Yazar: 09:33 Öykü

Kim Tutar Seni

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular…

A.İLHAN

Bu sabah uyandığımda başka bir zihin, başka bir kalp, başka duygu… Başka olan her şeye uyandığımı içten içe fark ediyordum. Nasıl oluyorsa hep olduğu gibi değildi bu sabah. Ne suyun kaynayışı, ne havanın aydınlığı, ne evin eşyaları… Öyle ki havanın nemli soğuğunu içime çekerken de başkaydı. Az sonra günü ısıtacak güneşi bir yaz helvası tadında hissettiğimde de başka olacaktı. Olanı olmuş bulmuştum. Her şey ben habersizken olmuştu. İçimde bir ateş yanmış sebepli sebepsiz körüklenmeye başlamıştı. Aynadaki yüzümde, mutfakta kaynayan suda, bardakta, kaşıkta, çatalda, masada bir memnuniyetsizlik vardı. Nereye baksam nereye dokunsam içimden tutuşuyordum. Tepemden aşağı inen evhamın ağı giderek bedenimi sarıyor, bakışlarım bulanıklaşıyor, perdeleniyordum. İçeri sızan aydınlığa, içime düşen söze bozuluyor, kırılıyor, kirleniyor, güceniyordum. Dilsiz acı çekiyordum. Sizlerin de böyle sabahları olmuştur.

Akşam işten eve döndüğümde, onu balkonda sigarasını içerken buldum. Önünde henüz koyduğu kahvesi ile oturuyordu. Ben de bir kahve alıp yanına geçtim bir sigara da ben yaktım. Oysa uzun zamandır bırakmaya çabalıyordum, henüz bırakmışlığım yoksa da düşüncesi vardı.

Konuşmaya başladı sesi ne gecenin karanlığını üzecek kadar kısık ne de etrafındakileri üzecek kadar dürüsttü.

“Ben mutsuzum,” dedi.

“Nasıl yani, film repliği mi bu?”

“Yok öyle değil, gerçekten mutsuzum ve artık seni istemediğimi de biliyorum. Boşanmak istiyorum.”

Tam olarak belki böyle söylememiş de olabilir, ama buna benzer şeylerdi.

Sanırım dünyadaki en eski düş kırıklığının adı aşk. Ve inanın hayattaki en korkunç laf: “Ben böyleyim, beni böyle kabul et.” Hayatımda bundan daha bencil laf duymadım. Yokuş aşağı kaymak gibi zevkli, keyifli, tırmanma yok, çaba, ter, gözyaşı, baş ağrısı, mide bulantısı, yüksek ateş ya da soğukta titremek, acıkmak, yorulmak, susamak yok. Narsistik değil de ne şimdi bu? İpliğin bile iğneye tabi olduğu bu dünyada az ekmek, az su, bol oksijen…

Konuşurken yüzüne bir yas perdesi indi. Bakışlarında, gözlerinde bir sertlik yoktu ama çok uzun bir mesafe vardı o bakışlarında. Oysa bu dünya dilsizdi. Mahşer gününü bekler gibi sancılı, endişeli bir bekleyiş gelip yüzüne oturmuştu. Son lafı da bittiğinde ortaya günün közü kalmıştı. Yanmakla yanmamak arası bir yerdeydik. Ağzını açsa alev alacaktık, sussa için için yanacaktık.

Susmayı, için için yanmayı tercih ettik.

Hani, desem söz demesem yüreğimde köz olacak türden bir dert işte. Kalbimden derin bir his taştı. Söyleyeceklerimi sesimin taşıyamayacağından, ağzımdan taşacağından o kadar emindim ki sustum.

Tencere yanına bırakılmış kirli bir kaşık gibi hissettim.

Aklıma, yüreğime düşüp de beni incitmeyen ne var bu dünyada? Hep küs, hep kırgın, hep öfkeli… Siz hiçbir bakışın acısını duydunuz mu? Dayağın, küfrün, azarlamanın değil, bir bakış sadece bir bakış; ömür sürecek bir yara, bir sızı, durup durup kendini hatırlatacak bir yara, evden ayrılırken ardıma baktığımda görmüştüm babamın bakışlarında bu yarayı, şimdi sende gördüm aynı sızıyı.

