Sınırsız paranız olduğunu hayal edin. Ne yapardınız? Bu soruyu arkadaş ortamlarında, aile arasında veya tek başınızayken belki onlarca defa duymuş ya da üzerine düşünmüşsünüzdür. Hayaller üç aşağı beş yukarı birbirine yakındır. Dünyayı gezmek, fakir ülkelere gidip yardım etmek, en güzel evde yaşamak, en güzel yemekleri yemek, son model araba ya da kocaman bir yat, tamamlayamadığınız eğitim hayatına devam etmek… Bu liste uzar gider. Peki ya paramızla ne yapacağımıza nasıl karar veriyoruz hiç düşündünüz mü? Kararlarımızı belirleyen tam olarak nedir?  Mesela çocukken size aynı soruyu sorsalardı paranızı çok daha farklı yerlere harcamayı hayal ederdiniz. Ya görünmez olmak ya da uçmak gibi süper kahramanlara özgü özellikleri icat etmek ve kötülere savaş açmak için tüm servetinizi harcayabilirdiniz. Peki ya büyüyünce ne oldu? Aslında değişen hayalleriniz değildi. Sadece kendi iç dünyanız önem kazandı. Gerçek dünyayla aranızda koca bir kopukluk yaşandı. Peki neden? 

Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisini duymuşsunuzdur. 1943 yılında yayımlanan teoriye göre bir insan en temel gereksinimlerini karşılayamadığı sürece kendini yeterince geliştiremez. Konuyu beş katmanlı bir piramit üzerinden anlatan Maslow, piramidin tabanına en temel gereksinimlerimiz olan fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını koymuştur. Sonra sırasıyla sevgi, değer ve kendini gerçekleştirme gelmektedir. Basitçe anlatmak gerekirse yiyecek, su, nefes alma ve uyku gibi hayatta kalmamızı sağlayan ihtiyaçlarımız karşılanmadan yeterince kitap okumaya zaman ayıramayacağımızı veya saygın bir insan olmak için çabalamayacağımızı iddia etmiştir. Günlük besin ihtiyacını karşılayamayan, geceleri sıcacık bir evde uyuyamayan bir insan oturup arkadaşları tarafından neden daha fazla sevilmediğini ya da neden itibar görmediğini dert etmez.  İnsanların ihtiyaçları sınırsızdır; ancak en alt düzeydeki ihtiyaçlarını karşılamayan hiçbir insan daha üst düzeydeki ihtiyaçları karşılama çabasına girmez. O halde bu hayatta ne yapmak istediğinizi belirleyen hayalleriniz değil, ihtiyaçlarınızı ne kadar karşılayabildiğinizdir. Hayalleriniz buna göre şekillenir. Çocukken sizi besleyen ve temel ihtiyaçlarınızı gideren ebeveynleriniz sayesinde sınırsız hayal gücüne sahipken büyüdüğünüzde öncelikleriniz değişir. Değişmek zorundadır. Çünkü karnınız açken sevilmek ve saygı görmek yerine güzel bir pizzayı ya da kocaman bir kek parçasını hayal edersiniz. Peki ya sınırsız paranız varsa ve karnınız tıka basa toksa? İşte burası biraz karışık. Çocukluğunuzdaki ebeveynlerin yerini para aldığında ve tüm ihtiyaçlarınız kolayca karşılandığında sorun daha da büyür. Süper kahramanların gerçek olmadığını bildiğinizden kuracak hayal kalmaz ve hiçbir sevgi ve saygı tıka basa doymuşluğunuza yetmez!  İçinizdeki boşluğu doldurmak için hep daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız, hayallerinizi pek fazla çabalamadan gerçekleştirdikçe de dünya anlamını yitirmeye başlar.   

Şimdi size çok zengin olan, hayallerinin tümünü çabalamasına gerek kalmadan gerçekleştiren ve artık kuracak hayali bile kalmayan, Maslow’un bahsettiği tüm ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabildiği için de hayatından iyice bunalan; mutsuzluk ve depresyonla savaşabilmek için farklı arayışlara giren bir adamın hikayesini anlatacağım. Tüm servetini ölümü göze almak için harcayan bir adam. Böyle şeyler ancak hikayelerde olur deyin. Çünkü çok doğru. Böyle şeyler ancak hikayelerde olur. 

