Yazar: 18:50 Röportaj

Ozan Ünal Söyleşisi

Ozan Ünal, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İzmir Karşıyaka’da atölyesini kurdu. 2001 yılından bu yana heykel çalışmalarına devam eden sanatçı yurt içi ve yurt dışında sergiler açtı. Birçok yerli ve yabancı koleksiyonda çalışmaları yer almaktadır.

Serap Üstün Kütahya, sanatçıyla Diğer adlı ilk kitabını konuştu.

Diğer, yazı çalışmalarınızın derlenen ilk kitabı ve Alfa Yayınları’ndan Nisan 2024’te çıktı. İlk okurlarından biriyim. Kitabınızın yolu açık olsun. İçerik ve şekil bakımından sık rastlanmayan bir eser ortaya çıkarmışsınız. Bu fikirler nasıl doğdu? Kitabınızın hazırlanma ve basım süreci nasıl gelişti?

Lise yıllarımdan beridir eskiz defterlerim vardır. Yıllar içinde karalamalarla kendimi ifade etmenin tatminini hissedince; bu defterlerdeki çizimler arttı, yanlarına birkaç kelime eklendi, okuldan sonra da cisme bürünmeye başladılar… Yazmak ve çizmek; iki kardeş beraber büyüdüler. Bunlar bazen heykel oldular, bazen olmadılar; ama defterlerde hep beraber oldular.

2021 yılında açtığım “Rüya Anıdan Sayılır mı?” sergimi hazırladığım yaklaşık 3 yıllık süreçte de yine her zamanki gibi sayfalarca yazıp çizmiştim. Bu kez, ilk defa bu çizimleri de sergide kullanmaya karar verdim ve düzenleyip bir defter haline getirdim. Yaklaşık 140 sayfalık bir eskiz defteri çıktı ortaya; serginin bütün mutfağı buradaydı. Yazılar, çizimler; heykele dönüşmüş ya da dönüşmemiş bütün düşüncelerim… Bu defter; sınırlı edisyonda basılıp sergi boyunca izleyiciler tarafından alınabildi. Bunu yaparken aslında Diğer‘in zeminini hazırladığımı bilmiyordum tabii…

2022’de yazar İclal Aydın ile ortak bir çalışma yapmaya karar verdik ve o yazdı, ben çizdim… Bu kitap sürerken, beni Alfa Yayıncılık ile tanıştırdı; “Rüya Anıdan Sayılır mı?” sergisinin eskiz defterini basmak üzere görüştük; ancak öncesinde yeni bir şeyler yazmamın daha iyi olacağı konusunda bana cesaret ve destek verdi. Başlarda beraberinde çizmediğim; hatta heykel yolunda yürümeyen bir şeyler yazabileceğimi düşünmüyordum ama sonrasında keyif aldım, yazdım. Aralarda yine dayanamayıp bir şeyler karaladım gerçi; hatta birkaçı heykele de dönüştü. Çizimlerin bazılarını da yazıların yanına ekledim; Diğer oldu…

Kitabınızda hikâyelerinize eşlik eden çizimleriniz sinematografik anlatım üslubunuzu perçinliyor. Günlük hayatın rutinleri arasından sıyrılıp hayal gücüyle Diğerini yaratmayı başaran Ozan Ünal’ı neler besler? Neler yaparsınız? Neler okur, izlersiniz?

Dediğim gibi yazmak ve çizmek bizim evde iki kardeş zaten. Beraber yer içer, beraber oynarlar…. Üretmek üzerine kurulmuş; düzenli bir atölye hayatım vardır. Her sabah disiplinli bir şekilde atölyeme gider ve akşama kadar orada olurum. Bu zamanın büyük kısmı çalışarak geçer. Kaynak yapıyor olabilirim; beton modelaj yapıyor ya da bronzla uğraşıyor olabilirim; her şekilde masamın üzerinde eskiz defterim durur. Genelde atölyede çizmem; sadece notlar alırım. Sabah erken ya da geceleri yazıp çizerim. Hayal gücü için özel bir zaman yaratmadım hiç; benliğimin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Herkes gibiyken ve herkesle aynı şeyleri yaparken, o hep benimle yaşar. Zaman içinde büyüdü, gelişti tabii… Soyut bir düşünceyi, hissi, seziyi, somut bir forma dönüştürebilme konusunda ustalaşmaya çalıştı. Yazmak ve çizmek de bunun hem nedeni hem sonucu oldular bir taraftan… Hayal gücüne izin verirsen, onu besler özgür bırakırsan; seninle bir ama senden daha zeki bir varlık oluşuyor içinde ve sen farkında bile olmadan seçimlerini O’na yaptırdığını fark ediyorsun zamanla. Bir kitapçıda gezinirken; aldığın bir tavsiye ya da belirgin bir konu yoksa; raflara bakarken birden “Bu!” diyor resmen ve sen; sana iyi gelecek kitaba doğru yürüyorsun. Bunu film, müzik, sergiler; kısaca ruhunu besleyecek tüm gıdalar için de söyleyebilirim.