“Düşman düşmana mevlit okumaz unutma,” dedim. Son kez bakmıştım ince, kederli ve yorgun yüzüne.

“Hayatın tuzağı nedir biliyor musun?”

“Aramak ve bulmaktır.”

Damağım kurumuş, ensemden sırtıma damlayan buz gibi terin yuvarlanışı ile ürperdim. Az sonra odadan ve tüm bu düşüncelerden çıkıp gidecektim. Geride kırgın ve öfkeli bir bakış, bir de başından sonuna pişmanlık kalacaktı.

Hayal kırıklıklarının, mutsuzluğun da bir sesi var. Çok zaman önce karar vermiştim; kafamdakileri terbiye edip, sözcüklerime hayat vermeyi. Hayatın bir arka kapısı yok, gizlice sigara içtiğin, boşlukta fısıldadığın bir yer yok. Her şey ayan beyan ortada, açık…

Hâlâ hatırlayabiliyorsan, devrik ve öznesiz cümleler konuşabiliyorsan henüz vakit gelmedi demektir. Benim geçmişe ait hatırladıklarım hayli pusludur. İsimler, yüzler, tarihler bende hep silinir; gölgesi kalır. Ve şimdi aklımın bir köşesinde kalmış birkaç hikâyem var. Attığım her adımda cam kırıkları battı topuklarıma. İçimde onlarca kırık hayat taşıyorum. Ve artık biliyorum; insan babasının hıçkırıklarını umursamıyorsa, inanın hayatta hiçbir şeyi de umursamıyor. Dünya ile aynı hızda dönmeye çok çabaladım. İnsan ne kadar yalnızsa o kadar uzağa düşebiliyor kendinden. Bir uzay mekiğinin atmosfer dışında parçalarından ayrılıp özgürleşmesi gibi, zihninden kurtulabildikçe yükseliyorsun ya da düşüyorsun. Üzerinde sürekli bir melankoli bulutu ve sonsuz yağmur, işte ruh halim bu… Ne istediğini bilmeden içinden gelecek bir fısıltıyı beklemek kadar insanı yıpratan bir işkence yok şu dünyada.

Dünyayı umduğu kadar bulanlardandım, ne eksik ne fazla, her şey kendi iklimine aitti. Geçmişi yeniden düşünmek, onu yeniden yaratmaya yetmiyordu. İçimde masum, kımıldamaya dermanı kalmamış, yalnızca sevgi, şefkat ve merhametle sarılmak isteyen çocuğa nasıl anlatabilecektim, sonsuza kadar arafın karanlık ve kederli boşluğunda gezinmeye mahkûm edilmiş, metruk bir ruh olduğumu. Yeraltından bakiye kalan bir hayatı yaşadığımı. Kendi içime kazdığım kuyudan kendimden daha da uzaklaşarak çıktığımı geç de olsa anlıyordum. Hep aynı soru dönüyordu zihnimde, “İnsan kaderinden daha mı güçlüdür?”

Bu soruya verecek yanıtım yoktu. Benim içimde biri öldü. İçimde bir ceset taşıyorum. Odaya girdiğimde mi, odadan çıktığımda mı? Bilemedim ama içimdeki cesedin ağırlığını her zerremle hissetim işte onu biliyorum. İnsan anlatmayınca yaşamamış, yaptığı kaybolmuş sayılır mı? Her şey böyle değil mi? Bir taraf isterse içini dökecek, istemezse içinde kuruyup katılaşacak, dökülmeyen kurumuş kalacak. İçim konuştukça onu haklı buluyorum. Sussa her şey sonsuza kadar susacak gibi geliyordu. Boğazıma birikmiş tıka basa sözcüklerim var. Tenhayım ama kalabalığım. Ah be canım ne kolaydır kötüyü görmek, kötü söz söylemek. Ne yapayım beni sevmen için? Serçeyi herkes sever, kolaysa beni sevsene, senin istediğin gibi bir eş olamadım ya da olamazdım. Haydi kolaysa gece işten döndüğümde başımı okşa, temiz çamaşır ver, saat kaçta ne halde gelirsem geleyim yüzün aynı olsun, hoş bir kabulün olsun. Oysa hep sırtını döndün, benden utandın. Başımı göğsüne gömüp ne kokunu aldım ne de sen benim kokumu aldın. Oysa dünyanın en güzel kokusu değil midir ki, beklemenin kokusu. Beklemenin kokusu. Çok bekledim ben seni o yüzden de kokunu hiç unutmadım. Bazen duşta, otururken, yürürken, konuşurken en çok da kendi başıma ıssızlığım da ağlarken gelir, burnumu sızlatır, içimi ürpertirdi. Kokunda ölmeyi çok bekledim… Sonra bildim; insan ne kadar yanarsa o kadar soğuyordu. Ben ne kadar yanmıştım ki içim bu kadar soğuktu. Sayende söyleyeceklerim varken suskunluğu seven, yapabilecekken hiçbir şeye isteği olmayan bu halimi de tarifsizce sevmeyi senden öğrendim. Varlığımı bilip yokluğumda yaşamaya yazgılı yaptın beni sana küs müyüm, kızgın mıyım? İnsan kendi kadar ant içmeli kendi kadar yemin etmeli. Ah şu yumuşak kalbim ömrünce başka türlü bir yol bilmedi, başka türlü bir adımı olamadı. İçime düşen her ne ise o büyümüş ben gölgesinde kalmıştım. En kuytu en mahrem yerlerimde bir hırsız gibi yaşadım. Evet ömrümü çaldım, ben ömrümün hırsızıyım.