Bir sabah telefonun sesiyle uyanan kahramanımız, asistanı ona borsa hareketlerini anlatırken telefonu yüzüne kapatır. Artık her şeyden çok bunalmıştır ve artık kazandığı paralar onu hiç heyecanlandırmamaktadır. Mutsuzdur. Hem de çok mutsuzdur. Herkesin bir şans olarak gördüğü parayı o artık bir lanet olarak görmeye başlamış, varlığını anlamlandıracak hiçbir seminer ve eğitim bulamamış, yaptığı yardımlar ruhunu rahatlatamamıştır. Cep telefonunu tamamen kapatır ve duşa girer. Sudan aldığı oksijenle az da olsa kendine gelir. Televizyonu açar. Karşısına her zaman olduğu gibi ekonomi kanalı çıkar. Bir küfür savurarak kanalı değiştirir. Tüm gün verebilecek kadar bol haber bulamayınca alakasız gündemler yaratan bir haber kanalı açılır. Tam değiştirecekken spikerin söyledikleri ilgisini çeker.  

“Sentinel adasının üzerinden geçen bir özel uçak, yerliler tarafından ok yağmuruna tutuldu.” Duyduklarına inanamaz. Önce şaka sanıp bir kahkaha atar. Ama spiker gayet ciddidir. 

“Dünyanın en izole kabilesi olarak tanınan Sentinel yerlileri dış dünyaya tamamen kapalı yaşamaktadır. Ada halkının tüm yabancıları düşman olarak görmesinden dolayı adaya giriş Hindistan Hükümeti tarafından yasaklanmıştır. Hayatta kalmak için atalarımız gibi avcı toplayıcı olan bu kabile…”

Yüzünde hafif bir aşağılamayla karışık gülümseme oluşur, televizyonu kapatır ve ofise gitmek üzere yola çıkar. Arka koltuğa yayılıp günün programına bakar. On beş dakikalık yolu iki saatte gitmek, reklam ajansıyla toplantı, yapacağı yatırımlar, belediye başkanıyla görüşme, Sentinel adası, borsada hisselerin artışı, sevgilisinin mesajları, Sentinel adası, eski karısının çocuklarla gideceği Miami tatili için ihtiyacı olan parayı gönderme, yeni açacağı üniversite için mimarlarla toplantı, Sentinel adası! 

Tüm mutsuzluğuyla yeni açacağı üniversitenin reklamı için ajansla toplantıya girer. Yaptıkları hiçbir işi beğenmemekte ısrarcıdır. Ama bu onun suçu değildir. Yalnızca beklentileri ülke standartlarının biraz üstündedir ve eğitim vereceği öğrencilerin de ülke standartlarının üstünde olmasına özen göstereceğine göre reklam da ona göre yapılmalıdır. Akılda kalıcı, düşündürücü ve benzersiz! Bu seferde işe yarar bir fikirle gelmedikleri takdirde sözleşmeyi feshetmeye kararlıdır. Toplantı başlar. Ekibe yeni katılan ya da patronu etkilemek için son koz olarak kullanılan genç ve güzel bir kız ekrana yansıttığı bir piramidin üstünde yazan sloganı okur.

“Hayatta kalmak için ihtiyacınız olan nedir?” 

Beş farklı renkle ihtiyaçların yazdığı piramit üzerinden kız reklam filmi fikrini anlatırken kahramanımızın ilk defa ilgisini çeker. Maslow’un teorisini tabii ki biliyordur. Ama hiç üzerine düşünmemiştir. Ekranda ihtiyaç sıralamalarını görünce yüzünde bir gülümseme oluşur. Genelde yaptığı gibi aşağılayıcı bir gülümseme olmaktan oldukça uzak, daha çok heyecanla karışık bir duygudur yüzünden yansıyan.  Ajans memnundur. Bu sefer başarmışlardır. Ama patron onay verdiğini söyleyip teşekkür eder ve bir anda toplantıyı terk eder. 

Kahramanımız o kısacık anda, bir reklam filmi fikrinden yola çıkarak hayat amacını bulmuştur. Aylardır içini kemiren, ruhunu yavaş yavaş öldüren bu hayattan bir beklentisi olmuştur. Asistanı Fatma’yı arar ve odasına çağırır. Lafı dolandırmadan konuşmaya başlar.

“Fatma araştır bakalım Sentinel adasına nasıl gidebilirim?”

Fatma hayatında ilk defa duyduğu bu adayı arama motoruna yazmak için not ederken klasik sorularını sıralamaya başlar. 

“Kaç gün kalmayı planlıyorsunuz? İş mi tatil mi?”

Sorularına cevap alamayınca patronunun yüzüne bakar. Uzun zamandır şahit olmadığı bir mutlulukla karşısında cevap vermeden sırıtmakta olan bir yüzle karşılaşır. 

“Sen önce bak bakalım nasıl gidebilirim? Bir araştır ve bana dön. Ben de biraz kendim bakayım bu arada.”

