Yazar: 20:00 Öykü

Kedi Isırığı

Okuldan çıktıktan sonra doğruca lojmana yönelen ve kendini yatak odasında bulan Öğretmen Osman’ın bir an önce uyumaktan başka isteği yoktu. Yatmak, uyumak dünya dertlerinden uzaklaşmanın tek yoluydu. Sürekli uyusa, güzel rüyalar görse ve bir daha uyanmasa ne iyi olurdu.

Giysilerini çıkarıp yatağa yönelince yorganın üstünde uyuklayan kediyi fark etti. Azarlayıp yataktan indirmeye çalıştı, başarılı olamadı. Hayvan kımıldamıyor ve tıslayarak dişlerini gösteriyordu. Aralığa çıktı ve süpürgeyi alarak döndü. Kediyi süpürgenin sapıyla dürterek ve itekleyerek yataktan indirdi.

Hayvan hamileydi, doğuracaktı. Belli ki yumuşak bir yerde doğurmak istiyordu, buna izin veremezdi. Yatağın üzerinde doğurursa hem yatağı kirletir hem de yavrularıyla birlikte uzaklaştırmak zor olurdu. Kedi yatak odasından çıkmamak için direniyordu. Aniden dönüp sıçradı ve Osman’ın parmağını ısırdı. Osman hemen diğer eliyle parmağını kavradı, ısırılan yerden kan çıkmıştı. Uzun zamandır evlerinde besledikleri kedinin neden ısırdığına bir anlam veremese de üzerinde durmadı, onu odadan çıkardıktan sonra derin bir uykuya daldı.

Akşamın ilerleyen saatlerinde karısı Aysel kocasını uyandırdı ve kaygılı gözlerle sordu:

“Derdin nedir aslanım? Okuldan gelince doğruca yatağa girip uyuyorsun. Bir sorunun mu var? Çocukları ve beni ihmal ettiğinin farkında değil misin, ne olacak bu halin?”

“İçimde bir sıkıntı var Aysel. Bir türlü atamıyorum. Sürekli yatmak istiyorum. Sizi ihmal ettiğimin farkındayım ama elimde değil, keyfim yok. Lütfen bana darılma. Biraz izin ver toparlanmaya çalışacağım.”

“Tamam Osman’ım tamam ama bizi de düşün. Seni öyle görünce benim de moralim bozuluyor. Allah’a şükür her şeyimiz var. İki tane nur topu gibi çocuk, devletten aylık, Allah’tan sağlık. Biraz kendini toparla ne olur! Olmadı şehre gider muayene olursun, her şeyin çaresi var! Bu halin hayra alamet değil bilesin! Haydi, kalk bir şeyler ye, çocuklarla ilgilen, keyfin yerine gelir.”

Eşi ve çocukları ile akşam yemeğini yedi. Neşeli görünmek istediyse de başaramadı. İçindeki sıkıntı ister istemez yüzüne yansıyordu. Çocuklarla ilgilenmeye çalıştı, olmuyordu. Bir türlü kendini veremiyordu. Onların hareketli hallerine yetişemiyor, dikkatlerini çekecek enerjiyi kendinde bulamıyordu.

Okulda da aynı durum söz konusuydu. Sınıfta varlığı ile yokluğu birdi. Çocuklara sessizce kitap okumalarını söylüyor, belki birkaç matematik problemi çözüyor, başka bir şey yapmıyordu. Ders anlatmaz olmuştu son zamanlarda.

Çocuklarla vakit geçirmeye çalıştıktan sonra uykusu geldi ve Aysel’e yatacağını söyleyerek yatak odasına çekildi.

Odaya geçtiğinde parmağını yokladı. Üzerine bastırınca belli belirsiz bir acı duydu. Önemli bir şey değildi. Bir o yana bir bu yana dönerek uyumaya çalışıyordu ki beynine çivi gibi bir şey çakıldı: Kuduz salgını. Maaş için il merkezine indiğinde eğitim müdürlüğü tarafından uyarılmıştı. Birkaç köyde kuduz vakası çıkmış ve o köyler karantinaya alınmış. Kuduz bulaşıcı olduğu için önlem alınması gerekiyormuş. Başıboş köpeklere ve kedilere dikkat etmek, çocukları bilgilendirmek icap ediyormuş.

Çocukları uyarmayı unutmuştu. Köyde az sayıda evcil hayvan vardı ama kuduz ihmale gelmezdi. Birden “Ya beni ısıran kedi kuduzsa,” diye aklından geçirdi. Hamile olduğu için kendini savunma refleksiyle ısırmıştı muhtemelen. Yine de kuduz ihtimali yok sayılamazdı. Yüreğine kurt düştü. Bir sağa bir sola dönüp duruyor, kuduz ihtimali içini kemiriyordu. Gözüne uyku girmeden sabah etti.

Erkenden kalktı, çeşmeye gitti, yüzünü yıkadı. İçinden bir ses “Sudan korkup korkmadığını test et,” diyordu. Suya baktı, her zamanki su, korkmuyordu. Kuduz hemen bir günde kendini göstermezdi ya. Sudan korkmadığını anlayarak içi rahat ettikten sonra hayvanı aramaya koyuldu.

Lojmanda olmadığına göre nerede olabilirdi.  Onu sağlıklı bir biçimde görse rahat bir nefes alacaktı. Aklına komşu evin samanlığı geldi. Sebepsiz yere komşunun samanlığına girmek abes olsa da başka yolu yoktu bu işin.