Kendimi anlasam belki kainatı da resmedecek, o resimde kendimi görecektim. İnsanın içindeki vaktin ilerleyişi durduğunda, zaman insanın celladı oluyordu. Umuyordum ama beklemiyordum. En mahrem düşlerimde bile susuyordum. Zaman zaman bir an geliyor içimde kabaran bir coşkuyla kendi akışıma kapılıyor, kanatlanıyor fakat birkaç gün sonra kanatlarım kırılıyor; yine kendi elbiselerimi giyiyor, uzun uzun susuyor kendimi dinliyordum. Çok gece nefessiz uyandım, tıkandım sızlayan bir kedere açtım gözlerimi. Bir yangının içine açtım kendimi. Yusuf’un kuyusuna attım. Böyle günlerin sonunda içimde neyin yandığını neyin kavrulduğunu neyin yağmalandığını bilmiyordum karar da vermiyordum, ruhum yükseliyor muydu düşüyor muydu?

Kalbim konuştukça dilim sustu. Dilimin boşluğunda yaşamaya başladım. Sonra kendime bir gözlemevi kurup içimdeki sesleri dinledim. Binlerce cümle biriktirdim konuştukça çoğalacak, hiç bitmeyecek. Ele karışanla kendine bile karışamayanın hali bu. Binlerce fotoğraf karesi aktı zihnimden, parlak bir salyangozun iziydi ömrüm bu izden ibaretti. Evde beni bilen, seven bir bakışın olmadığını bilmek ağır geliyordu. Neyi neden yaptığımı soracak bir nefes yoktu. Beni bekleyen kimse yoktu. Tanrıyı anlıyordum, hem de sevilerek bilinmek isteyişini, bende bilinmek sevilerek bilinmek arzusuna yapışıp kalmıştım. Bir beğeni, bir anlama, bir takdir, bir iltifata kendi tapumu senin üzerine yapmaya hazır hissediyordum kendimi.

Yemek yedin mi? İzlemek için seni bekledim. Bunu mutlaka okumalısın. Kahve hazırladım ve ben bunların hiçbirini artık işitemeyeceğimi bilerek o soğuk, kimsesiz içinde sadece kendi nefesimi soluyacağım eve dönecektim. Sonra ne varsa içimde bir hazine gibi gizli, unutacaktım. Dünyada ki birçok insan gibi mutsuzdum, muğlaktım. Mutsuzluğum da, muğlaklığımdan geliyordu. Annemin varken olmayışına, babamın bana sırtını dönüşüne, şimdi senin olmayışına hayatım hep bir muğlaklık üzerine kurulacaktı. Mutsuzluğum bu muğlaklığın üzerine mi oturacaktı. Kendi içimdeki eğretiliği ve yabancılığı aşamıyor bunu düşündüğümde boynum asılmış gibi önüme düşüyordu.