Fatma kafa sallayıp odadan çıkar. Kendi kendine söylenir. Yine antin kuntin bir tatil arayışında olan patronuna küfür eder. İyi bir tur şirketiyle anlaşamayacağı kesindir. Çünkü bahsettiği adaya tur olsaydı mutlaka haberi olacağından emindir. Patronuna ne kadar kızarsa kızsın sayesinde kazandığı parayla ayak basılmayan yerleri keşfetmek, en gidilmez denilen ülkelere seyahat etmek onun da vazgeçilmezi olmuştur. Parasının neredeyse tamamını bu yüksek bütçeli zevklere harcamaktadır. Dolayısıyla böyle yerleri araştırmaktan aslında keyif de almaktadır. Bilgisayarın başına oturur ve arama motoruna o iki kelimeyi yazar. Ekran karşısında yaklaşık yirmi dakika geçirdikten sonra patronun kapısını çalar. Ona verilen bir işi çözüme ulaştırmadan konuşmayacak kadar hırslı olan asistanımız biraz mahcup olarak patronuna oraya gitmenin mümkün olmadığını söyler. Ama her zamanki gibi kendince alternatif çözümlerini üretmiştir. 

“Ama araştırdım. Tristan da Cunha var. Dünya üzerinde karalara en uzak ada. Nüfusu üç yüz kişi kadar. Cape Town’dan gemiyle ancak altı günde gidilebiliyor. Pek ziyaretçisi olan bir bölge değil. Havalimanı bile yok. Belki orayı tercih edersiniz?”

Patronu cevap vermeyince Fatma daha fazla anlatmak ister. Ancak bahsedebileceği pek bir şey de yoktur. Beklemeye devam eder. 

“Sentinel adasına gitmek için ne gerekiyorsa yap Fatma. Bir gemi mi ayarlarsın? Beni adaya gizlice mi sokarsın? Bundan daha mühim bir işin yok.”

“Ama daha bugün haberlere çıkmış. Misafirperver değiller. Uçağa saldırmışlar. Üstelik oklarla. Öyle bir yerde ne yapacaksınız?”

“Maslow’un haklı olup olmadığını test edeceğim.”  

“Emin misiniz bir anda verilecek bir karara pek benzemiyor.”

“Zaten insanın hayatını değiştirmesi hep anlık kararlarla olmaz mı Fatma? Gözünü karartmadan aldığın hangi karar seni başarıya götürdü? Ya da felakete?”

Neyse uzatmayalım. Fatma, kahramanımızı adaya götürmenin bir yolunu bulur. Servetinin kayda değer bir kısmını gemi kaptanı olan bir akrabasına teklif eder. Adaya olabildiğince yaklaştıktan sonra birkaç gün gözlemleyecek, kabilenin gün içinde yaptıklarını öğrenecek sonrasında da uygun bir vakitte botla yaklaşarak kahramanımızı sessizce adaya bırakacaktır. Plan güzeldir. Kahramanımızın aklına yatar. Sevgilisine durumu anlatmak üzere buluştukları gece delirmekle suçlanır.  Yanına kıyafet, okuyacak bir kitap, kamp malzemeleri ve hatta yiyecek ve su bile almadan gidecektir. Bu delilik değil de nedir? 

Kahramanımız bir insanın aç ve susuz yaşayabileceği maksimum süreyi hesaplar. Uzun süreli aç ve susuz kalma denemeleri yapar. Yanında sadece tek bir şey taşıyacaktır. Tüm yaşadıklarını videoya kaydedebileceği ufak bir aksiyon kamera ve o kameraya iki hafta boyunca güç sağlayabilecek bolca harici batarya. Çünkü insanoğlu ruhunu tatmin etmek istediğini söylediğinde kendine bile asla itiraf etmeyeceği, belki de farkında bile olmadığı bir motivasyonla karar verir. Aslında yaptığı hiçbir hareket, aldığı hiçbir karar kendisi için değildir.  Tek bir neden vardır. Başkalarının gözünde unutulmaz olmak! İnsanların takdirini kazanmak ve ölümünden sonra bile ölümsüzlüğü yaşamak, kısacası hatırlanmak. Maslow’un haklı olmadığı, insanların; özellikle de zenginlerin piramidin en üst seviyesi olan kendini gerçekleştirmeyle pek ilgilenmedikleri gayet açıktır. İşte zenginliğin lanetli ve başa bela olduğu kısım tam da budur. Bir insan ne kadar zenginse kendini geliştirmekten o kadar uzaklaşmaya, çevresindeki insanları o kadar hakir görmeye başlar. Çünkü ne yaparsa yapsın takdir edileceğini bilir, ne yaparsa yapsın saygı görmektedir. Kendini geliştirmek için Maslow’un sözünü ettiği yaratıcılık, problem çözücülük, içtenlik asla yeterli olmaz. Tüm zenginler ölümsüz olmanın peşine düşerler. Maslow’un piramidine eklemeyi unuttuğu en üst kat budur! Ölümsüzlük! 

