Yazar: 18:41 Öykü

Salçalı Ekmek

Yazın kavurucu, klimasız durulmayan günleri geçmiş, güze dönmeye hazırlanan geceler başlamıştı. Okulların açılması yakındı. Altı yaşındaki oğlum okula başlayacağı için ara tatilde zor olur diye annemleri ziyarete gitmeye karar vermiştik. Yıllardır gurbette olduğum için yılda ancak bir kez gidebiliyordum. Gitmeden önce farklı il ve ilçelerde oturan kardeşlerimi aramış; müsaitlerse gelmelerini, onları da görmek istediğimi söylemiştim.

Ziyaretimiz bir nevi aile buluşması oldu. Annemin pişirdiği, damak tadımızın özünü oluşturan yemeklerden sonra sıra çaya gelmişti. Çaylarımızı içerken kız kardeşim, ortaya söylüyormuş gibi ama yüksekçe bir sesle, “Geçenlerde yolda Nalân’la karşılaştım,” dedi. Bunu bana duyurarak söylemeye çalışmasının nedeni, Nalân’ın ilkokuldan, birlikte uzak geleceğe dair çocuksu planlar yaptığımız bir arkadaşım olmasıydı.

Okul arkadaşı olsak da asıl tanışıklığımız aileler vasıtasıyla idi. İkimizin de babası memurdu ve aynı mahallede oturuyorduk. Memleketlerimiz yakındı ve gurbette sayılırdık. Şehirde bizim de onların da pek akrabası yoktu. Bu yüzden sık sık ailece görüşürdük.

Bizim evlerimiz sokağa baktığı için caddeye bakan evde oturmanın nasıl bir his olduğu hakkında pek bir fikrimiz yoktu. Öyle yerlerde, bayramda şeker toplarken bize çikolata veren insanlar otururdu. Evimizin baktığı sokak, bahçesinde genellikle dut ağacı bulunan, asfalt süsü verilmiş şose zeminiyle tek arabanın ancak geçebildiği bir sokaktı. Afgan göçmeni dayının, kamış sepetiyle gezip yumurta sattığı, Çöpçü Seyfettin, Şoför Ekrem, Sakat Melahat’la komşu olduğumuz, insanlara çöpçü, sakat denilmesinin yadırganmadığı… Lakapların hakaret etmek ya da hafife almak için değil tarif etmek için kullanıldığı…

Kaldırımı olmayan bu sokakta yetişkin erkekler pek görülmezdi. Kadınlar ise genelde kapı önlerinde oturup sohbet ederdi. Kızlar da evde bakılacak küçük kardeşleri yoksa ya dikiş nakış kursuna gider ya da Nalân’ın ablaları gibi eve kapanıp tırnaklarına oje sürerlerdi. Biz oğlanlarsa akşam geç saatlere kadar top oynardık. Topumuz sokağın aşağısındaki bahçeli eve giderse ödümüz kopardı. Evin dedesi, bizi iyice kalayladığı gibi bazen topumuzu vermez, bıçaklardı. Bu huysuzluğunun bahanesi de hazırdı. Yezit’in adamları, Hazreti Hüseyin’in başını kesip ayaklarıyla vurarak oynamışlar. Top oyunu oradan geliyormuş. Aklım erene kadar acaba top oynadığım için gâvur olur muyum diye korkmuşumdur.

Televizyonda da gâvur dizileri vardı hepten. Kırk yılın başı Türk filmi varsa bazen birkaç gün öncesinden Nalânlarla birbirimize haber gönderirdik. Pikniğe de birlikte giderdik onlarla. Akşamları bir evde toplanırdık. Ailelerden biri şehir dışına çıkmışsa kalan çocuklar diğerinin evinde kalırdı.

Bütün bu keşmekeş içinde Nalân’ın özel bir yeri vardı. Özelliği derslerinin iyi olması ya da çıtı pıtı, şirin bir kız olması değildi. Maskülen bir figür olsa da küçük kardeşlerine en fazla ablalığı o yapıyordu. Erkek Fatma denilse yeriydi. Sokakların ıssız olduğu geç saatlerde bile iki aile arasındaki getir götür işleri ona aitti.