Karışık bir ilgi alanım vardır. Karşıdan bakıldığında ilgisiz sanılabilecek kitapları arka arkaya okur; ilgisiz müzikleri, filmleri art arda dinler ve izlerim. Sonra onlar içimde ayrışır ve tekrar benim düzenimde birleşirler; bana ürettirirler…

Hikâyelerinizi zıtlıklarla ördüğünüzü görüyoruz. Varlık – yokluk – boşluk, kalabalık yalnızlık, başlangıç – son, ölüm – doğum, güzellik – çirkinlik, mutluluk – mutsuzluk gibi meselelerin üzerine kurguladığınız dünyanızda bu tercihin sanatınızın ruhunu yansıtan yönünü nasıl açıklarsınız?

“Zıtlık” kavramına özel bir ilgim olduğunu düşünmemiştim siz sorana kadar; ama madem öyle görünüyor dışarıdan; her şeyin zıttıyla var olduğunu söyleyebilirim… Zıttı; kendisini de anlamamız için bir aynadır “şey”in. Toplumun farklı alanlarında bulunma, birçok kavramı, farklı perspektiflerden görme “şans”ım oldu. Güzel Sanatlar Fakültesi’ne ilk başladığımda geceleri gazinolarda çalışırdım mesela; sabah kravatı çıkarır cebime koyar, okula gelirdim gömlek pantolon, diğer öğrencilerin yanında normalliğimle “marjinal” dururdum. “Desen” dersine girerdim ya da “sanat tarihi”, bütün gece arabesk dinlemek zorunda kalmış bir beyinle… Hayatım boyunca hiçbir yere ait hissedemedim kendimi; hep bir “ama” ya da artık söylemeyi sevdiğim haliyle “bunun yanında” oldu cümlemde. Küçükken Kayseri’ye köye gider “şehirli”, İzmir’de mahallemde “köylü” olurdum… “Diğer” hatta gerçek yazılışıyla “X Diğer” bu zıtlığın bir kotada beraber ergidiği alaşımın, karışımın nedeni ve sonucudur. Var, Yok’la; Başlangıç, Son’la; Güzellik, Çirkinlik’le bir olduğu için; “Zıt” dediğiniz de bende “Bir” kısacası; ikisi beraber var olur…

Yaşanan olayların, olan bitene ilişkin görüntülerin ya da bunların içimizde bıraktığı duyguların sadece bizim malumumuz olan, bir başkasına aktarılamayan, en yakınımızdakine bile tarif edilemeyen bir yanı vardır. İsmi konulamayan, dile dökülemeyen, resmi çizilemeyen ama sürekli hissedilen, zihnimizde yanıp sönen. Heykeltıraş Ozan Ünal, Diğer adı altında topladığı öykülerinde, doğası sözden ve gözden kaçmak üzerine kurulu, varlıklarıyla yoklukları birbirine karışmış o yaşantılarımızı ve hislerimizi cismani bir hale getiriyor. Zihnimizde ve içimizde silinerek çizilmiş olanları, yazarak resmediyor.

Okurlarınıza, kitabınızın kendi kendinize girdiğiniz bir sorgulama hatta arayış biçimi olduğunu hissettiriyorsunuz. Ozan Ünal yaralarını göstermekten korkmaz mı? Cesur mudur hayata karşı? Yol ayrımlarında kararlarını nasıl verir?

Tabii ki bitmeyen bir sorgulama var ve kitaba yansıyor. Bununla birlikte kitabın genelde birinci tekil şahıs yazılmasından da kaynaklanan bir etkisi de var.  Her kitap ne kadar yazarını taşıyorsa içinde o kadar ben varım aslında. Ben “birileri için bir şeyler tasarlama”nın eğitimini aldım. Eğitimim boyunca asla kullanmayacağım, giymeyeceğim “şey”ler tasarladım. Bunu yapabilmek için, onu kullanacak kişiyi çok iyi anlaman gerekiyor. Sanırım zaten içimde hep olan “empati” yeteneği/laneti, eğitim hayatımda daha da gelişti. Kurgu olması gereken bir öyküyü de kendim sanarak yazıyorum; ve okuyucu da bunu görüyor tabii.

Yaralarımı “göstermek” ten öte “fark etmek” ten korkmam öncelikle… Daha önce de birçok sanatçının söylediği üzere; “yetenek” diye gördüğünüz aslında “kabuk tutmuş yaralar”dır. Bunu fark etmek gerek. Güç ve zayıflık; cesaret ve korkaklık; hepsi insan için. İkisi de oldum hayatımın farklı yerlerinde.