Kahramanımız artık tüm televizyonların da baş kahramanıdır. Aldığı bu delice kararla basının ilgi odağı olmayı başarmıştır. Hayatında ilk defa iş hayatındaki başarıları dışında gündem olmuştur. Bugüne kadar Forbes gibi ekonomi dünyası dergilerinin sayfalarında boy gösterirken, magazin dergilerinde sevgilileriyle ve son model arabalarıyla anılırken artık bambaşka bir yerdedir.  Aklının ucundan bile gelmeyecek, bir kere eline alıp okumadığı keşif dergilerinin ilgi odağı olmuştur. Ancak bir şart vardır. Yapılan çekim ve röportajlar o döndükten sonra yayınlanacaktır. Çünkü Hindistan Hükümeti’nin bu kaçak girişten haberi olmamalıdır. Tüm dünyanın onu ve adadaki yaşamını izleyebilmesi için her şeyi kaydedeceğinin sözünü verir. Çünkü başta da dediğimiz gibi amaç kendini geliştirmek ve hayatta kalmak değil, tüm insanlığın onu hatırlamasını ve hakkında konuşmasını sağlamaktır. En büyük ödül bunu kendi için başarmaktan ziyade insanlığın başaramadığı bir şeyi yapıp ölümsüz olmaktır.  

Bilinmeyen bir ıssız bir adada iki hafta geçireceği haberini duyan sosyal medya bile ikiye bölünmüştür. Bazıları övgüler yağdırırken bazıları şımarıklıkla, istenmediği yere gidip huzur bozacak kadar küstah olmakla suçlamıştır. Fakirler onu kendi evine davet etmiş, gerçek hayatı deneyimlemek için o kadar uzağa gitmesine ve şov yapmasına gerek olmadığını belirtmiştir.

Yolculuğa çıkmadan önce işi bırakır. Kimseyle görüşmez. Kamp alanlarına giderek birkaç gün aç kalma denemeleri yapar, temel hayatta kalma eğitimi alır. Belgeseller, filmler izler. Hayatında bundan daha önemli hiçbir şey kalmamıştır.  Sonunda yolculuk günü gelir. Birkaç arkadaşı ve asistanı Fatma dışında kalabalığı oluşturanların çoğu tanımadığı hayranları ve basındır. Ne sevgilisi, ne eski karısı yanındadır. Çocukları bile annelerinden izin koparıp babalarını uğurlamamıştır. Her işinden övgüyle bahseden ortakları ve arkadaşlarının çoğu yoktur. Çünkü bu iş onlara para kazandırmayacağı gibi itibarlarını da zedeleyebileceğinden olabildiğince uzak kalmayı, böyle bir deliyle birlikte anılmamayı tercih etmişlerdir. Kameralara verilen pozlardan ve vedalardan sonra gemi demir alır. Yolculuk boyunca kahramanımız aralıklı açlık oruçlarına devam eder, kendiyle ilgili tüm haberleri okur, sakinleşebilmek için bol bol meditasyon yapar. Bir gün kaptan yanına gelir ve “Kuzey Sentinel adalarına hoşgeldiniz patron” der. Kahramanımız koşar adım güverteye çıkar. Sonunda uğruna her şeyini terk ettiği ve ölümü bile göze aldığı ada karşısındadır. Teleskopla bakarken kalbinin atışını ağzında hisseder. Şimdi sabırla bekleme ve gözlemleme zamanıdır. Gece olana kadar adaya yaklaşmazlar. Güneş batınca belirli bir mesafeyi motorla alıp sonrasında kürek çekerek adaya iyice yaklaşırlar. Karanlıktan dolayı hiçbir şey göremezler, fener de yakamayacakları için çaresiz geri dönerler. İlk denemeleri hüsranla sonuçlanır. Ertesi gün sis çöker ve ada yine görünmez olur. Dürbün ve teleskopla bile gözlemlemek mümkün değildir. Kahramanımızın sadece iki günde hevesi kaçmıştır. Bir an için vazgeçmeyi, yakındaki bir adaya giderek Sentinel’deymiş gibi numara yapmayı ve herkesi kandırmayı bile düşünür. Ama sonra asıl amacını hatırlar ya da asıl amacının kendi özüne dönmek olduğunu düşünmeye çabalar. 

