Koştum, koştum, koştum…

   Tahtakale  meydanına geldiğimde soluk soluğa ellerimi dizlerime yaslayıp nefeslenmeye çalıştım. İçimden bedenimi yırtarak gelen, ağzımdan çıkacakmışçasına çırpınan kalbimi sakinleştirmeye  koyuldum. Neden bu kadar koştuğumu, nasıl buralara geldiğimi hatırlayamadım bile. İçimde bilmediğim zamanların korkusu vardı ve nedendir bilinmez beni buraya sürükleyen her neyse, duyduğum heyecanı kendi galeyanıyla büyütüyordu. 

   Kafamı kaldırdım. Etrafımda dönen gecenin ışıkları içinde bir an sarhoş gibi sendeledim. Zaman mefhumumu kaybetmiş gibiydim. Geceydi ama gündüz gibi gecelerdendi ve belki de gündüzdü ama zihnim beni karanlığa çekiyordu. 

   Etrafımda bir tur attım. Üst taraftaki Tahtakale çeşmesinin ardından bir gölge geçer gibi oldu. Çeşmenin yanından geçen bir arabanın kornası beynimin en ücra köşelerinde bile yankılandı. Dükkânını kapatan bir esnafın kepenginin sesi bir hengâmenin içinde gıcırdadı. Alt taraftaki dükkândan bir adam dışarı fırladı. Elinde sülük dolu şişeleri tıngırdattı. Yüzümü buruşturdum, sülüklerin tenime dişlerini saplayıp hunharca kanımı emdikleri düşüncesi midemi bulandırdı.

   Başım dönüyordu, belki de hâlâ ben kendi etrafımda bir pervane gibi dönüyordum. Bunu düşününce ağzımdan istemsiz bir kahkaha kaçtı. Fütursuzluğuma mı gülüyordum emin olamadım. 

   Bir harıltı koptu. İçimdeki korku tekrar yükseldi ve beni heybesine katıp koşmaya zorladı. Altın rengi ışığı çatlarcasına parlayan dükkâna doğru kendimi sürükledim. Eski, tahta kapıyı zorlayıp koca bedenimi içeriye fırlattım. 

  Gözümü alan ışığa karşı ellerimi kaldırıp gözlerime siper etmek isterken fark ettim. Kemikli, ince, uzun parmaklarımın yerinde minik parmaklı tombul bir el vardı. Üzerimde beni gizleyen siyah kapşonlumun yerini kırmızı, araba figürleriyle dolu bir kazak almıştı. Altımdaki siyah dar paça kotum sanki hayalmişçesine kaybolmuş, bilekleri büzgülü bir eşofman altıyla yer değişmişti. Aklım iyice karışmıştı, kafamı kaldırdığımda gözlerim fal taşı gibi açıldı. Annem yanımdaydı. Son hatırladığımdan daha genç ve daha ışıltılıydı. Yüzündeki yorgunluk katları yoktu, yanakları bir genç kızınki kadar pembeleşmiş, dudak kıvrımları her an gülümsemeye hazırmışçasına vurguluydu. Taktığı gök mavisi eşarbı onun nehir yeşili gözlerini bir cevher gibi parlatmıştı. Sanki siyah örtülerin ardına gizlenen kadın, benim bildiğim kadın, benim annem değilmiş gibiydi. 

   Elindeki şişeyi tezgâhın ardındaki adama uzattı. “Lütfü abi buna bir İstanbul geceleri doldurur musun? Malum önümüz bayram, gelenlere tutmaya kolonya kalmamış. Bizim adam da bir İstanbul gecelerine tahammül edebiliyor. Bana kalsa tütün kolonyası alacağım ama kokusunun ağırlığına dayanamıyormuş bizim herif.” Annem sonunda yüzünü buruşturdu, babamla yaptıkları kolonya atışması geldi aklıma o an. Bir çocuğun zihniyle hatırladığım anı depreşti ama puslu bir örümcek ağını da getirdi beraberinde. Kafa salladım kendi kendime. Kolonya önemliydi, bayram onsuz geçmezdi.

