Yazar: 11:33 Öykü

Korkuluk

Gözlerimi açtığımda çarşının ortasındaydım. Ne oldu, nasıl oldu, bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda kendimi çarşının ortasında buldum. Belki de hep buradaydım ama gözlerimi ilk kez açmıştım. Belki de hep buradaydım ve gözlerimi de daha evvel birçok kez açmıştım ama ne olduğu, nasıl olduğu üzerine ilk kez düşünüyordum. Kim bilir? Kiremit rengi kaldırımların orta yerinde, havaya ve gürültüye karışmış bir halde öylece duran, gelenin geçenin çarptığı bir korkuluk, ne bilebilir, nasıl bilebilir ki? Başkalarının bakışlarını yitirmiş, işlevsiz, umursanmaz bir saman yığını. Zihnim, o saman yığınının sası tadıyla buruk düşünceler serpiyor dilime. Konuşmaya çalıştığımda ağzımdan anlamsız hışırtılar çıkıyor. Hışırdıyorum.

Öğleden sonra, güneşin tam da en tepede olduğu ve kendini olanca ışığıyla gösterdiği sırada yağmur başladı. Bu ılık, güneşli bahar gününde aniden bastıran yağmur, esnafı tente açmaya, hazırlıksız yakalanan çarşı halkını ise tentelerin altına doluşmaya mecbur bıraktı. Benim vücudumsa yağmurun altında gittikçe ağırlaşıyor. Biçimsizleşiyorum.

Kendimi, vücudumun yüküne bırakıyorum. Zaten elimden başka bir şey de gelmiyor. Ne derler buna? Başa gelen çekilir mi? Ne de kaderci bir teselli. Ama adı üstünde teselli. Tam da bu yüzden olan bitenin sonuna işaret ediyor. Bilmediğim, tanımadığım biri, yağmurun altındaki kalabalığın içinde kolunu yukarı kaldırıp parmağıyla göğü işaret ediyor. İşte bu kadar! Her şeyin sonuna işaret ediyor. Bitecek, çekeceksin ve o da bitecek; sonsuza dek sürmeyecek. İşte, senin payına düşen teselli de bu. Şimdi payına düşeni al ve dayanmaya devam et.

Bana göğü gösteren, o tanımadığım parmakla birlikte her şey bir anda anlamını buluyor sanki. Her şey o kadar basit, güzel ve boşuna ki… Yağmur, artan şiddetiyle beni sırtüstü yere serdi. Şimdi gökle aynı hizadayız. Gözlerimi kapalı göğün göz alıcı parlaklığına yumduğum anda, üzerimi gölgeleyen bir şey hissettim. Gökle arama giren bir şey. İyi niyetli fakat anlamsız bir şey. Ağırlaşıyorum, ama yüküm hafifliyor.

Kırık bir şemsiyeyi göğsümün ortasına sapladı bu şey. Nefesim kesildi. Ama artık eskisi kadar ıslanmıyorum. Vücudum yeniden yükünü almaya başladı. Göğsüme sapladığı şemsiyeyle birlikte beni sırtladı. Çarşının boşalan sokaklarında ilerliyoruz şimdi. Adamın attığı her adımda göğsüme biraz daha batan şemsiye sapı, ansızın önümüze fırlayan kara köpeğin inleyişiyle derinime saplandı. Orada kaldı. Göğsümden acı bir hırıltı boşandı.Yerimi buldum.

Köpeğin hareketiyle bir an için afallayan adam, beni sırtında şöyle bir tarttıktan sonra yürümeye devam etti. Çarşının bu sokaklarını ilk defa görüyorum. Bozuk taşlarla döşenmiş, dar bir sokağa saptık. Her adımda yırtık tabanlarından ayaklarına bir dolup bir boşalan sularla birlikte sokağı çıkmaya başladı. Adamın sırtından gelen kesik hırıltılar sanki kafamın içinden geliyor. Köşe başına gelince durduk. Muşamba torbayı yere serdikten sonra beni torbanın üzerine koydu. Seyretmeye başladım.

Yağmurun umursamaz bir tavrı, zararsız bir ritmi var. Kendisi gibi, yalnızca kendisi için yağıyor. Ne gökle ne de yerle bir meselesi kalmış. İkisinden de azade, ikisinin arasında, olmayı tadıyor. Kimseye herhangi bir vaatte bulunmamış olmanın verdiği özgürlükle yayılıyor, genişliyor; yağdıkça yolunun kesiştiği maddeyle bir oluyor. Ne herhangi bir şeyi kirinden arındırıyor ne de içine karıştığı toprağı çamurlaştırıyor. Köşe başındaki küçük kalabalık -tıpkı bir bitki gibi- neden olduğunu sorgulamaksızın kendini yağmura bırakmış. Islandıkça olduğu yere kök salan ayaklar ne yorulmayı ne de üşümeyi düşünebiliyor. Sırtı bana dönük kalabalığın baktığı yere doğru başımı kaldırdım. Yanıyorlardı.