Üçüncü gün yağan yağmur sayesinde şansları yaver gider ve gün ışığında kimseye yakalanmadan adanın etrafında dolaşma imkanı bulurlar. Gemiye döndüklerinde sırılsıklam olmuşladır. Gece üşüttüğü için ateşi iyice yükselir. Birkaç gün yataktan kalkamaz. Ama o sırada kaptan ve mürettebat çok önemli bir işi hallederek gemiyle aralarındaki iletişimi sağlamasını ümit ettikleri uydu antenini adaya ulaştırırlar. Hastalıkla geçirdiği birkaç günün sonunda kendine gelir. Artık adaya inme vaktidir. Hem bu birkaç gün içinde tüm korkularını da yenmiştir. Kendini hazır hissetmektedir. Eski heyecanı geri gelmiştir. Hayattan ne beklediyse almış, güzel bir hayat yaşamış biri olarak hiçbir zenginin sahip olamayacağı bir deneyim yaşayacaktır. Açlık, hastalık ve ölümle savaşacaktır. Üstelik bu bir oyun değildir. Güneş battıktan birkaç saat sonra yavaş yavaş adaya yaklaşırlar. Su geçirmeyen sırt çantasında yalnızca bir aksiyon kamera, birkaç batarya ve battaniye vardır. Acil durumlar için ilk yardım kiti taşımayı bile reddetmiştir. Adaya yaklaşık on beş metre kala kendini suya bırakır ve yüzerek karaya çıkmayı başarır. Mutludur. İçini hayatı boyunca hiç hissetmediği bir huzur kaplar. Adanın enerjisi resmen onu içine çekmiştir. Yeşille mavinin buluştuğu, hiç duymadığı kuşların seslerine şahit olduğu, doğanın sesinin ve insanlığın sessizliğinin bu kadar net duyulabildiği bir kara parçasına ayak basmanın eşsiz hazzını yaşar. Ayağının altındaki kumlara bakar. Hırs ve doyumsuzluğun ayak basamadığı bu kara parçasına aşık olur. Çünkü insanın fethetmediği her kara parçası doğanın mucizevi gücünü hissettirmeyi, pozitif kalabilmeyi başarmıştır.  Tüm korkularını unutur. Hatta kendini bile öylesine unutmuştur ki ne kamerasını test etmek aklına gelir ne de dünyanın öbür ucunda bulunan ve bir koşuşturmacanın içinde kaybolan dostlarını düşünür. Zaman eskisinden farklı akmaktadır. Her bir göz kırpışında kuşların sesleri çoğalır, ayağına değen suyun ısısı artar, vücudundaki kan daha hızlı akmaya, beyni yavaşlamaya başlar. Kısa bir süre adaya uyum sağlar. Ada kadar el değmemiş duygularla, ada kadar şefkatli, ada kadar yaşam dolu hisseder kendini. Ama hiç beklemediği bir anda ada sakinlerinden biriyle karşılaşınca tedirginlik başlar. Yanından geçen devasa örümcek onu farkedince duraklar. Gördüğü en büyük örümcektir ve zehirli olup olmadığına emin olamadığından yaklaşmaya korkarak hareketsizce bekler. Aklına Dostoyevski’nin sözleri gelir. “Ya odanda öldürdüğün örümcek bütün hayatı boyunca seninle oda arkadaşı olduğunu sanıyorsa?” Kendi evinde görmeye tahammül edemediği ve asla oda arkadaşı olmayı kabul etmediği bir canlının evinin tam ortasında onun insafına kalmıştır. Sonra bir çıtırtı duyar. Örümcek kaçar, kendisi çalılığın arkasına doğru saklanır. Böylece cennetle cehennemin iç içe geçebileceği bir yerde olduğunu hatırlar ve beynindeki cennetten sıyrılarak kendini arafın gerçekliğine teslim eder. Olduğu yerde sessizce bekler. Neyse ki duyduğu sesler bir insana ait değildir. Yalnızca rüzgardan sallanan yaprakların sesidir. Örümcek de onunla oda arkadaşı olmayı kabul etmiş ve kendi yoluna gitmiştir. Gerçekliğe geri dönen kahramanımız hemen çantasından kamerasını çıkararak test eder. Şansları yaver gitmiştir ve uydu bağlantısı sağlanmıştır. Gemiden inmeden önce midesini tıka basa doldurduğu için henüz açlık hissetmemektedir. Havanın