   “Hemen doldurayım kızım. Valla kocanın da zevki güzelmiş yalnız. Benim kız da en çok İstanbul gecelerini sever. En güzel kokulardan biri zaten.” 

   Başımı konuşan Lütfü amcaya çevirdim. Çocukluğumda hatırladığımdan daha canlıydı karşımda. Üzerindeki çizgili gömleği, kolunda kahverengi kayışlı Casio saati, ince kemik gözlükleri ve başının arkasındaki bir tutam özenle taranmış, boyalı kahve saçlarıyla hatırladığımdan daha da hayat doluydu.

   Yaşlı ve damarlardan yol yol olmuş elleriyle cam kolonya fanusunun biri sarıya biri kirli kiremit rengine dönmüş bir limon kadar olan pompasını sıkıp, fanusun üzerindeki camdan dereceli tüpe doldurdu. Beyaza dönük saydam sıvı kovanın dibinde kabarcıklar yaratarak bir hat şeklinde tüpe doğru yükseldi. Tüpün altındaki, incecik boruyu açan minik düğmeyi gevşetmeden önce, annemin verdiği çeyizinden kalma içine yapma çiçek doldurulmuş cam kolonya şişesinin ağzındaki şeffaf tıpayı çıkardı. Sonra da şişenin ağzını boruya yanaştırıp minik düğmeyi gevşetti. Kolonya setinden taşan bir nehrin hırıltısıyla şişeye dolmaya başladı. Ben de çocuk aklımla sesin çıkardığı o tatlı ahengi dinledim. Ama şarkım cam vitrinin altında gördüklerimle yarıda kesildi. Neler yoktu ki! Çeşit çeşit boncuklar, tespihler, saç boyaları, ellerinde kırmızımsı desenler yapılmış güzel kadınların olduğu kutular, bir sürü farklı renkte ve irili ufaklı düğmeler, çengel iğneler… 

   Lütfü amca kolonyayı doldurunca eline aldığı etikete kaydı bu sefer gözlerim. Yeşil parlak etiketle dudaklarımı büzdüm. Şişemizin üstünde daha önceki doldurmaya gelişimizden kalma etiketin üstüne bir yenisini yapıştırıyordu çünkü. Çok garibine gidiyordu çocuk halimin. Aynısı varken yine yapıştırıyordu üzerine ‘Yeşil Tire Kolonyası’ yazan kâğıt parçasını. Bir an atılıp “Lütfü amca var zaten üzerinde. Neden bir daha yapıştırıyorsun ki kâğıdı? Annem israf etmek çok günah der.” Demek geçiyor daha yeni yeni dünyayı algılamaya başlayan küçük benliğimin aklından. Ama sonra annemden korkup susuyorum.

   Lütfü amca bir de ikiye bölünmüş gazete destesinin üzerine yatırıyor şişeyi. Bir güzel katlıyor şişenin bir başını bir sonunu. İyice büküyor açılmasın diye. Sonra da poşete katıp veriyor anneme. 

   “ Beş lira yeter kızım.” Diyor. Annem önceden hazırlayıp elinde buruşturduğu parayı uzatıyor adama. Torbayı alıp pazar arabasının çengeline asıyor. Sonra bana dönüyor bakışları. Elimi tutup “Hadi oğlum.” Diyor. 

   “Hayırlı işler Lütfü abi. Allah hayırlı müşteriler versin.”

   Anneme uyuyorum dükkânının kapısına doğru giderken. Ama bir şey görüyorum aynada. Bana ilginç gelen bir şey. Ayak diretiyorum anneme. Elinden kurtulup aynanın karşısına geçiyorum.

   Siyah dağınık saçlarıyla simsiyah giyinmiş bir adam duruyor karşımda, ürküyorum. Benim üstümdeki kırmızı arabalı kazağım ve altımdaki bilekleri büzgülü eşofmanımın tam zıttı giyimli biri. Üstelik ellerinde kalem akmış gibi duran anlayamadığım şekiller var.

