Yazar: 22:00 Makale

Rene Girard’ın Mimetik Arzusu

Giriş

Bu çalışma Rene Girard’ın ‘Romantik Yalan ve Romansal Hakikat’ kitabının incelenmesi, özetlenmesi ve açıklanması amacı gütmektedir.

Rene Girard’ın Kısa Bir Biyografisi

Rene Girard 1923’te Avignon’da doğdu. İlk ve Orta öğrenimini yine bu kentte tamamladı. Yüksek öğrenimini Paris’te arşiv ve eskiler belgeler konusunda yaptı. Doktorasını İndiana Üniversitesi’nden alan yazar Stanford Üniversitesi’nde görev yaptıktan sonra Kasım 2015’te hayatını kaybetmiştir. (Girard, 2017)

Mimesis Nedir?

Rene Girard’ın Mimetik Arzu teorisini anlayabilmek için öncelikle Mimesis kavramının ne olduğunu anlamamız gerekmektedir. Mimesis kavramını ilk ortaya atan ve geçmişten günümüze halen daha kullanımda olan mantığını açıklayan kişi MÖ. 385 – 323 yıllarında yaşamış olan Aristoteles’tir. Aristo aslında pek çok konu üzerine olduğu gibi sanat ve edebiyat üzerine de ciddi felsefi teoremler üretmiştir. Öyle ki bu fikirleri kendisinden sonra gelen pek çok filozof tarafından temel kabul edilmiştir. Aristoteles Mimesis kavramını Poetika adlı eserinde şu şekilde açıklamıştır: ‘‘Şimdi, destan [epopoiia]ve tragedya şiiri ayrıca komedya, dithyrambos şiiri ve aulos ile kithara sanatlarının hepsi ana hatlarıyla öyle ya da böyle taklittir.’ (Aristoteles, 2019, s. 1 – 3)  yani Aristoteles’e göre sanat doğayı bir taklitti ancak Platon’un dediği gibi doğayı olduğu gibi taklit etmek demek değildi. Mimesis kavramında bilinmesi gereken temel nokta sanatçı doğal olanı kendi içinden gelen arzu ve istekler doğrultusunda taklit eder. Yani sanatçı sıradan bir taklitçiden öte doğal olana arzu ve isteklerini ekler.

Üçgen Arzu

Girard’ın felsefesinin temeli aslında şematik gibi görünen ‘Üçgen Arzu’ teorisine dayanır. Ona göre Cervantes’in Don Kişot’undan Dostoyevski’nin Delikanlı’sına kadar pek çok dünya edebiyatı klasiği olan eser, bu fikirle ortaya çıkmıştır. Peki tüm mimetik arzu teorisinin temelini oluşturan bu üçgen arzu teorisi nedir? Bunu anlayabilmek için öncelikle söz konusu teorideki temel kavramları bilmeyiliz.

Dolayımlayıcı: Girard’ın üçgen arzu teorisinin temelini oluşturan üç kavramdan ilki dolayımlayıcıdır. Bu kavram için kısaca ‘örnek alınan kişi’ diyebiliriz.

Özne: Teorinin ikinci en önemli kavramı ise öznedir. Üçgen arzu teorisinin öznesi, dolayımlayıcıyı yani örnek alınan kişiyi kendisine örnek alan kişidir.

Nesne: Teorinin üçüncü ve son temel kavramı nesnedir. Aslında bana göre her şeyin nedeni nesnedir. Girard’a göre üçgen arzu teorisindeki nesne, ‘ilk başta dolayımlayıcının arzuladığı daha sonra onu örnek alan öznenin sahip olmak istediği’ arzu duyulan varlık’tır.

Şimdi bu teorinin ne olduğuna geçebiliriz. Teorinin açıklamasını Girard’ın kendi ağzından dinleyelim: ‘Don Kişot, bireyin temel ayrıcalığından Amadis adına vazgeçmiştir: Arzu ettiği nesneleri kendisi seçmiyor, onun adına Amadis yapıyordur bu işi. Mürit tüm şövalyelerin örnek aldıkları kişinin gösterdiği ya da gösterir gibi yaptığı nesneleri hedef almaktadır. Bu örnek kişiyi arzunun dolayımlayıcısı olarak adlandıracağız. Bir Hristiyanın varoluşu nasıl İsa’nın taklidiyse şövalyelerin varoluşları da Amadis’in taklididir. (Girard, 2017, s. 23)

Şimdi Girard’ın da dediği gibi ‘Edebi yorum da sistematik olmalıdır çünkü edebiyatın devamıdır’. (Girard, 2017, s. 24) diyoruz ve bu eleştiri teorisinin sitemini şematik biçimde açılamaya çalışıyoruz. Şöyle ki:

DOLAYIMLAYICI (ÖRNEK ALINAN)

                  ÖZNE (ÖRNEK ALAN)                              NESNE (ARZU DUYULAN)

Şekilde de görüldüğü üzere dolayımlayıcı üçgenin en tepesinde yer alır çünkü dolayımlayıcı hem nesneye hem de özneye ışık tutar ancak iki ışık arasında şöyle bir fark vardır. Dolayımlayıcının nesne üzerine tuttuğu ışık öznenin dikkatini nesne üzerine çekmek ve onun da dolayımlayıcısı gibi nesneyi arzulamasını sağlamak içindir. Öznenin üzerine tuttuğu ışık ise kendisinin özne üzerinde etkili olduğunu ve dolayımlayıcısı olduğunu göstermek amaçlı tuttuğu ışıktır.

Rene Girard Romantik Yalan ve Romansal Hakikat adlı eserinde dolayımlayıcıyla nesne yani arzu (dolayım) ilişkisine şöyle bir açıklama getirir: ‘Dolayımlayıcı hayal ürünüdür ama dolayım öyle değildir. Kahramanın arzularının arkasında gerçekten de üçüncü bir telkin vardır, bu kişi Amadis’in yaratıcısı, şövalye romanlarının yazarıdır.’ (Girard, 2017, s. 25) Görüldüğü üzere Girard doğrudan yazara yani Cervantes’e atıf yapar. Girard’ın bu fikrini şöyle açıklamaya çalışırsak, roman karakterleri tıpkı Girard’ın dediği gibi kurgudur, hayal ürünüdür ancak o karakterlerin hissettikleri sahte değildir. O karakterlerin yaratıcısı olan yazar, bu duyguların gerçek hissedicisi ve kendi oluşturduğu roman karakterlerine telkin edici olandır.