da kararmasıyla kendini iyice çalıların arasına gömerken tedirgindir. Gördüğü devasa örümcek keyfini kaçırmıştır. Üstelik biraz da susamıştır. Korkudan vücuduna pompalanan adrenalin yüzünden uykusu da kaçmıştır. İlk geceyi korku içinde aç ve susuz, durmadan vücudunda yürüyen herhangi bir böcek olup olmadığını kontrol ederek, arada bir kameranın ışığını açıp etrafını gözlemleyerek uykusuz bitirir. Pişmandır. Başına hiçbir şey gelmemesine rağmen öyle çok korkmuştur ki olduğu yerden bir adım bile hareket edememektedir. Güneş ısısını arttırıp da dili damağı iyice kuruyunca su bulmak üzere yola çıkar. Hemen kamerasını açar ve kafasına takar. Etrafta o kadar çok dikenli bitki vardır ki zar zor ilerleyebilmektedir. Hala tek bir insanla bile karşılaşmamasının sebebini yerlilerin adanın diğer tarafında yaşıyor olmasına bağlar. Bu durumda yakınlarında su bulma ihtimali de çok düşüktür. Dalları kesip kendine korunaklı bir barınak yapmak için yanına bir bıçak bile almadığı için yol boyunca küfür eder. Neredeyse on altı saat geçirdiği adada Maslow’un bahsettiği yaşamsal ihtiyaçlardan nefes almak dışında hiçbirine sahip olamamıştır. Sonunda bir tavşan görür, heyecanlanır. Hayatı boyunca hiçbir şey onu bu kadar heyecanlandırmamıştır. Yakalayabilmek için çok fazla hareket edince başarıya ulaşamayacağını farkeder. Tavşan ondan çok daha hızlıdır. Biri hazıra konmayı biri hazır lokma olmamayı öğrenmiştir. Dolayısıyla bu savaştan kimin galip çıkacağı başından bellidir. Uzun bir mücadelenin sonunda hem daha çok susamış hem de tavşanı gözden kaçırmıştır. Akşam olur. İkinci gece de aç, susuz ve güvenliği sağlayacak bir barınağı olmadığı için uykusuz geçer. Sabaha karşı tam dalmışken kuş sesleriyle uyanır. Güneş ve toprak kokusu sayesinde ilk aklına gelen hayatta olduğudur. Hayatta ve aç! Birkaç saniyelik mutluluğu bu duygularla kaybolur. Kamerasını açar, yola çıkar. Adımları küçük ve çok yavaştır. Bugün başarmalıdır. Başarmak zorundadır. Çünkü burada yaşadığı açlık ve susuzluk evinin konforundaki denemelerinden tamamen farklıdır. Vücudunun korku ve heyecan yüzünden salgıladığı hormonlar açlığa ve susuzluğa dayanma süresini neredeyse yarı yarıya azaltmıştır. Attığı birkaç adımla yorulur. Kafasını göğe kaldırır. Kuşların ne tarafa uçtuğunu görmeye çalışır. Onları takip ederse su kaynağına varacağını öğrenmiştir. Ancak ağaçlarda şarkı söylemekle meşgul olan kuşların şimdilik ona yol göstermeye niyeti yoktur. Tüm cesaretini toplar, Yerlilere görünmek pahasına adanın diğer tarafına doğru gitmeye başlar. Azimlidir, kararlıdır. Ölüm korkusu beynini uyarmış, bacaklarına kan pompalaması için emri vermesini sağlamıştır. Sonunda ufak bir su kaynağı bulur. Muhtemelen hayvanların kazarak meydana getirdiği, yağmur sularının biriktiği bir çukurun başındadır. İçebileceği tek su kahverengi çamurdur. Eğilir, tişörtünü ağzına dayayarak bir çeşit filtre gibi kullanır ve suyu içer. Bir yandan da kameraya konuşur. Aklından geçen tüm küfürleri de filtreleyerek kelimeleri seçmeye özen gösterir. Yemek bulmak için ilerlemek ister. Ancak kaybolup su kaynağını kaybetmeyi göze alamaz. Etrafındaki bitkilere bakar. Okuduklarına, aldığı eğitimlere güvenmek ister. Ama kimse bu adayı ve endemik bitkilerini tanımadığı için ona yardımcı olacak bilgiye sahip değildir. Denemek zorundadır. “Şekli ne olursa olsun mantar ve benzeri şeyleri yeme!”

