Yazar: 18:00 Öykü

Red

İnanıyorum, bugün günüm güzel geçecek. Uyandığımdan bu yana içimde bir kıpırtı var. Uzun zamandır böyle olmamıştım. Pijamayla birlikte bütün negatifler çamaşır makinasına. Haydi yallah!

Akşam uyumadan önce gerekenleri söyledim kendime. “Bak,” dedim. “Zaman koşuyor. Dün kül oldu savruldu. Belleğine kazıdıkların artık yaşlandı, öldü. Dün aldığın nefes bile uçtu. Zaman yılkı atları gibi. Yorulmuyor. Ölmüyor. Bak sol yanım, gün olur üşürsün gün gelir rüzgârda savrulursun. Ama umut denilen tohumu suladığın müddetçe o damarlarında gezinmeye devam eder. Önüne bak yürümeye devam et olur mu?” diye tembihte bulundum. Sanki nasihati yerine ulaşmış gibi.

Güneş saçaklarını odamın içinde raks ettiriyordu. Kalktım. Pencereyi açıp akasya kokusunun içeri girmesine izin verecekken bir haftadır alınmayan çöpler, çöp arabasına boşaltılırken bütün kokusunu odaya bıraktı. Pencereyi hemen kapatsam da odanın içindeki koku yüzümün kırışıklarını oynattı.

Elimi yüzümü yıkayıp çaydanlığa su koydum. Kalmış ekmekleri tereyağı ile sarmaş dolaş yapıp tost makinasına dizdim. Çaydanlıktaki su kaynayınca çayın bittiğini hatırladım. Çaydan vazgeçip ıhlamur demledim. Oysa sabahları çay içmezsem kendime gelemezdim. Salondaki telefon Farid Farjad ile tuşlarını ağlatarak beni çağırıyordu. Birden telefona koştum. “Anne ya! Her gün her gün bu ne ya böyle.” Açmazsam telefon bayılana kadar ağlar. “Efendim anne, tamam anne yiyeceğim. Var anne. Yok erken kalktım. Azaltıyorum anne sigarayı, her gün söylemesen. Param var. Tamam anne, tamam öptüm. Anne CV bıraktım. Olumlu olumsuz bildirecekler ama büyük ihtimalle alırız dediler.”  Ay Allah’ım ya. Komşunun ocakta bir şeyi yandı diye düşünürken mutfaktan gelen dumanlar salonun duvarlarına yapışmaya başladı. Ağzımı burnumu kapatarak mutfağa gidip tost makinasının fişini çektim. Kömürleşen ekmekleri lavaboya atarak çeşmeyi açtım. Salona koşarak bütün pencereleri açtım. Çöplerin kokusunu yanık kokusuna tercih ettim.

Masadaki Sırça Fanus kitabı dumanların arasında kulaç atıyordu. Ah Esther boğulacaksın diyerek kitabı yatak odasına yatağımın baş ucuna koydum. Rahmetli anneannem “Birine acırsan acınacak duruma düşersin,” demişti. Esther biteli bir hafta oldu ama ne onu ne de başına gelenleri unutabiliyordum. Damarlarımda yüzüyor, yüreğimde dinlenip tekrar yüzmeye devam ediyordu.

Vapur Üsküdar sahile yaklaşmak üzereydi. Dalgalar her kabardığında benim de heyecanım biraz daha kabarıyor, kuşların içimde gezinen ürpertinin tellerine dokunmasını bekliyordum. Yaklaşık bir ay oldu. Bugünü iple çekiyor, ip nerede düğümlenecek olursa ipi gevşetiyordum. Yayınevi yazdığım romanı ön incelemeden geçirmiş, detaylı incelemeyi de bitirmiş olmalıydı. Bacaklarımdaki zangırtıyı bastırabilecek hiçbir şey aklıma gelmiyordu. Sahile adım attığımda kalabalıkta sürükleniyordum sanki. Beş adım sonra avuç içlerimin betonda sıyrılma acısı kollarıma yayıldı. Yanağımın soğuk betonla temasıyla gözlerimin benden uzaklaşan çantamı araması arasında gittim geldim. İki kişinin kollarıma girmesiyle doğruldum. Rüzgâr yanağımı acı acı öptü. Bense pantolonumun yırtılan dizlerine bakmamaya çalışıyordum.

