Süründü yıllarca bir bodrum katında. Güneş doğdu çıkmadı yerinden, akşamın sakinliği çöktü ses etmedi. Ahmet, gün içinde bir kap yemek, bir dilim ekmek getirene teşekkür etti; getirmeyen oldu mu gidip almadı. Açlıktan derisi kaburgalarına dolandı. Bir avuç pencereden baktı durdu. Geçen ayaklara, yürüyen farelere, cama yapışan ölü böceklere. Tek bir çiçek görmedi yıllarca, bir dal parçası ya da bir tutam yeşillik. Kuru bir dal da olsa, yaprak da olsa görmedi. 

Yağmurlar yıkadı sokağı, rüzgar camı titretti. Kar doldu camın köşelerine, göz gözü görmez oldu. Üşümekten öleceğini sandı Ahmet, kendinden küçük iki kardeşini geceleri sarıp sarmaladı. Babasının sokaktan bulduğu battaniyelere, sökülmüş, rengi solmuş hırkalara, yeleklere sardı onları. Kat kat oldu kendi de, katları arttıkça içindeki boşluklar büyüdü. Daha da üşüdü Ahmet. Derisi daha da inceldi. 

Bahar geçti, yaz geldi. Cehennem sıcağına döndü bodrum katı. Kardeşleriyle babası kağıt ve çöp toplamaya gitti. Dilenmeye. Para dilenmeye, aman dilenmeye. İki parça ekmeğe, bir sıcak çorbaya gitti. Ahmet kapıdan burnunu bile çıkarmadı. Eli ayağı tutsa da, tutmayan aklını alıp çıkamazdı ya sokağa. Patlamalardan gelmişti buraya, yıkımdan, kıyımdan, tozdan, gürültüden, kandan. Eskisi gibi olamazdı. Çıkaramazdı bir parmağının ucunu bile artık kapının dışına. Düşe kalka gelmişti ya buraya, sürünerek, yüzerek, boğularak, ezerek. Tek bir saç telinin bile havayla buluşmasına tahammülü yoktu, olamazdı ki. O hava, o su değil miydi annesini alıp götüren? O gökyüzü değil miydi? Bulut mu vardı sanki dışarıda, yoksa gökkuşağı mı? Ölü indirirken yerler gökler, nasıl nefes alırdı ki? 

Bu bodrum katı, doğmadığı ülkesindeki mezarıydı Ahmet’in. Bilmediği bir dilde, bilmediği bir yerde mi güvende olacaktı? Kapısının önü yeşillikten gelmişti buraya, cennetin cehenneme dönüştüğü yerden. Günlerce bir deniz kenarında beklemişti. Büzüşüp kalmıştı. Onlarca insan görmüştü, onlarca çocuk. Ağlamalar, hıçkırıklar, dualar silinmezdi ki kulağından. Sudaki ölüler yitip gitmezdi ki gözlerinden. Dışarıda ne görecekti Ahmet? Avuçlarını açıp ne dileyecekti? Isıracaktı avuçlarını adımını attığı anda, kanatacaktı her bir yanını. Konuşacaktı, anlamayacaklardı. Gülecekti, susturacaklardı. Bir arabanın altında kalacaktı, bir inşaattan aşağı düşecekti ya da bir lağım çukuruna atacaktı kendisini. 

Ürperiyordu içi aklına geldikçe, kapılar yumruklanıyordu rüyalarında, olmayan ziller çalıyordu. Babası gelip “Toparlanın gidiyoruz,” diyordu. Kalkamıyordu yerinden. Katlarına daha da gömülüyordu. Babası tutuyordu bileklerinden, yukarı çekiyordu. Kardeşleri sırtından ittiriyordu. Sürükleniyordu kapıya. “Hadi,” diyordu babası “Kalk Ahmet.” Kalkamıyordu uyuşan bacakları ve titreyen vücuduyla. Kapı çalıyordu hala, durmaksızın. Çeşit çeşit zil ötüyordu kafasında. Yumruklar tahta kapıyı inletiyordu. “Gidemem,” diyordu Ahmet. “Yapamam, çıkamam.” Annesi geliyordu sonra, bir avuç pencereden içeri akıyordu. Bir su gibi, içinde balıklarıyla geliyordu. Turuncu balıklara bakıyordu Ahmet. “Su,” diye haykırıyordu, “Ölecekler, kuruyacaklar!” 

Rüyaları gerçeğe karıştıkça kan ter içinde kaldı Ahmet. Başucunda birkaç ufacık el, burnunda sirkeli suyun kokusu. Kaburgalarının yumuşadığını hissetti, karnı zamanla sırtına yapışacaktı. İki boyutlu olacaktı. Kağıt olup katlanacaktı, belki bir uçak olacaktı ya da kuş. O zaman çıkacaktı işte bu delikten. Biri onu parçalarına ayırmadan, lime lime etmeden, hala varsa eğer, beyaz bir güvercinin peşine takılacaktı. Onların arasına karışıp ağaçlarda yaşayacaktı. 