Dolayımlayıcı, Özne, Nesne İlişkisi: Üçlerin Bağıntısı

Öncelikle, başta bilinmesi gereken en baştan beri anlattığımız Girard’ın da dediği gibi roman karakteri olan özneler ‘…özgür iradeleriyle kendilerine buldukları örneklerin arzularını taklit ederler ya da taklit ettiklerini sanırlar.’ (Girard, 2017, s. 26) Girard buna örnek olarak pek çok örnek sunar: ‘Cervantes ya da Flaubert’in kişileri…’, ‘Mathilde de la Mole örneklerini ailesinin tarihinden alır. Julien Sorel Napolyon’u taklit eder.’ (Girard, 2017, s. 26)

Burada ilginç bir noktayı da es geçmemeliyiz. Girard bu ilginçliği şöyle dile getirir: ‘Kibirli bir kişiyi bir nesneyi arzulamaya ikna etmek için aynı nesnenin belli bir itibarı olan üçüncü bir kişi tarafından arzulanmış olması yeterlidir. Dolayımlayıcı burada bir rakiptir, kibir önce bu rakibin rakip olarak ortaya çıkmasına neden olmuş, onun varlığını dile getirmiştir sonra da onun yenilmesini istemiştir.’ (Girard, 2017, s. 27). Örnekte de gördüğümüz gibi dolayımlayıcı özne için örnek alınan kişi dışında bir rakip haline gelmiştir. 

Dolayımlayıcı ve özne arasındaki ilişkisel özelliklerden biri de dolayımlayıcı ve özne arasındaki ‘mesafe’ ilişkisidir. Bu mesafe ‘Coğrafi uzaklığın bir etken olabilmesine karşın ikisi arasındaki mesafe her şeyden önce kutsaldır.’ (Girard, 2017, s. 29). Burada söz konusu mesafeye dayalı iki farklı roman grubundan bahsedeceğiz:

  1. Dışsal Dolayım

Bu dolayım çeşitli romanlarda dolayımlayıcı ile özne arasındaki mesafe fazladır. Özne dolayımlayıcısının adını açıkça haykırır. Örnek kişiyi açıkça kutsar ve onun müridi olduğunu ilan eder.’ (Girard, 2017, s. 29)

  1. İçsel Dolayım

Bu dolayım çeşidinde ise dolayımlayıcı ile özne arasındaki mesafe azdır. Nesneye yönelen dürtü aslında dolayımlayıcıya yönelen dürtüdür. İçsel dolayımda bu dürtü bizzat dolayımcı tarafından engellenir çünkü o da o nesneyi arzu etmektedir ya da zaten o nesneye sahiptir. (Girard, 2017, s. 30). Bu nedenle dolayımlayıcı özne için artık bir rakip halini alır.

Bizim asıl üzerinde duracağımız dolayım çeşidi ise bu dolayım çeşididir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi dolayımlayıcı tarafından öznenin engellenmesi durumunda özne bu kez savunma durumuna geçer ve dolayımlayıcısına kendine kanıtlamak yerine aradaki bu ilişkiyi şiddetli biçimde reddeder. Özne, örnek kişinin onu mürit olarak kabul etmeyecek kadar kendini üstün gördüğünden emindir. Dolayısıyla özne, örnek karşısında birbiriyle çatışan iki duygu arasında bölünmüştür: en boyun eğmiş saygı ile en yoğun hınç. Bu nefret adını verdiğimiz tutkudur. (Girard, 2017, s. 30)

Bu nefretten ortaya, öznenin dolayımlayıcısını kıskanma ve haset etme duygusu ortaya çıkar. Girard bu konuyu şöyle açıklıyor: ‘Max Scheler ressentiment’ın kaynakları arasında ‘haset, kıskançlık ve rekabeti’ de sayıyor. Haseti şöyle tanımlıyor: ‘Bir şeyi elde etme çabamızı etkisizleştiren bir iktidarsızlık hissi ki, bu şeyin başkasına ait olmasının ürünüdür.’ (Girard, 2017, s. 33). 

Yani haset duygusunun ortaya çıkmasının asıl nedeni yalnızca, öznenin kendisine ait olmayan bir şeyin dolayımlayıcıya ait olması durumu değildir, bu tek başına yeterli gelmez. Bununla beraber öznenin, arzu edilen nesneye sahip olma çabalarının dolayımlayıcı tarafından engellenmesi, haset duygusunun asıl ortaya çıkış sebebidir.

Şimdi ise işin içine kibir ve tutku kavramları girmiş bulunmakta. Onları da açıklamalıyız. Burada kibir ve tutku arasındaki farkı basitçe şöyle açıklayabiliriz. Eğer ki roman kahramanları arasında bir aşk durumu varsa aradaki bu ilişkinin tutku mu yoksa kibir mi olduğunu şöyle anlarız. Aşık olan karakter yani özne aşık olduğu karakteri değiştirmeye çalışıyorsa bunun adı kibirdir. Örnek olarak Stendhald’ın romanlarından bir misal: ‘Gerçek Mathilde arzu etmediği kadın.’ (Girard, 2017, s. 36). Eğer aşık olan karakter yani özne aşık olduğu karakteri değiştirmeye çalışmıyorsa bunun adı gerçek aşk, tutkulu aşktır. Örnek yine Stendhal’den ‘Gerçek aşk, Fabrice’in Clelia’ya duyduğu , Julien’in sonunda Madame de Renal’de bulduğu gerçek aşk, kişileri değiştirmez.’ (Girard, 2017, s. 36). Girard ise bu konu hakkında şöyle bir görüş dile getirir: ‘En güçlü arzular tutkulu arzulardır. Kibirle ilgili arzular gerçek arzuların solgun yansımalarıdır.’ (Girard, 2017, s. 36)

Rene Girard’ın yukarıda nasıl bir nasıl taklitten söz ettiğini anlatmış olduk. Yani aslında mimetik arzu kibrin, tutkunun taklidi olmasından gelmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi ‘Kibirle ilgili arzular gerçek arzuların gerçek arzuların solgun yansımalarıdır.’ 

