiye’de ekonomik sıkıntılara yol açmıştır.
Issızlığın Ortası Romanına Dönüş
Mehmet Eroğlu, ilk dönem romanlarında 68 Kuşağı, 71 Muhtırası veya darbe temalarını işlemesi üzerine Mahal Edebiyat’taki söyleşisinde şöyle demektedir.
“İlk beş romanım, ben öyle demesem de, 1968 kuşağı diye adlandırılan, kendilerini kurtarıcı gibi gören, genç romantik eylemcileri, onların dramlarını ele alıyordu. O kuşak, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleriyle büyük bir kıyıma uğradı. Söz konusu romanlarda darbelerin yer almasının nedeni budur.”[5]
Romanımızın karakterlerine baktığımızda Ayhan dışında, Zafer, Ali, Metin, Halit, Rezzan ve diğerleri bir şekilde 68 Kuşağı içerisinde yer almış, dönemin ateşi onların da içinde yanmıştır. Ancak 1971’de gelen müdahale ve karşı mücadele sonrasında sinip kendi kabuklarına çekilmiş, bir şekilde kendi yollarını bulmuş kimselerdir. Ayhan da bunlardan biridir. Ardından 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına asteğmen rütbesi ile katılır. Ve asıl romanın katmanlı yapısını oluşturan hadise de burada cereyan eder.
“Kısa bir süre önce o bildiğiniz savaşları yaşadım. Çatışmalar bitince birliğimin denetimi altındaki bölgede küçük bir köye karakol komutanı olarak atandım. Aslında sakin bir yere gitmeyi ben istemiştim. Oysa o sakin kıyı köyündeki olaylar kanlı savaşlardan daha korkunç bir sonlara sürükledi beni. Hayatımın en korkunç, en işkence dolu günlerini orada yaşadım.” (s. 299)
Ayhan, atandığı bu köyde bir Rum papaz ile karşılaşır. İçinde düştüğü inançsızlık, onu savrulan bir küle dönüştürmüştür, ancak papazla konuşması ona iyi gelmiştir. Papaz bıkmadan, usanmadan Ayhan’ı inandırmaya çalışmakta, bunu Tanrı’nın bir bağışı olarak görmektedir. Ancak Ayhan’ın papaz ile dostluğu bu kadar romantik ilerlemeyecektir. Köye gelen bir gazetecinin dönüş yolunda öldürülmesi, bu tabloyu bir gece vakti çivisiyle yere düşürecektir. Gazetecinin ölümüne sebep olan fail yakalanamamıştır. Papaz bu kişiyi saklamıştır. Nitekim olaylar araştırılıp gerçekler gün yüzüne çıkınca Ayhan için yapacak bir şey kalmamıştır.
“Evet, insanlıkta inanılacak hiçbir şey kalmadı. Öyle bir insanlığın malıyız ki, değer verdiği bütün kavramlar kanla yıkanmış, barış diyerek açtığı bütün yollar kan göllerine dönüşmüş, mutluluk diye sunduğu her şeyin gölgesi ölümle damgalanmış.” (s. 301)
Papaz bu davranışından ötürü kendisini ölüme sürüklerken ardında anısıyla Ayhan’a musallat olacak bir hayalet bırakacaktır.
Askerlik vazifesinden sonra ilk olarak Mersin’e gelip bir süre burada kalan Ayhan, daha sonra Ankara’ya dönecek ve yaşamına bir şekilde kaldığı yerden devam edecektir. Ancak Kıbrıs’ta yaşadığı bu olaylar onu bir tutunamayana dönüştürmektedir. Bir türlü bu olayların etkisinden çıkamamaktadır. Kimi zaman bir hastane odasında, kimi zaman papazla olan anılarını okuruz. Şimdi ve geçmiş arasında gidip gelen metin, okuru sadık bir okuyucuya çevirmektedir. Çünkü bir an olsun romandan koptuğunuz an, sayfalarca geriye dönüp tekrar okumanızı gerektirebilir.
Ankara, Ayhan’ın bıraktığı gibi midir? Dostları… Arkadaşları… Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Burada senelerdir kendisini bekleyen Rezzan’dan uzaklaşmasını, Ferda isminde bir kadına aşk beslemesini görür gibiyiz Ayhan’ın. Romanın şimdide geçen anlatısı bir sistem/dönem eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Roman iki ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde on bir, ikinci bölümde dokuz bölüm vardır. Ve okumayı kolaylaştırmak adına bu ara bölümlerin içinde de küçük bölümler bulunmaktadır. Yoğun karakter ve mekân betimlemeleri yoktur. Ancak Ayhan’ın psikolojik çözümlemeleri, ruhundaki kırıklara odaklanılması bu ihtiyacı karşılamıştır. Tabii diğer karakterlerin yüzeysel anlatıldığını söylemek haksızlık olur. Bu karakterler de Ayhan üzerinden başarılı bir şekilde anlatılmıştır.
Ayhan için tutunamayan, döndüğünde yaşadığı olaylar dönem eleştirisi demiştik. Fakat bu olaylar onu bir intihara sürüklemez. Onu yeni bir yolculuğa, arayışa çıkarır. Zafer ismindeki arkadaşının Gaziantep’te yakalanıp öldürüldüğü bilgisini okuruz. Ayhan Zafer’e bir yolculuk yapmaya karar verir ve bir otobüsle yolculuğa çıkar. Bu romanın final sahnesi budur. Devamı Geç Kalmış Ölü romanındadır.
Her ne kadar sansüre uğramış olursa olsun, okuyucuya ulaştıktan sonra okurun ve edebiyat dünyasının ilgisine mazhar olan bu romanı okurlarımıza önerebiliriz.
[1] Bu ödül günümüzde yok. Emekli öğretmen Fikret Madaralı ve eşinin gayretleriyle 1974 ve 1988 yılları arasında dağıtılmıştır. Ödülü ilk kez 1974 yılında Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti romanıyla kazanırken son kez de 1988 yılında Şemsettin Ünlü Toprak Kurşun Geçirmez romanıyla alıyor. 1985 yılında Mehmet Eroğlu hem Issızlığın Ortası hem de bu romanın devamı olan Geç Kalmış Ölü ile birlikte kazanıyor.
[2] Öztürk, Emine (2018). “Türkiye ve Fransa’da 1968: Fransa’daki Mayıs Ayaklanmasını Başlatan Öğrenci Hareketinden Farklı Yönleriyle Türkiye’de Sosyalist Öğrenci Hareketi”. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 19, S. 34, s. 371-415
[3] Tosun, Hüseyin (2002). “Türkiye’de Demokrasinin Gelişim Sürecine Genel Bir Bakış”. s. 187-234
[4] Yılmaz, Hasan. (2017) “Kıbrıs Barış Harekâtı ve Sonuçları”. İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 6, Sayı 1. s. 87-98
[5] Mehmet Eroğlu ile Edebiyat Üzerine – Mahal Edebiyat
- Hayal Otel’de Rezervasyon Yaptırmak İçin Tıklayın | Hayal Otel Kitap İncelemesi - 29 Eylül 2024
- Evlilik Üzerine Bir Düşünce - 1 Ekim 2023
- Siyasi Faruk veya Vatanını En Çok Seven Ümit Besleyenlerdir - 5 Eylül 2023
[…] sene -yani 1985 yılında-, hem Orhan Kemal Roman Armağanı hem de Madaralı Roman Ödülü’nü[1] kazanmıştır. Bu ödüller, geç gelen baskıya (yayıma) edebiyat camiasının verdiği bir […]