Kimi filmler vardır, suya düşen bir damla mürekkep gibi yavaşça yayılır tüm benliğinize. Wim Wenders’in Perfect Days’i tam da böyle bir film. Tokyo’nun göğe uzanan gökdelenleri arasında, mütevazi bir hayat süren tuvalet temizlikçisi Hirayama’nın öyküsü, modern zamanın ortasında kaybolmuş ruhumuzun aynası sanki.
Her sabah aynı saatte uyanıp, aynı kasetleri dinleyerek işe giden bu adam ilk bakışta sıradan görünebilir. Ama hayat, sıradanlığın içine gizlenmiş hazinelerle dolu değil midir? Hirayama’nın ritüellerle örülü dünyası, aslında hepimizin özlemini çektiği o içsel huzurun manifestosu. Köj Yakusho’nun gözlerindeki derinlik, minimal yaşamın bilgeliğini öyle ustaca yansıtıyor ki insan ister istemez kendi hayatını sorgulamaya başlıyor.
“İnsan bazen bir yaprak kadar hafif olmalı, rüzgârın önünde savrulan ama özünü kaybetmeyen bir yaprak…” Hirayama da öyle değil mi? Modern dünyanın karmaşasında kendi özünü korumayı başarmış, Jung’un bahsettiği “bireyleşme” sürecini sessizce tamamlamış bir bilge adeta. Her gün aynı tuvaletleri temizlemesi, Sisyphos’un kayayı dağa taşıması gibi anlamsız görünebilir. Ama Albert Camus’nün dediği gibi, “Sisyphos’u mutlu olarak düşünmeliyiz.” Hirayama da mutlu, çünkü anlam, yaptığımız işte değil, ona yüklediğimiz değerde gizli.
Film boyunca Benno Delhomme’un kamerası, Tokyo’nun kaotik ritmine inat, sakin ve düşünceli bir göz gibi izliyor karakterimizi. Uzun, durağan planlar, gündelik hayatın şiirselliğini yakalıyor. Sanki Yasunari Kawabata’nın minimalist estetiği, sinematik bir dile tercüme edilmiş gibi. Her kare, bir haiku kadar öz, bir zen bahçesi kadar düzenli.
Hirayama’nın yeğeni Niko geldiğinde film bambaşka bir katmana taşınıyor. Genç kızın taşkın enerjisi, amcasının durgun sularında dalgalar yaratıyor. Bu karşılaşma, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar‘ındaki gibi modern toplumun yapaylığı ile otantik yaşamın karşıtlığını gözler önüne seriyor. Ama Hirayama’nın tepkisi bambaşka, ne bir ret ne bir kabul, sadece anlayış dolu bir kabulleniş.
“İnsan bazen bir fotoğraf karesi gibidir,” diye düşünürüm hep, “Hem anı yakalar hem de zamansızdır.” Hirayama’nın her gün çektiği fotoğraflar da öyle. Ağaç yapraklarının güneş ışığıyla dansını yakalarken aslında varoluşun en temel hakikatini kaydediyor: Her an biricik, her an tekrarsız, ama paradoksal biçimde her an sonsuz…
Wenders’in ustalığı, bu minimal öyküyü anlatırken hiçbir fazlalığa yer vermemesinde. Japon estetiğindeki “ma” kavramı – boşluğun anlamı – filmin her karesinde hissediliyor. Sessizlikler konuşuyor, boşluklar doluluk kazanıyor. Yalınlık, derinliği doğuruyor.
Hirayama’nın kasetleri – The Animals, Van Morrison, Lou Reed – sadece müzik değil, geçmişle kurulan köprüler. Peki ya kitapları? William Faulkner’dan Patricia Highsmith’e uzanan bu seçki, karakterimizin iç dünyasının zenginliğini ele veriyor. Modern toplumun “daha fazla, daha hızlı” çığlıklarına inat, o “daha derin, daha yavaş” diyor.
Film ilerledikçe anlıyoruz ki Hirayama’nın seçtiği yaşam, bir kaçış değil, bilinçli bir varoluş biçimi. Belki de modern psikolojinin peşinde koştuğu “mindfulness” kavramının cisimleşmiş hali o. Her anı dolu dolu yaşayan, her detayın hakkını veren, rutinlerin içinde özgürlüğü bulan bir modern derviş…
Perfect Days, mükemmelliğin formülünü vermiyor bize, aksine mükemmelliğin formülsüzlüğünü gösteriyor. Hayatın güzelliği, belki de tam da bu öngörülemezliğinde, sadeliğinde ve şaşırtıcılığında yatıyor. Hirayama’nın hikâyesi, bize kaybettiğimiz bir şeyi hatırlatıyor: Yaşamak, her anın hakkını vermektir. Ve belki de en güzel günler, mükemmel olmayan ama mükemmel yaşanan günlerdir.
Editör: Burak Akbaş
- Mükemmel Günlerin İzinde: Bir Sadelik Güzellemesi - 28 Şubat 2025
- Hayat: Bir Direnişin Anatomisi - 24 Ocak 2025
- Ah Kunâla-Varla Yok Arası-, İbrahim’in Baltası: Asaf Hâlet ve Putları - 15 Ekim 2024