Günleri, ayları, geçen yılları saymadı Ahmet. Kardeşlerinden biri “Bugün yeni yıl,” dediğinde hangi yılın geldiğini sormadı. Gideni unutalı çok olmuştu. Küçük olan kardeşi gelip açtı avuçlarından birini, içine üç tane fındık, iki tane kuru üzüm koydu. Gülümsedi Ruksan onun yüzüne bakıp. “Sayacak mıyız ondan geriye, gece olunca?” dedi. Gülümsedi Ahmet. Avcundakileri koydu minderinin kenarına, onlara baktı durdu. 

Kapı çaldı yine, yumruklandı. Sesler birbirine karıştı. Önce rüya sandı Ahmet, cama baktı. Akmıyordu annesi, gerçekti. Geldi babası tek göz odanın içine, “Sınır kapıları açıldı, gidiyoruz!” dedi. Olmayan eşyalarını toplamaya koyuldu Ruksan ile Zara. Babası başka kelime etmeden Ahmet’in saçlarını okşadı, yanaklarına dokundu. Ellerini kocaman avuçlarının içine aldı. Parmaklarından öptü. “Hadi kalk Ahmet’im,” dedi. Ahmet’in gözlerine yaş doldu. Kapandı babasının ayaklarına. “Gidemem,” dedi. 

Bağlamak istedi kendini Ahmet, bir kapı koluna, yıkık dökük sobanın borusuna bağlamak istedi. Kimse gelip çözemesin onu, kimse alamasın yerinden. Seller olsun, fırtınalar kopsun, depremler taş üstünde taş bırakmasın; ama Ahmet şuracıkta kalsın. Sağ ya da ölü. Dursun burada, etleri eriyip çürüyene, kemikleri yok olana kadar kalsın. Saç telinden, tırnaklarından bir iz kalmayana kadar. 

Kalamadı Ahmet, en büyük kabusu gerçek oldu. Kafasının içinde ziller çalıp kapılar yumruklanırken, dertop olmuş ayaklarına ayakkabılar giydirildi. Son gücüyle çırpındı Ahmet, haykırdı, feryat figan etti. Sesi açık kapıdan çekip gidince iyice ürperdi, aklının zilleri kulaklarını sağır, gözlerini kör edince düştü kaldı bir köşede. Babası sırtladı Ahmet’i. Ne kadarcık canı kalmıştı ki zaten şunun şurasında? 

Bir çuval gibi yollara düştü Ahmet. Kurbanlık koyun gibi. Sürüye katıldılar onlar da, yürüdükçe yürüdüler. Hava kararınca tel örgüler sardı yine dört yanlarını. Baktıkça aynı insan kalabalığını gördü Ahmet. Utandı, tiksindi varlığından. Kusmak istedi ancak boş kursağı buna izin vermedi. Yattığı yerden seslere yetişemez, havada esen dumandan gözünü açamaz oldu. Her bir çığlık, bir tırnak olup batarken yüreğine, tüm sesler aniden silindi zihninden. Yalnızca bir kapı çalıyordu durmaksızın. Bir de Ruksan’ın o çatallı sesi başlamıştı ondan geriye saymaya. 

On. 

Babası, dumanların arasından Ahmet’e “Koş!” diye bağırdı. 

Dokuz. 

Bacaklarında kalan son dermanla ayağa kalktı Ahmet. Küçülmüş ayaklarına, parçalanmış ayakkabılarına baktı. Bir hiçti Ahmet. Dünyada kapladığı alan, ayakları kadar bile değildi. 

Sekiz. 

Babası ve kardeşleri kayboldu. İnsanlar üzerine doğru koşmaya başladı. Nereye doğru gideceğini bile bilmezken kafasındaki Ruksan bağırıyordu ona: 

Yedi. 

Çocukluğu düştü birden aklına. Türkü söylüyordu, güzel söylüyordu hem de. Annesi her türkü söylediğinde ağlıyordu; o da gidip gözlerinden öpüyordu annesini. Karaydı, iriydi gözleri. 

Altı. 

Menice vardı sonra, yan komşularının kızı. Menice herkesten başka görünürdü Ahmet’in gözüne. Bir gün, “Bana da türkü söyler misin?” diye sormuştu. Hiç söyleyememişti. 

Beş. 

Bir kurşun saplandı Ahmet’in boynuna. Tam türkü söylediği yere. 

Dört. 

Bir serçe gibi düştü. Çırpınmadı, titremedi. 

Üç. 

Ziller sustu. Ruksan sustu. Türküler bitti. 

İki. 

Hala vardı. Beyaz bir güvercin. Ahmet’i alıp gitti. 

Bir. 

İşaret fişekleri patladı, sınırların ötesinde havai fişekler patlarken. Dünyada hiçbir zaman var olmamış bir Ahmet’in düştüğü yer, gecenin karanlığında gün gibi parladı. 

05.03.2020 

Yankı Yıldırım
Latest posts by Yankı Yıldırım (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close