Artık bolca kendi kendine konuşmaya başlamıştır. İzleyenler için değil, tamamen kendini uyanık tutmak içindir yüksek sesle konuşma sebebi. 

“Hayvanların yediklerini yemeyi dene!” 

Ama etrafta hiç hayvan yoktur. Tavşanı avlamak için peşinde koşacağına, hayvanın neleri yediğine dikkat etmediği için hiçbir filtreden geçirmeden okkalı küfürleri savurur. Ağzına tek lokma koymadan akşam olmuştur. Bu sefer barınak konusunda şanslıdır. Kovuğuna sığabileceği kadar geniş bir ağaç vardır. İçine girer, o kadar yorgundur ki kısa sürede uyuya kalır. Ancak gecenin bir yarısı, zifiri karanlıkta duyduğu çıtırtıyla uyanır. Ses çıkarmamak için nefesini bile tutar. Maslow’un haklı olduğunu ilk düşündüğü an işte bu andır. Üç gündür yemek ararken, hayvan yakalamaya ya da yiyecek bir bitki bulmaya çalışırken her şeyi kameraya çeker de ölümle burun buruna geldiğini hissettiğinde aklında hayatta kalmak dışında hiçbir düşünce kalmaz. Ölüme en çok yaklaştığını hissettiği anda bütün dünya onunla birlikte yok olsa umurunda değildir. Çünkü kendisi yoksa dünyanın da bir önemi yoktur. İnsanlığın kardeşliği filan hep palavradır. Birkaç dakikalık patırtıdan sonra tehlikenin ayak sesleri uzaklaşır. Ölüm kalım meselesi hallolduğuna göre yiyecek arayışı başlamalı; bir de açlıktan ölme korkusu yaşanmamalıdır. Bu sefer risk alır ve kendine en yakın ağacın yaprağını ikiye bölerek içinden çıkan sıvıyı tenine sürer. On beş dakika bekler. Herhangi bir şişlik veya kaşıntı yapmadığını görünce bu sefer ufak bir parçasını ağzına atıp biraz çiğner ve tükürür. On beş dakika daha bekler. Midesine indiği kadarı onu rahatsız etmeyince bir parça daha koparır ve bu sefer yutar. Bir on beş dakika daha bekler. Zamanı nasıl hesapladığına takılmayın, hikayelerde azıcık abartıya lütfen alışın. Sonuç olarak onu öldürmeyen bitkiyle tıka basa midesini doldurur. Hem tehlike gitmişken hem de karnı doymuşken hava aydınlanmadan biraz daha uyur. 

Güneşin doğuşuyla mide ağrısından kıvranması neredeyse aynı saatlerde olur. Çizgi filmlerdeki kadar fosforlu yeşil renkte bir sıvı ağzından dışarı istemsizce boşalır. Toprak kokusu ve içini ısıtan güneş tamamdır da işte yine açtır. Çamurlu suyunu içer, kamerasını açar. Yola çıkmadan önce yeşil kusmuk görüntüleriyle birlikte gece yaşadıklarını izleyicilerine ispat ederek olanı biteni anlatır. Ama dünkü kadar halsiz değildir. Yediklerini çıkarsa bile vücuduna az da olsa besin girmiştir. Kabilenin suyuna ve yemeğine ortak olmaya kararlı adımlarla yoluna devam eder. Dördüncü güne girmiş, tek bir insanla bile yüz yüze gelmemiştir. Bir hastalıktan ya da kendi gibi yanlış bitki yiyerek hepsinin ölmüş olabileceği düşüncesini kamerayla paylaşır. 

Aslında durum o kadar da kötü değildir. Hayatı boyunca kimsenin görmesi mümkün olmayacak bir adada sayısız çeşitte kuş ve bitkinin arasındadır. İnsanların yaşadıklarını seyrederken hissedeceği kıskançlığı düşünüp umutlanır. Hatta hayatında ilk defa ruhundaki açlığı bastırır. Yorulup bir ağacın toprağın üzerine çıkmış köklerine oturur. Yavrusunu böcekle besleyen bir kuşu izler. Kamerayla da gördüklerini çeker. Hayvanların kendini gerçekleştirmek için Maslow’un piramidinde yukarılara çıkmaya hiç ihtiyacı olmadığından bahseder.  Barınacak yer ve yiyecek içecek yeterlidir. Hayat onlar için bu kadar basittir. Şimdi kendisi için de öyle olmasını istemektedir. Bu yüzden bu serüvene çıkmıştır. Ama metropolde yaşayan bir insanın doğada en basit ihtiyaçlarını karşılaması aya adım atmaktan bile daha zor hale gelmiştir. Evrimi tersine çevirmek, karmaşık insandan basit ve ilkele dönmek kolay değildir. İnsan akıllandıkça avcılığı bırakmış, doğada yalnızca av olabilecek şekilde donatılmıştır. 