Derdini bilmeyen dertten azat olmuyor ki, bütün kâinat da bunu suyun akışı gibi biliyordu farkındaydı. Derdine derman bulamayınca bir boş vermişliğe bir hak edilmişliğe düşüyordu insan. Anılar peşimi bırakmıyordu. Ah! Kendime dokunabilseydim, başkalarına anlatabilseydim kendimi belki bir anlam bulacaktım. Oysa dökmemeyi, saçmamayı, açmamayı itikat edinmiştim. İnsan kendini deştiğinde ne geçer eline? Gördüklerine, bulduklarına katlanabilir mi? Toprağı deşsen mesela ne çıkar? Solucan, börtü böcek, kurt, ağaç kökü ve bu kimin hoşuna gider? Gitmez, tahammül edemez üstünü kapatırsın hemen oracıkta. İnsanın da köküne indiğinde, aslını bulduğunda, kendini deştiğinde, kazdığında çıkana tahammül eder mi sanırsın. Bir insanın kalbinin ağrısı başka insana süstür bunu unutma. İnsanın yazgısı kendinden haber olup da kendine varamamasıdır. Bir ağlama, bir kırıp dökme arzusuyla yaşadığı yerde kül olmaktır. Sanırım ben annemin rahminde kaldım, bir türlü doğamadım.

Zamanın, insanın celladı olduğunu bu yaşlara geldiğinde anlıyorsun. Akordu bozuk bir saz gibi hep yanlış notalara bastım. İçimden avaz avaz ağladığımı kimseler bilmedi. İçimdeki kırgınlığa düşmemek için kendime tutunmaktan başka yol yoktu. Düşemem çünkü kaldıracak kimsem yoktu. Çok sonra anlamıştım pervanelerin dönüp durması aşktan değildi, konacak bir yer bulamamaktandı. Bir yerin olmayışındandı. İçimde büyüyen suskunluk, çocukluğumda hiç debelenmeden hiç çırpınmadan inmişti. Arayan sahiden bulur muydu kendini? Ve söz değil midir? İnsanın ömrüne yağan?

Kim olduğum değil de sanırım kendimi kim sandığım daha önemliydi. En çok neyi arzu etmiştim bu hayatta; kalbimi keşfetmek, kalbimi kalp bilene kalp olmak, ona atmak… Sendin o. İnsanında mevsimleri var bunu anlamıştım, ham, dikenli, tadında ve kart mevsimleri ve inan bana sevgili okur kırkına kadar kimse olmuyor, olmamışı olmuş sanıyor. Kadim bir resme bakar gibi bakıyor insan kırkında geçmişine ve geleceğine günün sonunda insan soyunup giriyor yatağa sonra yine bu yaşta insan anlıyor ki, kendini ne kadar derine salarsan o kadar bulunmaz oluyor insan. Olmak kozadan çıkmak değil, kendine uygun kozalardan bir gardırop oluşturmaktı, ömrümü fark edilmemeye adadım, fark edildikçe bir kat daha giyindim. Kendimi dalda yaprak, gökyüzünde kuş, gölde balık, çayırda kelebek olarak düşlüyordum. Kendimi terk etmem gerektiğini anladığımda da çıkacak kıyı bulamıyordum. Geçen zamanda öğrenecektim elimde olan kendi iç dünyamda olanlardı. Boşanacağını söylediğinde söylemiş arkadaşları, “Kim tutar seni,” iyi de etmişler. Sahi kim tutar seni. Bende yokum artık. Bak bu öykünün kahramanı sen oldun. “Boşanmış yaşamayı denemek istiyorum,” demişsin iyi de söylemişsin dene ama sakın yanılma.

Zihnimin kuyusundan çıkardığım sözcüklerimi kuyudan aldığım suyla yıkadım, tattım, tortusuyla doldurdum kendimi. Sözlerimi kestim, biçtim, diktim öyle harcadım. Çok sonra bildim insanın anahtarı insandaymış, benim anahtarım senin ellerindeymiş. Ne ağır bir cümle “Kim tutar seni,” içime ağır bir hüznü zerk etti.

Tüm bunları şu dar mahkeme koridorlarında yazdım sana. Mübaşirin sesi ile aynı anda kalktık göz göze geldik…

Editör: Nisa Demirtaş

Dursun Karaseki
Latest posts by Dursun Karaseki (see all)
Visited 20 times, 19 visit(s) today
Close