   Parmağımı uzatıp ürkekçe soruyorum aynaya. “Sen kimsin?”

   O siyah karaltı da uzun, kemikli parmaklarını bana uzatıyor. “Sen kimsin?” diyor.

   Kaşlarım çatılıyor yansımamda, çocuksu bir inatla sesimi yükseltiyorum. “Önce ben sordum.” Diyip omuz silkiyorum. “Sen kimsin?”

   Uzattığı parmağını indirmeden yine beni tekrar ediyor. “Sen kimsin?”

   İyice çileden çıkıyorum. Yerimde tepinerek bağırıyorum aynaya doğru. “Sen kimsin? Kimsin? Kim?” O da bana bağırıyor deli gibi. Korkuyorum. Onun sesi benden kalın, benden gür.

   “Kimsin? Kimsin? Kim?”

   Ayna çatlıyor. Çatlaklarından siyah mürekkep lekeleri sızıyor. Onun ellerinden benim ellerime geçmek istiyorlar sanki. Kalbim deli gibi atıyor. Ellerim korkuyla titriyor. 

   Kaçıyorum. 

   O altın ışıklar saçan dükkânın kapısından fırlıyorum. Annem arkamdan bağırıyor, kahkahalar atıyor. Yüzündeki pembelik koyulaşıp kanlara dönüşüyor, yeşil gözlerinin feri karanlığa çekmek istiyor gibi beni. 

   Koşuyorum, Koşuyorum, koşuyorum…

   Tahtakale çarşısının parke taşlarıyla döşeli meydanındayım yine. Başım dönüyor. Sarhoş gibiyim. Sülükçü dibime kadar girmiş. Şişesindeki sülüklerden biri koluma saplamış dişlerini. Kolumdan ince ince sızan kanla midem bulanıyor. 

   Sülükçü sırıtıyor. Karşı dükkânı kapatan adam sırıtıyor.

    Çeşmenin oradan geçen gölge önüme gelip gösteriyor kendini. Tam karşımda küçüklüğüm var. Parmaklarının arasında içmekten bıkmadığım Uzun Tire sigarası. Elleri dövme lekeleriyle dolu. İrkiliyorum. 

   Sigarasını göğe doğru kaldırıyor. Ellerinden yere mürekkep damlıyor. 

   “Kimsin sen!?” diye bağırıyor.

   Ellerimi saçlarıma daldırıp çekiştiriyorum. Dizlerim boşalıyor, yere düşüyorum.

   “Kimsin!?” diyor.

   “Kimim ben?” diyorum kendi kendime. 

   “Kimsin?”

   “Kimim?” Mırıltım ağzımdan çıkan dumana karışıp elle tutulur bir kıvam alıyor.

   Bakışlarımı göğe kaldırıyorum. Gece gündüz gibi, gündüz beni zihnimin paçasından tutup silkelemek ister gibi. Gözlerimden yaşlar boşanıyor birden. Deliriyor muyum diye düşünüyorum. Kimim, kimim, kimim?

   “Tanrım!” diyorum. “Tanrım!”

   Ses gelmiyor.

    Çocukluğuma bakıyorum. Benim gibi oturmuş yere, ağlıyor. Ellerimi ona doğru uzatıyorum onun ki de bana uzanırken. Sigara tutan parmakları benimkilerle birleşiyor. Sızılanmış bahara küsmüş yaprak gibi, sigaranın külü dökülüyor aramıza. Kül ikimizi yutmak istermişçesine etrafımızda bir kasırga yaratıyor. Dönüyor, dönüyor. Başım da dönüyor. Gözlerim kapanmadan önce hayal meyal görüyorum çaresizliğimin yüzünü. O tufanın arasında çocukluğumun tınısıyla titreşiyor sesim. 

   “Kimim ben?”

Aynur Gülek
Latest posts by Aynur Gülek (see all)
Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close