Gözlerimi hissediyorum. Yanıyorlar. Beni de yakacaklar diye korkuyorum. Durmadan kıpraşan, titreşen, birbirine karışan, irili ufaklı onlarca ateş parçası. İçlerinden biri üzerime sıçradı. Islak vücudum öyle ağır ki yandığımı bile hissetmiyorum. Adama baktım. Korku içindeyim, beni görmüyor musun? Oysa o, ne etrafa saçılan alevlere ne kalabalığın haline ne de hızını arttıran yağmurda sırılsıklam oluşuna aldırıyor. Kabalıktan biri bile değil üstelik. Her şeyi görüyor. Elleri cebinde, bana bakıp gülümsüyor. Ateş parçaları beni yakmıyor. Neden yanmıyorum? Adam bana gülümsüyor.

Tam da biraz olsun rahatlamaya başladığım anda göğsümdeki şemsiyeden tıkırtılar gelmeye başladı. Başımı şaşkınlıkla göğsüme eğdim. Göğsümü didikliyor. Ateş parçası, bu o mu? Adam, gözlerimin farkında bile değil, hâlâ bana ve göğsümdeki ateş parçasına bakarak gülümsüyor. Öyle çok ıslanmış ki yağmurdan farkı yok. Göğsümdeki ateş gövdemin üzerine yuva yaptı. Sonra da içime yerleşti. Gıdıklanıyorum. Ateş, böyle yumuşak bir şey mi? Diğerlerinin yanına gidip gelirken minik parçaları yavaşça süzülüp vücuduma takılıyor. Adamsa dönüp ateş parçalarını izlemeye koyuldu gene. Küçük kalabalık gözlerini onlardan alamıyor. Adamın biri ateş parçalarını avuçlarının içine alıp kafeslere koyuyor. Neden korkmuyor? Nasıl yanmıyor? Her yerdeler. Hepsini tek tek avuçlarına aldı. Omzunda ise rengârenk bir şey duruyor. Ateş parçalarından çok büyük. Artık hepsi kafeste. Gittin işte, gövdeme eşelediğin yuva ne olacak?

Küçük kalabalıksa uyanmaya başladı. Topuklarına kadar suya batmış köklerini silkeliyorlar. Adam sırtladı beni gene. Her adımında bir yaklaşıyorum göğe, bir uzaklaşıyorum. Yağmur üzerime düşüyor hâlâ. Evlerin önüne gelince durduk. İnce, inleyen bir ses işittim. Birkaç adım daha atıp durduk. Kırık demir kapı arkamızdan kapandı. Ahşap evin enine doğru genişleyen penceresi ardına dek açık. Rüzgâr, mavi tülü kendine çekiyor. Yağmur gibi ince, mavi bir tül. Akşamüstü ise mavi gri karanlığına karışıyor. Neyi bekliyoruz?

Yağmur azalarak çekip gitti. Beni sırtından indirdi. Islak toprağa değdi ayaklarım. Sırtımı uzunca bir sopaya yasladı. Ayaktayım şimdi. Şemsiyeyi çekip çıkardı göğsümden. Ah! Nefes alıyorum. Peki yuva? Göğsümde mi kalacak? Sorun değil. Yerimi sevdim. 

Toprak nasıl da yumuşak. Hava serin ve güzel kokuyor. Her yana bir şeyler ekilmiş. O mu ekti bunları hep? Geldi. Kurumuşsun. Bunlar başka giysiler. O ceket ne? Sırtıma geçirdi ceketi. Önümü ilikledi. Eğilip yerden bir çiçek kopardı. Yakama iliştirdi çiçeği. Beni izliyor. Onu izliyorum. Bana gülümsüyor. Yorgun görünüyorsun.

Yağmurda ıslanan lepiska saçları boynuna yapışmış. Elini omzuma koyup bana bir kez daha gülümsedikten sonra eve girdi. Açık kapının ardında uzun ve eski bir yer var.  Dar koridorun sarı ışığı kapıya kadar vurup yüzümde gölgeleniyor. Yoruldum. Gök yavaş yavaş ışıldamaya başladı artık. Her şey yanıp sönüyor.

Biraz sonra yine bir şeyler kıpırdanmaya başladı göğsümde. Sen de kimsin? Ateş parçasına ne de benziyor. Ama yanmıyor. Toprağa benziyor. Yanmıyor onun gibi. Ama onun gibi yumuşak. Ateş parçasının eşelediği yuvaya girdi, toprak renkli küçük şey. Çırpınıyor içimde, kıpraşıyor. Bir yeri didikledi. Ah! Orası yüreğimin yeri. Boşmuş önceden, ateş parçası yuva yapana dek fark etmemiştim. Adam beni buraya getirdi. Giydirip yakama çiçek iliştirdi, bana şöyle bir baktı ve gülümsedi. Şimdi yüzüm bir evin sarı sıcak ışığıyla gölgeleniyor. Ve şimdi de sen geldin. İşte, şimdi içimde, sahiden bir şeyler kıpırdanıyor.

Gizem Yıldırım
Latest posts by Gizem Yıldırım (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close