Kimsenin ne yaptığından haberi yoktu ama herkes her şeyi en çok kendisinin yaptığını iddia ediyordu. En çok o elini taşın altına koymuştu, en çok o fedakârlık yapmıştı, en çok o kirlenmişti, savunmuştu, susmuştu, kimi zaman baş kaldırmıştı, kimi zaman başını eğmişti, o ölmüştü en çok ama sevemeden gitmişti. Kafasındakiler bir kere sızmıştı, söküp atması kolay olmayacaktı, zaten atamazdı da bilmiyordu nasıl yapılacağını. En çok o kandırılmıştı, bilemedi. En saf oydu, söyleyemediler. En korkakları da. Cesur görünmek yorucuydu, yorulmuştu, dinlenemeden gitti. Bitti sanıyordu her şey bitti. Yeniden başlayacak dediler, inanamadı.
“Hep zor mu bu şehir?”
“Zor mu kolay mı bilemem ama adam seçer namussuz, adam kayırır. Bazen öyle bir seçer ki neden seçti beni neden, diye söyletir. Bazen öyle bir görmez ki neredeyim ben neredeyim, diye delirtir. Anladın mı bütün suç şehirdedir, suç hep bir şeylerdedir. Herkes her şeyi en çok kendisinin yaptığını sanır bu sanrı yeni değildir ve eskimeyecektir. Kadim bir bilgi değil bu öyle bakma, ben de ulu bir zat değilim. Ne çok isterdin değil mi öyle olmamı, insan zaten en çaresiz, en korktuğu anda hatırlar böyle şeyleri, inanmaya başlar ama öyle değilim bana inanma. İlahi bakış açısı, insanın kendini büyük ve önemli görmesi, her şeyi bilmek istemesi. “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” diyen ile “Ayna ayna söyle bana var mı benden daha güzeli?” diyeni aynı görmesi. Aynadaki yansımasının ona, “YOK! YOK! Sizden daha güzeli! YOK!” diye bağırmasına şahit oldum. Körler ve sağırların birbirini ağırladığı, tüm işiten ve görenlerin birbirini zehirlediği çağdan selam getirdim. Ben üzeri örtülecek bir izim sadece.”
“Nereye?”
“Gidiyorum.”
“Görüyorum.”
“O zaman neden soruyorsun!”
“Sorduğum sorunun cevabını alabilmek ümidiyle.”
“Üzerini örtebilmek için bir şeyler bulmaya.”
“Kime gideceğini biliyor gibisin.”
Tık!
Tık!
Tık! (Hafifçe vurdum kapısına belki duymaz da geri dönerim diye.)
“Kim o?”
“Benim. (Bu cevaptan nefret ediyordum ama her defasında söylemekten kendimi alamıyordum. Benim! Benim! Ben! Her kapıyı çalışımda bu haykırış niye? Galiba yalnızca böyle zamanlarda bana kimsin sen? diye soruyorlardı ve ben başlıyordum kendimi anlatmaya ama dışarı çıkan sadece “Benim” oluyordu.)”
“Hoş geldin, girsene.”
“Geç oldu kusura bakma Yeşim.”
(Burada da bir parantez açmalıyım sevgili kari, Ahmet Mithat Efendi’ye küçük bir selam ile bilgilendireyim sizleri. Yeşim benim üniversiteden arkadaşım, diğerlerinden daha önemli bir arkadaşım, hemen herkes gibi ayaklarına bulaşan çamuru temizlemek yerine, çamurun içinde eğlenen biriydi. Ona güzel bir kuyu kazdım. Ben evler, sağlam kaleler, fildişi kuleler dikemeyenlerdenim sevgili kari, benim gibiler kuyu kazar. Yeşim o kuyuda mutluydu inanamazsınız. Hâlâ o kuyuda yaşıyor ve bir de yardımcısı var Güldane abla haftada bir gün gelir kuyuyu temizler gider, inanamazsınız.)
“Güldane abla daha gitmedi mi?”
“Ya şurada çıkaramadığı bir iz kalmış (senden kalmış olmalı), onu temizlemeye çalışıyor. Git dedim gitmedi. Sen niye geldin?”
“Yeşim ben, şey, nasıl söylesem, durum biraz karıştı, hallederim sandım ama…”
“Tamam Mehmet, anladım.”
“Biliyorum, anlarsın.”
“Beni bırakacaksın şimdi sen, koşarak gideceksin, koşmalısın yavaş hareket etmeye elverişli değil çünkü yaptığın, arkana bakmayacaksın, hep önüne hep ileri hep uzağa, en uzağa gitmek için zorlayacaksın bacaklarını, söveceksin bu yağmur nereden çıktı böyle diye, duracaksın ciğerlerin seni yönetmeye başlayacak, senin aklında sadece kaçmak onun aklında tek bir nefes daha almak olacak. Her şeyden yeterince uzakta olduğunu kabul ettiğinde kalkacaksın, saklanacak, bekleyecek ve geri döneceksin. Merak insanın en büyük zaaflarından, seni de ele geçirecek ve döndüğün yerde beni bulamayacaksın, izleri göreceksin yerde bıraktığın, duvarda bıraktığın, havada bıraktığın, bende bıraktığın ya görürlerse diye korkacaksın, korkma! Güldane ablayı çağır o gelip temizler her şeyi, söylemez de kimseye. Nasıl güveneceğim ona diye düşünme, ben sana hiç güvenemedim ve güvenimi hiç boşa çıkarmadın. Temizlikçi Güldane abla o, her türlü izi temizler; parmak izi, yara izi, insanların bir diğerinde bıraktığı görünmeyen izleri. Merak etme senin izlerin de bir toz bezi kadar yer kaplar bu hayatta. Bir tane istersen sana da verir Güldane abla, her zaman yanında taşı, öyle şeyler yaşayacaksın ki kimi zaman neden ben neden, diye söyleneceksin. Bazen neredeyim ben neredeyim, diye delireceksin. Kulaklarını tıkamak, gözlerini kapamak, yaşadıklarının üzerini örtmek için kullanacaksın o bezi, şimdi yavaşça üstüme ört ilk toz bezini ve unutma bütün suç şehirdedir, suç hep bir şeylerdedir, herkes her şeyi en çok kendi si nin yap tı ğı nı san…”
“Nerede kaldın?”