Nalân, evin küçüklerinden sayılırdı. İkisi evde kalmış üç ablası, iki de bacısı vardı. Ağabeyleri evliydi. Kendisinden iki yaş küçük Bayram ve ikimiz, aynı sınıftaydık. Ben de okula bir yıl geç yazılmıştım ama sanırım o benden ayca büyüktü. Fiziksel olarak da güçlüydü. Henüz ilkokuldayken evlerinde tüp bitmişti de birlikte değiştirmeye gitmiştik. Taşımakta zorlandığımı görünce bana kıyamamış, tek başına omuzlamıştı mutfak tüpünü.

Öyle olmasına rağmen doğru dürüst beslendiklerini hatırlamıyorum. Sık görüşmemize rağmen evlerinden sıcak yemek kokusu yayıldığını bilmem. Kırmızı desenli melamin çay tabağına koydukları salçayı ekmekle yediklerini hatırlıyorum. Ben yiyemezdim çoğu zaman. Ekmeğin üzerine bezelye hatta neredeyse mercimek tanesi kadar salça sürüp yemek zor gelirdi. Bir zeytini de en az iki lokmada yemek gerekiyordu. Anneleri Halime teyze, ekmeği ucuza getirmek için hamuru karıp sokağın ucundaki meydana kurulan tandırda pişirirdi. Tandır ekmeği de nedense sert ve kuru olur ya. Belki de yiyeceklerini bitirmekten korkardım.

Bizimse durumumuz iyiydi. İstediğimiz kadar salça sürebiliyorduk ekmeğe. Yazın yiyemesek de kış için soğuk hava deposuna emanet bıraktığımız peynir tenekesi geldi mi, kalıp kalıp çıkarır yerdik. Yine de zayıf ve çelimsiz olan bendim. Nalân’ın da, yaşça küçük olmasına rağmen Bayram’ın da benden güçlü kuvvetli olmasını, buldukları her şeyi yemelerine bağlardı annem.

Onlara ait hatırladığım en eski olay, bir sabah erkenden kapımızı çalan komşu köylümüz Şişko Hamdi amcanın, bizden birkaç yaş küçük Melih’in ölümünü haber vermesiydi. Sanırım Bayram’ın küçüğüydü o. Şirin, kumral bir çocuk olduğunu ve Bayram’la birlikte onu sevdiğimizi hatırlıyorum hayal meyal. Sonraları babam, babalarının onca çocuk içinde Melih’i çok sevdiğini, o ölünce bir daha çocuklarını sevmemeye ant içtiğini anlatırdı. Sanırım ölümünü, ona çok düşkün oluşuna bağlıyordu. Melih öldükten sonra doğan Meliha’yı bile sevmemişti gerçekten. Hep başkalarının çocuklarını sevdi sonraları.

Bir sabah yine kötü bir haberle uyandık. Ortak tanıdıklar, Bahçecik köyünde kan davalılarının katliam yaptığını haber verdi. Önce onlara mı koştuk, radyoyu mu açtık, bazılarımız eve koşup bazılarımız haberleri mi açtı, aklımda kalmamış. Haberlerde öldürüldüğü söylenenler, Nalân’ın babası ya da annesi tarafının soyadını taşıyordu. Kadınlar, çocuklar… Evlerine gittiğimde anneleri baygındı. Nalân’ı, Bayram’ı ya da annelerini teselli edici bir cümle kurabilecek iletişim becerisine sahip değildim. Dahası, günlük hayatın dışındaki olaylarda kullanabileceğim bir dilim de yoktu. O gün sadece onların ağlamasına üzülmüştüm belki de. Kendi üzüntümü sindire sindire, yıllara yayıp yaşamıştım sonra. Dört çocuğu ve karısı katledildikten sonra yeniden evlenip bizim sokağa taşınan Nalân’ın dayısının acısını anlamak kolay değildi. Mahalleli kadınlar, geceleri uykusunda çocuklarının adını sayıklıyormuş, diye konuşuyordu.