Şimdi ise üçgen arzu teorisinin bir diğer odak noktalarından biri olan züppe kavramını açıklayacağız. Girard’a göre züppe de bir taklitçidir. Hem de ‘kölece’ bir taklit içinde olur. Züppe ise kendisine zengin, makam sahibi, şıklığına önem verdiği bir dolayımlayıcı seçer.  Züppe kendini taklidinde kölecesine bağlı olduğu dolayımlayıcısı karşısında alçak değildir, hiçbir zaman alçak olarak ortaya çıkmaz. Züppe alçak değildir, kendini alçaltır. (Girard, 2017, s. 72). Bununla beraber züppe sosyetik dolayımlayıcılarından alçak bir mevkide de değildir. Züppe dolayımlayıcılarından servet, çekicilik ve yetenek olarak üstündür. Yani aslında ‘… züppeliğin özü saçmalıktır.’ (Girard, 2017, s. 72). 

Dolayımlayıcı ve özne ilişkisi Ebedi Koca’da kendini son derece belirgin biçimde gösterir ancak buradaki fark özne zorla arzu ettiğini dolayımlayıcısının önüne atar adeta ona sunar. Bundaki tek amacı ise dolayımlayıcısının onayını almak ve dolayımlayıcısının onayladığı arzu nesnesine kendi sahip olarak dolayımlayıcısını yenmektir. Pavel Pavloviç’in karısı yani arzu nesnesi ölmüştür. Pavloviç karısının sevgilisi olan aynı zamanda da dolayımlayıcısı olan Veltçaninov’un yanına gider ve onunla tanışır, dostluk kurar. Bir süre sonra Pavloviç yeniden evlenmeyi düşünür ve nişanlanır. Veltçaninov’dan da nişanlısına bir hediye beğenmesini ister ve ardından onunla beraber nişanlısının evindeki yemeğe katılmasını ister. Veltçaninov bunu istemese de zorla kabul ettirir, Pavloviç. Hediyeyi Veltçaninov seçer ve yemekte de bütün ilgi odağı Veltçaninov olur, yaptıklarıyla. İlgi duyanlardan biri de Pavloviç’in nişanlısıdır. Burada görüldüğü üzere özne yani Pavloviç dolayımlayıcısı olan Veltçaninov’un onayını almak ister. Onun da ilgi duyduğu ve beğendiği bir şeye sahip olarak Veltçaninov’u yeneceğini düşünmektedir. Bu duruma bir örnek olarak da dolayımlayıcı Lotario, özne Anselmo ve nesne Camila üçgen arzusunu verebiliriz. ‘Her iki öyküde de kahraman sevdiği kadını dolayımlayıcıya adeta sunar, inanan birisinin tanrısına bir kurban sunması gibi ancak inan nesneyi tanrısına yararlanması için sunar, içsel dolayımın kahramanıysa nesneyi tanrı yararlanmasın diye sunar.’ (Girard, 2017, s. 58). Aslında ‘Kahramanın tek istediği nesne dolayımlayıcıyı hüsrana uğratan nesnedir. Sonuç olarak onu tek ilgilendiren bu küstah dolayımlayıcıyı kesin olarak yenmektir.’ (Girard, 2017, s. 58). 

İnsanlar Birbirleri İçin Birer Tanrı Olacaklar

Girard en başta da belirttiğimiz üzere dolayımlayıcı ve özne ilişkisini açıklarken dolayımlayıcının bir süre sonra özne için artık Tanrı halini almaya başlayacağını söylemişti. Bu başlık altında bu kavramın nasıl olduğunu ve ne demek olduğunu anlamaya çalışacağız.

Daha önce de söylediğimiz gibi dolayımlayıcı ve özne arasındaki ilişki birbirlerine olan uzaklıklarına bağlıydı. Şimdi ise karşımıza ikinci bir özellik çıkıyor: ‘Nesnenin varlığı’. Nesne kendi başına hiçbir şey ifade etmez ne zaman ki nesne dolayımlayıcının bir arzu nesnesi haline gelir o vakit özne için de artık nesne arzu nesnesi halini alır. Girard bunu şu cümlelerle ifade eder: ‘Nesne yalnızca dolayımlayıcıya ulaşmanın yoludur. Arzunun hedeflediği, bu dolayımlayıcının varlığıdır.’ (Girard, 2017, s. 60). Bu noktada işler biraz garipleşmeye başlar. ‘Arzulayan özne kendi dolayımlayıcısı olmak ister; dolayımlayıcının mükemmel şövalye kişiliğini ya da karşı konulmaz baştan çıkarıcı kişiliğini çalmak ister.’ (Girard, 2017, s. 60) Burada dikkat çekici ve enteresan olan bir diğer nokta ise Girard’ın belirttiği gibi: Bu amaç aşkta da nefrette de aynıdır.’ Yani aslında özne her şeyiyle tüm karakteriyle dolayımlayıcısının özelliklerini ‘kendi potasında eritmek ister.’ 

Hal böyleyken özne dolayımlayıcısı her şeyiyle taklit etmeye başlayacağı için en azından öyle yapmaya çalışacağı için artık kendi karakterinden nefret duymaya başlar. Girard kitabında Swann’ların Tarafı’ından alıntı yaparak konuyu şöyle örneklendirir: ‘Ben olmayan her şey, dünya ve kişiler, bana daha değerli, daha önemli, daha gerçek bir hayatla dolu görünüyordu.’ (Girard, 2017, s. 61).