Sol yanağıma gömülü kesik çizgiler ve yırtık pantolonumla yayınevinin kapısına vardığımda kalp ritim sayımda inanılmaz bir artış oldu. Ellerimin titremesine mâni olmak için tırnaklarımı avuçlarımın içine bastırıyordum. Nihayet yıllarca uğraştığım kitabın basılma haberini almam an meselesiydi. Ciğerlerimde biriktirdiğim demli nefesi uzun bir borunun yardımıydı dışarı saldım. En büyük hayalim kapının ardında beni bekliyordu. Kapıyı usulca açtım. Beni burnumun ucunda dairesel şeritler çizen sigara kokusu karşıladı. Yıllara dayanan bir ahbaplığımız vardı kendisiyle. Girişte sol tarafta duran masanın yanına gittim. Masada oturan editörü tanıyordum. “Rasim Bey merhaba, ben Buse, Kör Kütük romanını soracaktım. Ayrıntılı incelemeye alınmıştı. Umarım bitmiştir. Ne zaman basıma gidiyor.” Aklım kalbime söz geçiremiyordu, neredeyse beni terk edecekti. “Dosyanızı geniş bir incelemeden sonra reddedilip basılamayacağına karar verdik.  Başka bir dosya bırakırsanız tekrar görüşürüz.”

Kaldırımlara çivilenmiş göz bebeklerimi arada perdeleyerek yürüdüm, yürüdüm. Omuzlarımdaki betonlaşmış ağırlığın altında bir hiçtim. Çaresizlik dalga dalga yayıldı ruhumda. Komut veremediğim ayaklarım beni sahile sürüklüyordu. Karnımın gurultusunu içimde gezinen hüzün bastırmaya çalışıyordu. Yanaklarıma süzülen damlalar yüzümün çiziklerini onarma çabasındaydı sanki. Banka oturdum. Yanıma yaklaşan bir simitçi çocuğun gözlerinde eksiltili cümleler gördüm ve bir tane simit aldım. Sağ cebimin titremesiyle zihnim bir nebze dağıldı. Cebimden telefonu alıp mesajlara baktım. “Yapmış olduğunuz iş başvurusu olumsuzdur. Saygılar,” mesajı suratıma soğuk soğuk bakıyordu. Mesaja okkalı bir göz atarak telefonu kapattım.

İçimde konuşanın ağzını mühürlemek geldi aklıma. Yapamadım. Dalgaların hırçın sesi ruhumun kıyısına demir atmak ister gibiydi. Kuşlar iki mavinin arasında süzülüyor, çıkardıkları sesler ile duygularımı sıvazlıyordu. Simidin yarısını küçük parçalar halinde denize attım. Deniz hüzünlerin doğranmış hallerinin biriktiği yerdi.

“Bak,” dedim sol yanımdaki tik tak ses çıkarana. “Düşersin, kalkarsın. Bazen yara alırsın ama bütün yaraların merhemi sende. İçinde uyuyan bir tohum var, uyanmayı bekliyor.  Gün bitiyor, zaman yılkı atları gibi koşuyor. Uyumuyor, ölmüyor. Hadi kızım sen de koş.” 

Sahildeki görevlinin Beşiktaş vapurunun kalkmak üzere olduğunu söylediğini duyunca yerimden fırladım. Güneş eteklerini toplamaya başlamıştı. Yarım simidi hızlıca yedim. Ayaklarıma kimsenin dolanmasına müsaade etmeksizin vapura bindim. Sırtımı Üsküdar’a dönerek maviliklerde yol aldım.  

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Hikmet Şimşek
Latest posts by Hikmet Şimşek (see all)
Visited 64 times, 1 visit(s) today
Close