Ertesi yıl ilkokulu bitirip ortaokula geçmiştik. Ben Anadolu lisesini kazanmıştım. Nalân’ı okula göndermemişti babası, Bayram’ın da okuyacağı yoktu. Babaları emekli olup köye yerleşmeye karar vermiş. Olaydan sonra eski sakinlerinin çoğu terk edince köyünü sahipsiz bırakmak istememiş. Bizse iki oda bir salon da olsa ana cadde üzerinde kaloriferli bir apartman dairesine taşınmıştık. Üç yıl önce yazıldığımız telefon, yeni mahallemizde santral olduğu için nihayet bağlanmıştı. Kolejli arkadaşlarımla telefondan haberleşiyorduk. Nalân’ı da, ablalarını da görmedim bir daha. Babaları hepsini gelin etmişti. Her biri farklı bir yere gelin gitmişti de Nalân’ın köy yerine verilmesine bir türlü alışamamıştım. Şehirli kızdı o. Güçlü olmak köyde yaşamaya yeter miydi?

Birkaç yıl sonra babam ve amcamla köylerine ziyarete gittik. Bugünkü anlamıyla dağ yolu bile yoktu. Yollar tek şeritti. Suyun bol olduğu bu yörede yol kenarlarında ilaç için bile arasan bir ağaç bulunmazdı. Yalnızca köylerde tek tük ceviz ya da badem ağaçlarına rastlanıyordu. Köye, daha doğrusu bir sütunu andıran dağın yamacına kondurulmuş birkaç eve vardığımızda kızların neden hemen evlendiğini anlamıştık. Baskın yemeye müsait bu dağ başında yaşlılar ve çocuklu birkaç aile dışında karakolda vazife yapan askerler yaşıyordu. Askerler terhisleri gecikmesin diye izin bile kullanmıyorlardı. Memleketleri olmasa diğerlerinin de burada duracağı yoktu. Bu ziyaretten, Bayram’la utangaç karşılaşmamız dışında hatırımda bir de eski günlerindeki yokluğa kıyasla et ve bulgurdan oluşan o mükellef sofra kalmış.

Sonrasında ben, üniversiteyi kazanıp büyük şehre gitmiş, onlardan da annelerinin ölmesi, babalarının Bursa’ya taşınıp çocuklu bir kadınla evlenmesi dışında bir daha haber alamamıştım.

Oğluma tableti açıp oyun oynayabileceğini söyledikten sonra, kardeşime Nalân ne yapıyormuş diye sordum. İlçeye taşınmış işte, dedi. “Geçen yıl bir kızı intihar etmiş, istediğine vermemişler. O günün akşamına çaya davet ettim, beş yaşındaki torunuyla geldi, kızının çocuğuymuş,” diye ekledi.

Torunuyla geldi, demek. Nerdeyse benim çocuğumla yaşıtmış. Bizimki daha büyüyecek, evlenecek.  Nasıl da uzak geliyor. Zaten baba olalı kaç yıl oldu ki şunun şurasında.

Kurulurken öylesine yakın gelen hayaller, gerçekleşme zamanı gelince ne kadar da uzak düşüyormuş birbirine. Bir düzende gittiğini sandığımız hayatın rotası nasıl da birden değişiveriyormuş. Ve bütün bunlar biz fark etmeden oluyormuş, hem de gözümüzün önünde.

Daldığım düşüncelerden oğlumun sesiyle sıyrıldım.

-Hala, sokakta çocuklar ekmeğe salça sürmüşler, çok canım çekti, sen de ketçap sürer misin benim için?

Editör: Hatice Akalın

Mehmet Akif Çeçen
Latest posts by Mehmet Akif Çeçen (see all)
Visited 18 times, 1 visit(s) today
Close