Peki o zaman insanlar nasıl olacak da birbirlerinin tanrıları olacaklar. Onu da Girard şyöle anlatıyor: ‘Dostoyevski’ye özgü bilinç, tıpkı Kieregaard’ın Ben’i gibi dışsal bir dayanak olmadan varlığını sürdüremez. Tanrı-dolayımlayıcıdan vazgeçtiği anda insan-dolayımlayıcının etkisi altına düşer.’ (Girard, 2017, s. 64). Peki bu ne demek yani özne kendi hiçliğinin yüzüne bakmaya cesaret edemediği için görünüşte lanetten etkilenmemiş olan dolayımlayıcısına koşar, Tanrı olarak onu benimser. Bu bölümü Girard’ın konuyu mükemmel şekilde özetleyen örneğiyle kapatalım: ‘Yakışıklı sizsiniz Stavrogin! Diye bağırdı Piyotr Stepanoviç kendinden geçerek… Benim putum sizsiniz! Hiç kimsenin onurunu kırmıyorsunuz yine de herkes sizden nefret ediyor; insanlara kendi eşitiniz gibi davranıyorsunuz yine de sizden korkuyorlar… Siz şerefsiniz, güneşsiniz, bense yalnızca bir solucanım.

Arzunun Dönüşümleri

Girard’a göre nesne, dolayımlayıcı ve özne arasındaki arzu ilişkisi farklı dönüşümler geçirebilir. Her şeyden önce bilinmelidir ki arzu hem özneye yaklaştıkça hem de dolayımlayıcısına yaklaştıkça her ikisi için de arzunun yoğunlaşması artar. Peki bu arzu neye göre değişir. Bunu Girard’la açıklayalım: ‘Bu arzunun yoğunluğu da değişkendir. Nesnenin sahip olduğu ‘metafizik erdeme’ göre değişir ve bu erdem de nesneyle dolayımlayıcıyı ayıran mesafeye bağlıdır.’

Örnek yine Girard’tan gelir: ‘Bir aziz ile kutsal eşyalar arasındaki ilişki neyse dolayımlayıcı ile nesne arasındaki ilişkide odur. Azizin tesbihi ya da giydiği bir giysi, yalnızca ellediği ya da kutsadığı bir madalyondan daha çok aranan eşyalardır. Bir kutsal eşyanın değeri onu azizden ayıran ‘mesafenin’ kısalığına bağlıdır.

Stendhal ise başka bir pencereden olaya bakar ve Girard bu durumu şöyle anlatır: ‘ Stendhal arzunun gücüyle nesnenin önemi arasında ters orantılı bir ilişki olduğunun farkındaydı elbet. Şöyle yazmıştı: ‘Toplumsal fark ne kadar küçükse o kadar çok gösterişe yer açar. Yani kısaca söylemek gerekirse iki farklı birey arasındaki sosyal statü seviyesi birbirine ne kadar yakınsa aralarındaki belirtme ihtiyacı o derece artar ve ellerindeki tüm gösterişi ortaya sererler.

Şimdiye kadar dolayımlayıcının özne üzerindeki yıkılamaz etkisinden bahsettik. Şimdi ise bu etkinin nasıl yıkılabileceğinden ve bu yıkılma sonrasında öznenin neler yapabileceğinden bahsedelim. Önceden de belirtiğimiz gibi metafizik erdem değişimlerinden bahsetmiştik. Peki bu nasıl olur. Şöyle ki eğer özne bir şekilde dolayımlayıcısından arzu nesnesini ele geçirirse onun aslında gerçek arzu nesnesi olmadığının farkına varır ve büyük bir hayal kırıklığına uğrar. ‘ Bu yüzden, dolayımlayıcı kahramana yaklaştıkça hayal kırıklığı artar.’ (Girard, 2017, s. 85) .Girard, bu hayal kırıklığının fiziksel değil tamamıyla metafizik bir hayal kırıklığı olduğunu belirtir. Peki bu hayal kırıklığı durumunda kahraman yani özne ne yapar? Burada ise bizi iki ihtimal karşılar: kahraman yani özne ya dolayımlayıcısına sadık kalıp gerçek arzu nesnesini bulana kadar kendine başka bir arzu nesnesi arar ya da dolayımlayıcısını değiştirip her şeyini tekrardan değiştirmeyi göze alır.

Efendi ve Köle

Tüm incelediğimiz konu boyunca aslında bir nevi efendi ve köle ilişkisinden bahsediyoruz. Açıkça görülüyor ki efendi: dolayımlayıcının kendisi, köle: öznenin ta kendisidir. Peki efendi ve köle arasındaki ilişkinin kilit noktası ne o zaman? Bu da nesnedir kuşkusuz ancak nesne tek başına bir hiç hükmündedir, yalnız başına değersiz bir varlıktır. Onu anlamlandıran özne ve dolayımlayıcı ile olan ilişkisidir, bu ilişki de ‘arzu’dur. 

Bahsedilen bu arzu metafizik bir arzudur ve son derece bulaşıcıdır. Nereden ne şekilde bulaşacağı ve kahramanı etkisi altına alacağı bilinemez. Dolayımlayıcı ve özne arasındaki arzu ilişkisinde de özne yani kahraman dolayımlayıcıya yaklaştıkça bu metafizik arzunun bulaşma ihtimali artar, daha bulaşıcı bir hal alır.

Özne ve dolayımlayıcı arasında şimdiye kadar bahsetmediğimiz bir dolayım türü daha vardır: ‘Çifte Dolayım’ çifte dolayımı Girard’ın şu örneğiyle açıklayalım: ‘Renal, Valenod’un arzusunu taklit etmeye çalışıyordu, şimdi Renal’in arzusunu taklit eden Valenod’tur.’ (Girard, 2017, s. 94). Yani söz konusu dolayım türü aslında dolayımlayıcı ve öznenin yer değiştirmesidir. Bir süre sonra özne dolayımlayıcı, dolayımlayıcı ise özne halini almıştır.