Bir yanım robot kadar mantıklı olsa da; sonunda duygularımla karar verdiğimi fark ediyorum yol ayrımlarında… Mantığım uzunca bir süre çalışıyor; fena da iş çıkarmıyor aslında; ancak duygularım işe el koyduğunda çok başarılı olamıyor gördüğüm kadarıyla çünkü lav gibi sel gibi yıkıcı geliyor. Geriye dönüp baktığımda gördüğüm tablo bu…

Yazma rutinleriniz var mıdır? Zaman, mekân veya örneğin dinlediğiniz müzik gibi?

Müzik bana yazdırır, evet; ama o an değil… Yazmak içimden geldiği anda yazıyorum genelde. Roman gibi uzun süren bir disiplinde yazmadığım için genelde yazılarım bir oturuşta bitiyor. Toplamak, düzeltmek ya da eklemek istediğim zamanlarda defalarca geri döndüğüm oluyor ama genel hali bir seferde bitiyor. Aklımdan geçtiği hızda yazmayı önemserim; o yüzden saatlerce de sürse başından kalkmam. Konuşurken dinliyorlar gibi okunmasını istiyorum çünkü.  Her yerde yazabilir ya da çizebilirim; eskiz defteri kullanma alışkanlığından olsa gerek. 24 yıldır atölyem var; hiç özel bir çalışma masam olmamıştır örneğin; tezgâhta, koltukta, yere oturup; her yerde yazıp çizebilirim; yeter ki aksın.

Kitabınızda kullandığınız leitmotifler ve metaforlardan bahsetmek isterim. Tekrarlanan ifadeler olarak denge (tahterevalli ile), ağaç (ilişki betimlemelerinde), dut ağacı (çocukluk ve özlenen şeyler), su, deniz (boğulmak veya gitmek), saçların okşanması gibi örnekler verilebilir. Edebiyat gibi sanatın herhangi bir dalında (sinema, tiyatro, müzik, resim, heykel) bu kapsamda aklınızda kalan, sevdiğiniz örnekler nelerdir? Heykellerinizde de böyle bir tekniği kullanıyor musunuz?

Metafor, soyut ve somut arasında önemli bir köprü benim için. Bir şey anlatırken, başka bir şey söylemek ve onun karşıdaki tarafından anlaşılacağını ummak bir heyecan olduğu kadar zengin ve güçlü bir dil oluşturmanızı da sağlıyor. Bu yüzden de sanat tarihi boyunca çeşitli nedenlerle neredeyse her sanatçı tarafından kullanılmış bir anlatım tarzı. İlk aklıma gelen; çocukluğumda okuduğum Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ökçeler” idir. Çocuk aklımla burada okuduğum şeyin aslında “o” olmadığını; başka bir şey anlatıldığını hissettiğimi hatırlıyorum. Bu beni çok heyecanlandırmıştı. Hatta gelecek sergim için; saygı duruşu niteliğinde bir “Yüksek Ökçeler”  heykeli çalıştım. Metaforu kurgulamayı da kurgulanmış olanı anlamaya çalışmayı da seviyorum ancak bunun için bir prospektüs gerektiren çalışmalardan çok hoşlanmıyorum sanırım. Bu yüzden de arketipsel metaforlar bulmaya çalışırım; hayatında ilk defa heykel gören birinin bile oradaki alt metni okuyabilmesini seviyorum çünkü. “Bunu anlayabilmek için şu filmi izlemiş, şu resmi görmüş, şu kitabı okumuş olman lazım” türü anlatımlar çok benlik değil.

Toplumsal olaylara yer verdiğiniz, hafıza dokunuşları yaptığınız hikâyeleriniz var ve bu yönüyle Diğer toplumun belleğine ışık tutuyor, tutacak. Göçük altında kalan maden işçileri, deprem, yakılanlar, vurulanlar, kıyıya vuranlar, dövülerek öldürülenler, Silivri, Metris… Bir sanatçı ve yazar olarak kendinizi tüm bu olayların neresinde hissedersiniz?