“Kuyudan çıkmam zaman aldı.”
“Kuyulardan çıkmak hep zaman alır, sabır alır. Çıktıktan sonra ne yapacağını düşündün mü yol boyunca, yol zihin açar.”
“Düşündüm, üzerini örtmeyeceğim. Çünkü korkarak, hafifçe aralayıp bakmak istediğimde orada olmayacağını biliyorum, bu kadim bir bilgi değil öyle bakma. Karar verildi, seni temizleyeceğim. Senden geriye hiçbir şey kalmayacak. “Güldane ablaaa!”
“Bunu yapamazsın, şehre kafa tutamazsın.”
“Bezm-i Elestten sesleniyorum “Unutacaksınız, verdiğiniz tüm sözleri unutacaksınız!”, dinle bak bu uğultu sizlerin; yerin yedi kat altından gelen, göğün yedi kat üstünden gelen, her ikisinin kesip biçtiği o yerden gelmekte. Dünya bir yumaktı, buldun ipin ucunu çektin sınırları, sonra kestin, biçtin, giydin. Ayna istediğini yansıtmadı, paramparça ettin. Her bir parça dağıldı, kavimler göçü başladı; başkadan farklıya, farklıdan yabancıya, yabancıdan ötekine. Şimdi bu tarlayı kim sürecek, kim ekecek, mahsulü kim alacak, kaça bölünecek. Ayrıkotları, “Biz ekeriz, biz biçeriz, biz keseriz efendiler!” diye atıldı. Olur mu? Olmaz! Nihayetinde ottur. Köstebekler, “Biz ekeriz, biz biçeriz, biz keseriz efendiler!” Diye atıldı. Olur mu? Olmaz! Nihayetinde hayvandır. Bir ses duyuldu sonra “şak!”, “şak!”, “şak!” boyun büktü ayrıkotları, köstebekler, çizmeliler geldi. Ellerindeki kırbaçları, “şak!” ettikçe, bir boyun eğildi, bir boyun kırıldı, bir boyun direndi. Kelimeler anlamlarından kayarak yuvarlandı başıboş üzerimize. Kimi altında kaldı, kimi üstünden atladı, kimini teğet geçti ama her birinde irili ufaklı izler kaldı. İşte ben o izleri temizlemek için bu dünyaya gönderildim.”
Güldane abla konuşmasını bitirince elindeki toz bezini verdi elime, dediklerinden hiçbir şey anlamadım (huyum kurusun anlamam) her “şak!” sesinde iz büyüdükçe büyüdü, üzgünüm Güldane Abla temizleyemedim izleri her tarafa bulaştı. Hepsinden kurtulmak için tek çare kaçmaktı. Elimde toz beziyle ciğerlerim patlayana kadar koşmaya başladım. Öyle koşuyordum ki hiçbir şey görmeden, çıkmaz sokağa girdiğimi duvara çarpıp yere yığıldığımda anladım. O şekilde yerde ne kadar kaldım bilemiyorum ama yine gelip tepeme dikilmişlerdi işte. Yeşim, iz, Güldane abla… Üçü de bana acır gibi kaçamazsın der gibi bakıyordu. Sahi ben ne zaman tam anlamıyla kaçabildim ki. Tam anlamıyla diyorum evet, Yeşim’den kaçamadım, Güldane abla hep beni buldu, bu İz ise hiç bırakmamıştı zaten.
İnsan olmakta acemi olan biri nasıl kaçar? Sıvışarak (böyle bir cevap düşünmediniz belki de araba, tren, uçak ama sıvışmak gerçekten acemice). Elimde sıkı sıkı tuttuğum toz bezini hepsinin üstüne fırlatıp, oradan sıvıştım. Sokaklarda dolanırken fark ettim ki bu sokaklar çok uzun biri bitiyor öteki başlıyor. Her sokak başını döndükçe yaş aldım, cebime attım. Ceplerim delinene kadar kaçtım. Cep delindi, ortaya saçıldı her şey, toplayabildiklerimi alıp, kuyuya sığındım.
Kuyunun içinden seslenene kulak verin, kaçmak eylemim biteli ne kadar oluyor hatırlamıyorum ama elimden geleni yaptım yapmadım mı? Ben yavaş yavaş uykuya dalarken kuyunun içinde yankılandı bir ses:
Unutma! Bütün suç şehirdedir, suç hep bir şeylerdedir, herkesherşeyiençokkendininyaptığını san…
- Küpesiz Deli - 8 Mayıs 2025
- Yakup’un Ceketi - 7 Kasım 2021