‘Çifte dolayımda nesne arzulanmakla kalmaz, başkasına ait olmasından da aynı ölçüde korkulur.’ (Girard, 2017, s. 95). İçsel dolayım evreninde arzular arası enteresan bir ilişki de söz konusudur. Öyle ki içsel dolayım evreninde her arzu kendine rakip arzular yaratabilir. Bunun nedeni ise öznenin her şeyiyle arzu nesnesine duyduğu arzusunu tüm içtenliğiyle açığa vurmasıdır. Böyle bir durumda özne her bir adımda kendine yeni engeller yaratacaktır. Yani burada asıl mesele sinsi olmaktır. Özne nesnesine arzusunu belli etmemelidir. Bu durumun çifte dolayımla olan ilişkisi ise şöyledir: ‘Zafer yalanını en iyi savunan aşığa aittir. Bir hatadır arzuyu açığa vurmak, karşı taraf bir kez kendi arzusunu açığa vurduğunda o hatayı yinelemek artık insanın içinden gelmeyeceği için daha da bağışlanmaz bir hata.’ (Girard, 2017, s. 100). Eğer dolayımlayıcı bir kez nesnesine arzusunu itiraf ederse artık roller değişir ve özne yavaş yavaş dolayımlayıcının yerini alarak yeni dolayımlayıcı halini alır. Bu vakitten sonra rollerin tekrar değişmesi ise olanaksızdır der Girard, zira eski dolayımlayıcı arzusunu nesnesine itiraf ederek dolayımlayıcı olmasının özünü yitirir. 

Kırmızı ve Siyah

Edebiyat tarihçilerinin bize söylediklerine göre Stendhal’in düşüncelerinin çoğu filozofların ya da ideologların mirasıdır.’ (Girard, 2017, s. 103). Diyerek söze başlıyor Girard bu bölümde. Stendhal’a göre kibir mutluluğun önündeki bir engeldir. Girard bu fikrini şu cümleleriyle açıklıyor: ‘Diğer insanlardan üstün olduğumuzu keşfetmek için bir karşılaştırmaya ihtiyacımız vardır: karşılaştırma demek, yaklaştırmak, aynı düzleme koymak ve bir ölçüde de karşılaştırılan nesnelere eşit davranmak demektir.’  Bu noktada Stendhal’ın romanlarında soyluluk konusu devreye girmektedir. Stendhal’in romanlarında ‘…soyluluk toplumsal bir sınıf olarak kibre adanmıştır.’ (Girard, 2017, s. 107). Girard Stendhal devrinden bahsederken insanların kral 14.Louis’e bakış açılarından bahseder. Ona göre ‘ Güneş Kral, çevresindeki tüm insanların dolayımlayıcısıdır.’ ‘Büyük efendi her zaman rahat, her zaman zariftir çünkü güneşe diğer insanlardan daha yakın olduğunun, dolayısıyla onlardan daha az insan olduğunun ve tanrısal ışınlar tarafından aydınlatıldığının bilincindedir.’ (Girard, 2017, s. 107). Bununla beraber bilinmelidir ki dışsal dolayımdan içsele geçiş soyluların çöküşünün son evresidir. 

Stendhal’in romanlarında çifte dolayım konusu da mühim bir yer kaplar. Onun romanlarında çifte dolayım sınıflar ve bireyler arasındaki farkların bir potada eridiği yerdir. Yani aslında Stendhal’in romanlarında karakterler sürekli yer değiştirir.

Ayrıca Stendhal Kırmızı ve Siyah’ta aristokratların da suçlu olduğunu üstüne basa basa sürekli dile getirmektedir. Bunu Girard şu sözleriyle açığa çıkarır: ‘Aristokratlar ne masumdur ne baskı altında: yalnızca kibirlidirler; ayrıcalığı, basit birer sonradan görme oldukları için istemektedirler. Ne pahasına olursa olsun saklanılması gereken hakikat budur. Alçaktırlar çünkü ‘soyluluğa değer verirler.’ (Girard, 2017, s. 114). Bununla beraber Girard kitabında Stendhal’in siyasi görüş ve aşamalarından da bahsetmiştir ancak biz bunlardan bahsetmeyeceğiz zira konunun fazla detayı olan mevzular bulunmaktadır. Ayrıca kitapta hali hazırda açıklanmaktadır.

Son olarak şunu da söylemeliyiz ki Girard kitabında Flaubert ve Stendhal’i küçük bir kıyaslamaya tabi tutar ancak bu kıyaslama çok detaylı bir kıyaslama değildir. Üzerinde durulması gerek nokta Stendhal de Flaubert de siyasette bir tanrı tanımazdır. Aristokratları ve bürokratları tanımazlar.

Stendhal, Cervantes ve Flaubert’de Teknik Sorunlar

Girard üç romancı için de aynı şeyin var olduğunu söyler:‘Çifte dolayım yavaş yavaş düşünceleri, inançları ve değerleri yiyip yutar ama dış kabuğa saygı gösterir: dıştan bakıldığında yaşıyor gibidir. Değerlerin bu gizli çözülüşü onların yansıttığı varsayılan dilin de çözülmesini birlikte getirir.’ (Girard, 2017, s. 122). Ayrıca Girard Stendhal’in kibirlisi hakkında şu yorumu yapar:‘Stendhal’in kibirlisi, zaman aşımına uğramış sınıflandırmalara ve fosilleşmiş bir dile sadık kaldığı için insanlar arasındaki gerçek farklılıkları görmeyebilir ve soyut farklılıkları çoğaltabilir.’ (Girard, 2017, s. 122)

Kibirle beraber bir de tutkulu kişi vardır: ‘ Tutkulu kişi tepetaklak olmuş bir dünyada doğru yönü gösteren bir ibre işlevi görür. Tutkulu kişi ‘istisna’, kibirli kişi ‘olağan’ durumdur.’ (Girard, 2017, s. 123). Cervantes bize düz bir dünyada ters bir kahraman sunar. Stendhal ise ters bir dünyada düz bir kahraman sunar. Kişinin kibre yakınlaşması dolayımlayıcıyı da özneye yaklaştırır. (Girard, 2017, s. 124).