Bir “insan” olarak içindeyim bunların; herkes kadar. Biz kocaman bir ülke olsak da bir yandan da bir köy gibiyizdir. Azıcık kurcalasan medyadan gördüğün bu insanlar tanıdık çıkar bir yerlerden. Belki o nedenle; hepsi bizimdir aslında; ailedendir. Gelişkin bir empati yeteneğin/lanetin varsa ta içinde hissedersin kendini. Yazıların, çizimlerin; düşüncelerin ve hislerinle oraya kayar; acının olduğu yere, mutluluğun olduğu yere… Ancak bu topraklarda acı daha çok karşımıza çıkar ne yazıktır ki… “Empati yorgunluğu” diye bir kavramdan bahsediliyor günümüzde. Evet; bir sanatçı, yazar, heykeltıraş neyse… Bir insan olarak çok yorgun hissediyorum artık kendimi olan bitenler karşısında. Bakın tam bu soruları cevaplamaya çalıştığım sıralarda sayısını tam bilemediğimiz; belki binlerce sokak köpeğini öldürebilmek için yasa çıkarmaya çalışılıyor mecliste… Yine bu topraklardan birileri yapıyor bunu; birilerinin dayısı abisi amcası… Vicdan, ahlak, merhamet, akılcılık… Nereye gitti tüm bunlar? Nasıl bir hakla kıyılır bu kadar cana? Nasıl alınır böyle bir vebal? İnanamıyorum ve çok üzülüyorum tabii ki…

“Buraya çöp döken eşektir” başlıklı yazınızda bir yüzleşme ve dönüşüm öyküsü var. Siz bu kitabın sonunda nasıl bir dönüşüm geçirdiniz? Olumlu ve olumsuz yönleriyle anlatır mısınız?

Diğer dönüşüm sürerken çıkmış bir kitaptır aslında; sonuç veya neden diyemem. Kafamda yıllardır dönüp duran “burada bir yanlışlık var” hissini artık ele aldığım, bir şeyler yapmaya karar verdiğim ve uğraştığım süreçte yazdıklarım şekillendirdi kitabı bir bakıma. Yazdıkça da ne kadar ihtiyacım varmış meğer dedim ve ben yazmıyormuşum gibi bir heyecanla devam ettim. Yazarken “ben” nerede bitiyor “kurgu” başlıyor ben de bilmiyorum. Kurgu diye başladığım yazıda kendimi yazdığımı da içimi döktüğüm yazıda kurguya kaydığımı da gördüm bu kitapta.

Kitabınızın son sözünde “diğer”inize, yazan Ozan’a… “heykel yaparken aslında n’aparım?” ı da yazacaktım, o da artık bir sonraki kitaba, diyorsunuz. Bizi ikinci kitabınızda neler bekliyor?

Evet; “heykel yaparken aslında n’aparım?” yazısının başına kaç kere oturup, istediğim bir sonuçla kalkamadım ve bıraktım yazmayı. Şu anda ne yazmak istediğimin daha çok farkındayım ve eğer yapmaya karar verirsem; bir sonraki kitapta olur sanırım… Yazmaya devam edeceğimi biliyorum; çünkü hâlâ bir şeyler yazıyorum ama bu bir kitap disiplininde olur ve basılır mı bilmiyorum… Belki yine bir eskiz defteri oluşur belki daha “öykü” denebilecek metinler çıkar. Benim yuvam “heykel”. Yuvamdan çok ayrı kaldığımı hissedersem belki “ikinci kitap” diye bir şey olmayabilir de bilmiyorum…

Son olarak, kendi pencerenizden hayata ve yazıya dair neler paylaşmak istersiniz? Sizin sözleriniz eminim diğer yazarlar için de ilham kaynağı olacaktır.

Ben Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tasarım eğitimi aldım. Heykelde de değil… Ancak en çok heykel atölyesinde mutlu ve gerçekten “ben” hissettim. Çok fazla bedel ödeyerek tasarımcı olarak çalışmak yerine bir atölyede zor şartlarda heykel yapmayı tercih ettim. Dediğim gibi; içimde bu tutkuyu hissettiğim an beni mantığım tasarımcı olarak tutmaya çalıştı; o zamanlar “mantıksızdı” aslında çünkü; ama tutamadı. Yazmak istediğimi hissettiğim anda da yazdım; birçok kez tutkum dediğim heykel atölyesini boşladım bunun için. Çünkü gerçekten yazmak istiyordum. Bu seçimlerimin kaynağına indiğimde tek bir neden buluyorum: Anlatmak istediklerim vardı. İlham olmak ne haddime ancak samimiyetimle önerim budur; anlatmak istiyorsanız; anlatacak hikâyeniz varsa; anlatın. Gerekirse duvara doğru dönüp anlattım sayın; kimse dinlemiyor gibi anlatın. Kendiniz için anlatın. İyi gelecek…

Size de kitabımı okuduğunuz ve üzerine düşünüp bu soruları sorduğunuz için çok teşekkür ederim.

Diğer’in, ihtiyacı olan “diğer”lerini bulmasını, çok okunmasını ve anlaşılmasını dilerim. İçtenliğiniz ve samimiyetiniz için ben teşekkür ederim.

Editör: Mete Karagöl

Serap Üstün
Latest posts by Serap Üstün (see all)
Visited 18 times, 1 visit(s) today
Close