Kahramanımız şartlar değişmeden neredeyse sekiz gün geçirir. Artık iyice tükenmiştir. Kamerası açıktır. Ama tek kelime konuşacak isteği kalmamıştır. Çamurlu suyunu geride bırakmış. Zehirlenmekten korktuğu için bitkilerden açlığını bastıracak kadar bile yiyememiştir. Umutsuzdur. Öleceğini hissetmeye başlamıştır. Kabileyi bulabilse hiç düşünmeden yardım dilenecektir. Ama etrafta ne bir insan ne de bir hayvan vardır. Kuşlar bile artık neşeyle ötmezler. Sanki hepsi matem havasındadır. 

Dokuzuncu gün kuşların yediği böceklerden birkaç tane ağzına atar. Yine ufak bir çamurlu su birikintisi bulmuştur. Artık tişörtüyle filtre yapmadan içer. Çünkü toprak bile besin kaynağıdır. Yorgunluktan suyun kenarına uzandığı sırada ilk gün gördüğü büyük örümceğin aynısıyla karşılaşır. Ona daha dikkatli baktığında üç gözü olduğunu fark eder ve bir kahkaha atar. Yıllarca meditasyonla açmaya çabaladığı üçüncü gözü gelir aklına. Hiçbir boka yaramayan, ruhuna zerre faydası dokunmayan çakra açma seansları kahramanımızda bir işe yaramamıştır. Ama bu örümceğin doğuştan üçüncü gözü açıktır. Hem ne demiştir yogi? “Evrenin sana verdiği mesajları dinlemelisin!” Örümceğe tekrar bakar. Mesajı doğru aldığına inanmak ister. 

“Acaba? Yenir misin?” der önce kendine sonra izleyenlerine. Kararını verir. Elini uzatır ve örümceği  tutmaya çalışırken ısırılır. Parmağının ucundan öyle bir yanma hissi duyar ki kendini ateşe atsa alevlerin sıcaklığını bu kadar hissetmeyeceğine emindir. Birkaç saniye içinde hareket edemez hale gelir. Önce kasları onu terk eder sonra nefesi. Isırıldığı anda kafasından düşen kamera ölüm anını eksiksiz kaydetmiştir. Kahramanımız ne açlıktan, ne susuzluktan ne de yerlilerin saldırısı yüzünden ölmez. Sonu traji komik denecek şekilde olmuştur. Evrenin belki ona değil; ama izleyenlerine mesajı ilettiği kesindir. 

Yerliler onun ölüsünü kısa sürede bulur. Hatta o kadar kısa sürede karşılaşırlar ki adamın ruhu bedenini terk etmeden birkaç saniye önce yerlilerle göz göze gelmiş bile olabilir. Kameranın pilinin bitmemesi en büyük şansıdır. İnsanların ilgisini çekecek her ayrıntı o öldükten sonra kameralara yansır. 

Maslow haklıdır. İnsan fiziksel ihtiyaçlarını karşılayamadığı sürece bir hiçtir. Kahramanımızın bu macerası sosyal medyada kısa süreliğine çok büyük yankı uyandırır. Video tüm dünyada izlenme rekorları kırar, belgeselleri yapılır, filmler çekilir, kahramanımız Guinness rekorlar kitabına yazılır, bolca ödül alır, ıssız adalarda yaşam turizmi başlar. Peki kahramanımız unutulmaz olmayı başarmış mıdır? Tabii ki hayır! İnsanlar kısa süreliğine fakir ama cahillere olan nefretini bir kenara bırakırken, zengin ama cahillere karşı konulamaz bir savaş başlatır. Bir süreliğine kitap okuma oranları artar, kişisel gelişim kursları patlama yapar, Sentinel adası üzerinde oklara karşı helikopter turları düzenlenir. Meditasyon, yoga, bilinçlenme oruçları derken her şey kısa sürede tüketilir. Çünkü devir değişmiştir. Tüketim toplumunda kahramanımızın unutulması ve insanların yeni heyecanlar araması ölümünden yalnızca bir ay sonra olmuştur. Her yıl ölüm yıldönümünde gazeteler birkaç kelime yazar. Ama bir gün o anmalar bile yerini daha önemli bir habere bırakır. Kahramanımızın altıncı ölüm yıldönümünde iktidara yakınlığıyla bilinen ünlü bir mankenin kokaini ve alkolü fazla kaçırarak sevgilisinin yaptırdığı gökdelenin tepesinden intihar etmesi tek gündemdir. Çünkü manken yalnızca kendini öldürmemiştir. Atlarken başına bir aksiyon kamerası takmış, Türk bayrağı açmış ve devlet bakanlarıyla sevgilisinin eşcinsel ilişkilerini itiraf ederek kendini boşluğa bırakmıştır.

Lidya Nasman
Latest posts by Lidya Nasman (see all)
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close