Girard kitabında bunların dışında romansal barışmadan da söz eder. ‘Romansal barışmanın estetik ve etik iki anlamı vardır. Romancı kahraman, metafizik arzuyu aştığı ve onu büyüleyen dolayımlayıcıda kendisi gibi birini bulduğu içindir ki üçüncü romansal boyutu elde edebiliyordur.’ (Girard, 2017, s. 127)

Görmüş olduk ki kendiliğinden arzu Cervantes’te olağan durum, Stendhal’de ise istisna bir durumdur.

Kahramanın Çileciliği

Özne olan kahramana arzu üçgeninde şüphesiz çilekeş bir haldedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi özne arzusunu kesinlikle belli etmemelidir. Bunu hem nesne için hem de dolayımlayıcı için yapmalıdır zira dolayımlayıcının sezgileri çok güçlüdür. Dolayımlayıcı artık bir tanrı hüviyeti kazanmıştır; ‘Dolayımlayıcı İncil’in Tanrısı gibi yürekleri ve böğürleri yoklar.’ (Girard, 2017, s. 132). Girard bu konuda der ki: ‘Üçgen bağlamda arzu uğruna çilecilik, dinsel görüş bağlamında ‘dikey’ çilecilik kadar yerinde ve verimlidir.’ (Girard, 2017, s. 134). Aynı zamanda Girard arzu etkisi altındaki öznenin düşünce dünyası için şunları söyler: ‘Metafizik arzunun kurbanları her zaman kendi nefretlerine uyacak siyasal, dinsel ve felsefi düşünceleri benimserler. Düşünce aşağılanmış ve gocunmuş bilinçler için bir silahtan başka bir şey değildir artık.’ (Girard, 2017, s. 135). Kesinlikle bilinmelidir ki ‘Arzu uğruna çilecilik üçgen arzunun kaçınılmaz sonucudur.’ 

İçsel dolayımın da özellikle cinsel alanda çok acıklı sonuçları vardır. Öznenin arzusu dolayımlayıcının bedenine yöneliktir. Böylece dolayımlayıcı o nesnenin mutlak efendisi olur; keyfine göre onun elde edilmesine izin verir ya da vermez. Bu kez işler biraz daha garipleşmeye başlar …aşık ancak ilgisizmiş gibi davranarak sevdiği kişinin arzularını kendine çekmeyi umabilir. (Girard, 2017, s. 137). Bu nedenledir ki kendini cinsel arzuya bırakması aşık için her zaman korkulacak sonuçlar doğurur. (Girard, 2017, s. 137). Görüldüğü cinsellik arzu uğruna çilecilik gerektirir. Bundan sonraki durumu Girard şöyle anlatır: ‘Bilinç kontrolü yitirmeye başlar. Arzuya direnme gitgide daha acı vericidir ama artık iradeye bağlı değildir. Onu ters yönlere çeken iki gücün arasında kalan özne büyülenme halindedir. (Girard, 2017, s. 137)

Mazoşizm ve Sadizm

Mazoşizm ve sadizm bildiğimiz anlamlarıyla şöyledir:

Mazoşizm: Kendisini aşağılayan, kendisine ruhsal ve özellikle fiziksel acı veren davranışlardan hoşlanma biçiminde beliren sapkınlık.

Sadizm: Sadist, başkalarına acı çektirerek zihnen doyum sağlayan kimse anlamına gelir.

Girard’ta mazoşizm şöyledir: ‘Mazoşist her şeyden önce bıkkın bir efendidir. Sürekli bir başarı tarafından, başka bir deyişle sürekli bir hayal kırıklığı tarafından kendi başarısızlığını arzu etmeye itilen bir adamdır; yalnızca bu başarısızlık onun için gerçek bir tanrıyı, kendi girişimlerinden etkilenmeyen bir dolayımlayıcıyı ortaya çıkarabilecektir.’ (Girard, 2017, s. 149). Görüldüğü üzere Girard’ın mazoşizmi daha çok başarı sanılan bir başarısızlığın zorla ittiği başarısızlıktan zevk alma durumudur. Peki bu durum nasıl olur? Bunu yine Girard açıklar: ‘Diğer metafizik arzu kurbanlarına göre mazoşist hem daha berrak kafalı hem daha kördür. Daha berraktır çünkü arzulayan özneler arasında bir tek o içsel dolayımla engel arasındaki ilişkiyi görür; daha kördür çünkü bu bilinçlenmenin gerektirdiği sonuca varmak yerine -başka bir deyişle, sapmış aşkınlıktan kaçmak yerine- engelin üstüne atılarak çelişkili bir biçimde arzusunu tatmin etmeye çabalar ve böylece kendini yenilgiye ve acıya mahkum eder. (Girard, 2017, s. 150)

Sadizm ise ‘mazoşizmin diyalektik olarak tersyüz oluşudur.’ (Girard, 2017, s. 155). Özne artık kurban rolünü oynamaktan sıkılır ve işkenceci olma rolünü seçer. Üçgen arzu anlayışı  bu sık sık olan değişimi açıklayabilmektedir. İkisi arasındaki fark ise ‘mazoşist kendi rolünü oynuyor ve kendi arzusunu taklit ediyordu; oysa sadist dolayımlayıcının rolünü oynamaktadır.’ (Girard, 2017, s. 155)

Sadizm için önemli olan birkaç nokta ise şöyledir: ‘ Sadist ancak kurbanını ikindi bir kendisi yaparak dolayımlayıcı olduğu yanılsamasına inandırabilir kendini’, ‘Sadistin eziyet gördüğünü sandığı için eziyet ettiği söylenir sık sık. (Girard, 2017, s. 155). ‘Sadist, kötülük yaparken bile kendini kurbanla, yani eziyet gören masumiyetle özdeşleştirilir.’ (Girard, 2017, s. 157) .

Proust’un Dünyaları

Girard kitabının bu bölümünde ise Proust’un roman karakterleri ve olay kurguları üzerinde durmuştur. Bu bölümü doğrudan alıntılar ile açıklayacağız. İlk isim Combray: ‘Combray kapalı bir evrendir. Çocuk anne babasının ve aile putlarının gölgesinde, tıpkı bir ortaçağ kasabasının çan kulesinin gölgesinde yaşadığı mutlu mahremiyet içinde yaşar. Combray tüm aile fertlerinin ortak bir vizyonudur. Gerçeğe belli bir düzen kabul ettirilmiş ve artık ikisi birbirinden ayırt edilemez olmuştur. Combray’nin ilk simgesi büyülü fenerdir; bu büyülü fenerin imgeleri, yansıtıldıkları nesnelerin biçimini alır ve odanın duvarları, abajurlar, kapı tokmakları da onları yine geri yollar bize.’ (Girard, 2017, s. 161)

Diğer sahne Verdurinler’in salonudur. Girard bu salonda pek dolayımlayıcı ilah olduğundan bahseder ve Tanrıya saygısızlığın Combray’den daha sert bir şekilde cezalandırıldığını söyler. (Girard, 2017, s. 166). 

Metafizik arzunun doğurduğu karşıtlıklar ve çelişkiler Swann’ın Bir Aşk’ından bile daha belirgin ve acılıdır çünkü dolayımlayıcı çok yaklaşmıştır. (Girard, 2017, s. 171).

Daha sonra Proust’un romanlarında ikinci dünya savaşının etkilerini de gördüğümüzü söyler ve bunların örnekleriyle açıklar Girard.

Bu bölümle alakalı şahsi olarak önemli gördüğüm son alıntı şudur: ‘Paul Valery ve Jean Paul Sartre gibi birbirinden çok farklı kafalar Proust’un sözlerinin havailiğini eleştirmekte el birliği ederler. (Girard, 2017, s. 186)

Proust’ta ve Dostoyevski’de Teknik Sorunlar

Bu bölümde bir önceki bölüm gibi alıntılar yoluyla özetlenecektir.

Bölüme baktığımızda Girard ilk olarak Proust ve Combray ile söze başlıyor: ‘Combray bir nesne değildir, tüm nesnelerin içinde yüzdüğü bir ışıktır.’, ‘Proust bize, bir nesnenin Combray ile dış dünya için aynı olmadığını gösterir. Romancı, çözümlemek ve ‘küçük parçacıklara ayırmak’ amacıyla ‘mikroskop’ altında inceliyor değildir nesneleri; tam tersine, bizim fetişizmimizce nesnel verilere parçalanan öznel algıları yeniden birleştiriyordur.’ (Girard, 2017, s. 185). Hemen ardından Stendhal ile devam eder: ‘Proust’un görüngübilimi, tüm büyük romancılarda bulunan bazı önsezileri berraklaştırıp geliştiriyordur o kadar.’ (Girard, 2017, s. 188). Yani Girard Proust’un görüngübilimine ayrıyeten farklı bir şey katmadığını söyler ve bir başka yerde şöyle devam eder: ‘ yanılmacanın iki kurbanı tez ve antitezdir; romancının bakış açısıysa sentezdir.’ (Girard, 2017, s. 189)

Proust ile Emile Zola ve Alain Robbe-Grillet’i kıyaslayan Girard, Proust’un diğer iki yazara göre romanlarında daha çok romansal mizah yaptığını ve özsel yanılmacaları etkili biçimde kullandığını belirtir. (Girard, 2017, s. 190). Girard, Proust’un  metafizik arzusunu da örnekleriyle kısaca şöyle açıklar: ‘Proust’un romanında metafizik arzunun üç temel evresini gördük: Combray, Verdurin salonu ve Charlus. Bu üç evre doğal olarak anlatıcının deneyimiyle ilişkilidir: anlatıcının Yeniden Bulunmuş Zaman’a gelinceye kadar geçirdiği ruhsal evrimi tanımlar.’ (Girard, 2017, s. 196)

Dostoyevski ile Proust’un kıyaslanmaları ise şu örneklerde yapılmaktadır: ‘Duyguları saklayıp sözleri gösterme yöntemini Proust Kullanmaz ama Dostoyevski’nin yapıtının büyük bölümünde kullandığı yöntem budur.’ (Girard, 2017, s. 198), ‘Proust’ta karmaşıklık cümle düzeyindedir, Dostoyevski’de tüm roman düzeyinde. Kayıp Zamanın İzinde’yi herhangi bir yerden okumaya başlasak bile anlayabiliriz. Oysa bir Dostoyevski yapıtını hiç sayfa atlamadan başından sonuna okumak gerekir.’, ‘Bu iki romancıdan anlaşılmama riski daha büyük olan Dostoyevski’dir kuşkusuz.’ (Girard, 2017, s. 199)

Aynı zamanda Girard varoluşsal anın ilk kez Proust’ta ortaya çıkmasına rağmen Dostoyevski’de karakterlerin varoluşsal sorunların doğurganlığının zirvesini yaşadığını belirtir. (Girard, 2017, s. 200). Bu noktada Girard’ın yaptığı kıyaslamaya göre Dostoyevski’nin karakterleri Proust’un karakterlerine göre çok daha dengesizdir ve bu dengesizlik Dostoyevski’ye bir ‘eşsizlik’ katar. (Girard, 2017, s. 203). Bu bölümle son olarak Girard’ın roman karakterleri için yaptığı şu açıklamayı söylemeliyiz: ‘Anne-babalar, çocuklarına göre dolayımlayıcılarından daha uzaktadırlar ve Dostoyevski’nin yapıtının ‘Proust yamacı’ olarak adlandırmak istediğimiz şeyi bu anne-baba evrenine yerleştirmemiz gerekir.’ (Girard, 2017, s. 202)

Dostoyevski Kıyameti

Kitabın sondan bir önceki bölümünde Girard Dostoyevski’nin eserlerinde kıyamet olgusundan bahseder. Girişe özgürlük kavramının diyalektik ve mantıki bir senteziyle başlar: ‘Özgürlük kuramı bir romana uygulandığında ister istemez belirsizleşir. Eğer romancı özgürse kişileri nasıl özgür olabilir? Özgürlük paylaşılmaz, yaratıcıyla yaratılan arasında bile. (Girard, 2017, s. 206).’, ‘Ya romancı özgürdür ve kişileri değildir, ya da kişiler özgürdür ve romancı da yoktur, tıpkı Tanrı’nın olmadığı gibi.’ (Girard, 2017, s. 207). Bundan sonra Dostoyevski’de metafizik arzunun özgürlüğü köleleştirdiği söylenir. (Girard, 2017, s. 208). Bundan sonra Girard yeraltı adamındaki kurmacayla Dostoyevski’nin yarattığı kahraman arasında bir benzerlik bulunmadığını söyler ancak bu kahraman tipi günümüz kurmacasındaki kahraman tipine epeyce benzediğini söyler. (Girard, 2017, s. 208). 

Girard’ın Dostoyevski’sinde ‘Şu iki nedenden biri olmalı: Ya her tür metafizik arzudan arınmışızdır ya da bu arzu tümüyle gözümüzden kaçacak ölçüde ele geçirmiştir bizi.’ (Girard, 2017, s. 208). Girard Dostoyevski’yi açıklamaya devam eder: ‘Dostoyevski hem psikolojik hem de metafizik bütünlüğü reddeder. Psikolojik yanılsamayı reddeder çünkü metafizik yanılsamayı da ha etkisizleştirmeyi amaçlıyordur. Bağımsızlık isteği tutsaklığı doğurur ama yeraltı adamı bunu bilmez, bilmek istemez. (Girard, 2017, s. 209)

Girard özgürlük hakkında kendi fikirlerini ise şöyle dile getirir: ‘Özgür olduğumuzu iddia ediyoruz ama doğruyu söylemiyoruz. Gülünç Tanrılar tarafından hipnotize edilmişiz ve acımız onların gülünç olduklarını bilmekle daha da artıyor. Tıpkı yeraltı adamı gibi karşıt güçler arasındaki dengenin sabitleştirdiği rahatsız bir yörüngede bu tanrıların çevresinde dönüyoruz durmadan: (Girard, 2017, s. 213)

Ardından Girard insanın kıyametine gelir: ‘‘Metafizik arzunun hakikati ölümdür. O arzuyu oluşturan çelişkinin kaçınılmaz sonucudur bu. Romansal yapıtlar ölümü haber veren işaretlerle doludur ama kehanet gerçekleşmedikçe işaretler muğlak kalır. Ölüm ortaya çıktığı anda, kendisine varan yolu aydınlatır; dolayımlanmış sisteme getirdiğimiz yorumu zenginleştirir; metafizik arzunun birçok yönüne tam anlamını verir. (Girard, 2017, s. 226).

Sonuç

Bu bölümü doğrudan kitaptan yapılan alıntılamalarla özetleyeceğiz.

‘Arzunun hakikati ölümdür ama ölüm romansal yapıtın hakikati değildir.’ (Girard, 2017, s. 232).

‘Stepan ölüme yaklaştıkça yalandan uzaklaşır: ‘Hayatım boyunca yalan söyledim, doğruyu söylerken bile. Hiçbir zaman hakikat için değil her zaman yalnızca kendim için konuştum. Bunu daha önce biliyordum ama yalnız şimdi görüyorum.’ Stepan eski düşüncelerine açıkça ters düşen sözler söylemektedir. (Girard, 2017, s. 232).

‘Romantik eleştirmenlerin düşmanlığını anlamak kolaydır. Bütün kahramanlar sonuç bölümünde eski düşünceleriyle açıkça çelişen düşünceler dile getirirler, oysa bu eski düşünceler her zaman romantik eleştirmenlerin düşünceleridir.’, ‘Eleştirmenler yanılmış olduklarını kabul etmek istemezler; dolayısıyla sonucun taçlandırdığı yapıta layık olmadığı fikrini savunmaları gerekir.’ (Girard, 2017, s. 234).

‘Kahraman tanrısallıktan vazgeçmekle kölelikten de vazgeçer. Varoluşunun düzlemleri ters çevrilir, metafizik arzunun tüm etkileri tam ters etkilerle yer değiştirir. Yalanın yerine hakikat geçer, sancının yerine anımsama, telaşın yerine sakinlik, nefretin yerine sevgi, aşağılama yerine alçakgönüllülük, Öteki’ne göre arzunun yerine Kendi’ne göre arzu, saptırılmış aşkınlık yerine dikey aşkınlık.’ (Girard, 2017, s. 235).

‘Büyük romansal yaratılar, aşılmış bir büyülenmenin ürünüdür hep. Kahraman nefret ettiği rakibinde kendini görür: nefretin telkin ettiği ‘farklılıklardan’ vazgeçer. Psikolojik dairenin varlığını kendi gururu pahasına öğrenir.’ (Girard, 2017, s. 239).

‘Kahraman , gururun aldatıcı ilahından vazgeçerek kölelikten kurtulur ve sonunda mutsuzluğunun hakikatine erişir. Bu vazgeçiş, yaratıcı vazgeçişten ayırt edilemez. Romantik bir yazarı gerçek bir romancı yapan metafizik arzuyu yenmesidir.’ (Girard, 2017, s. 244).

‘İmkansız sonuç, uzlaşmanın ötesinde değil de berisinde kalan bir ‘edebi uzamı’ tanımlar. Bu uzamın bizim sancılı çağımızda ulaşılabilecek tek uzam olması, roman yapısının evrimini göz önünde tutanlar için endişe verici ancak şaşırtıcı değildir.’ (Girard, 2017, s. 246).

Muhammet Onur Gül
Latest posts by Muhammet Onur Gül (see all)
Visited 74 times, 1 visit(s) today
Close