Kediler genellikle samanlıkta doğururdu. Samanlığa girdi ve kuytu köşeleri aramaya başladı. Duvar dibinde, saman yığınının üzerinde kediyi görünce rahat bir nefes aldı. Yaşıyordu, gayet de sağlıklı görünüyordu. Kıpırdadığında altındaki yavruları gördü, doğum yapmıştı. Ürkütmeden samanlıktan çıktı. Şimdilik rahatlamıştı. Eve döndü, kahvaltısını yaptı ve okula gitti.

Osman ilk görev yeri olan bu köye ne ideallerle başlamıştı! Çocukları çok sevdiğini düşünüyor, öğrendiği bütün bilgileri onlara aktarmak için can atıyordu. Hiçbir harfi tanımayan, bilmeyen çocuklara okuma yazma öğretmek ne ulvi bir görevdi. Dört işlemi, hesabı çocuklara öğretmek ve onları hayata hazırlamak kadar mühim bir vazife yoktu. Öğretmen okulunda böyle yetiştirilmişti.

Kendini eğitim neferi addetse de üç beş yıl sonra okuldan, öğrencilerden ve köyden sıkılmaya başladı. Her sene aynı şeyleri öğretmek insanı köreltiyor, fasit daire misali dönüp duruyordu. Hiçbir yenilik, değişiklik yoktu. Velilerin eğitime karşı ilgisizliği, cahillik, dedikodu köylük yerde gırla gidiyordu. Üstelik zamanla anlayacaktı ki çocuklara düşkünlüğü de herkes kadardı. Öğrencilerin pek azı okula severek geliyorlardı. Bazen yaramazlıklarına tahammül edemediği ve ense köklerine patlattığı oluyordu.

Köy yaşamı da Osman’ı sıkmıştı. Kendi de köy çocuğuydu ama eğitimli insan için sürekli köyde ikamet etmek katlanılabilir değildi. Bu köyde beş yılını doldurduktan sonra tayin için sıraya girmişti. Sırası gelince il merkezine alacaklardı ama aradan altı sene geçtiği halde tayin sırası gelmemişti. Onun için her geçen gün, sırtına yüklenen bir yüktü.

Aradan birkaç gün geçti. Anneyi ve yavrularını sürekli takip etti. Eşinin ve çocuklarının hayvana yaklaşmasını yasaklamıştı. Bir sabah yavrulardan ikisinin ortalıkta gözükmemesi Osman’ın kaygısını artırdı. Hemen çeşmeye koştu. Sudan korkup korkmadığını test etti. Her şey normaldi ama artık bu korku ve endişeyle yaşayamazdı. Korkusuyla yüzleşmeli, hastalık kapıp kapmadığını anlamalıydı.

Ertesi gün şehre indi ve bulaşıcı hastalıklar bölümüne başvurdu. Başından geçenleri doktora anlattı. Doktor kedinin neresini ısırdığını, kaç gün geçtiğini, hayvanın ölüp ölmediğini sordu. Osman parmağını gösterdi ama hiçbir yara izi yoktu, iyileşmişti. Doktor fiziki muayenesini yaptı. Sorularını sordu, cevaplarını aldı. Ona hiçbir şeyinin olmadığını, içinin rahat olması gerektiğini ifade etti. Biraz evhamlandığını, istirahat etmesinin iyi geleceğini söyledi.

Osman doktordan çıktığında kısmen rahatlamıştı ama içindeki şüpheyi yenemiyordu. Öğlen sonu doktorun özel muayenehanesine gitmeye karar verdi. Doktorlar, muayenehanesine gelip vizite ücreti ödemeyen hastaları üstünkörü muayene ederler, fazla ilgilenmezlerdi.

Muayenehanesinde öğretmeni gören doktor şaşırdı.

“Oğlum ben seni muayene etmedim mi, hiçbir şeyin yok demedim mi, niye geldin?”

“Doktor Bey benim derdimi anlamadınız.”

 Doktor, öğretmenin yüzüne manalı baktı.

“Neyi anlamadım oğlum, bir şeyin yok dedim ya! Seninki vehim, kuruntu. Derdin yok, dert arıyorsun başına.”

Bu arada doktor odanın içerisinde bir ileri bir geri gitti geldi. Belli ki düşünüyor, bir karara varmaya çalışıyordu. Nihayet masasına oturdu ve yazmaya başladı.

Yazıyı bitirdikten sonra Osman’a yönelerek:

“Bak Oğlum. Bu kâğıtla birlikte Ankara’ya gideceksin. Yazılı adresi bulacaksın. Kâğıdı gösterip muayene olacaksın. O doktor senin derdine derman olacaktır,” dedi.

Öğretmen bu işe bir anlam veremedi. Niye Ankara’ya gitmesi gerekiyordu ki? Kâğıtta psikiyatri doktoru yazıyordu. Neyi vardı? Kafayı mı sıyırıyordu yoksa? 

Köye döndü. Küçük şehirden ve birkaç köyden başka hiçbir yer görmemişti ki. Ankara’ya nasıl gider, adresi nasıl bulur, nasıl muayene olurdu. Umutsuzluğu iyice arttı. Eşine durumu anlattı. Eşi “Koca doktor, bir bildiği vardır, mutlaka gitmelisin,” diyerek destek oldu ama o kara kara düşünmekten başka bir şey yapmıyordu.

Okulu ve öğrencileri ihmal etmeye daha doğrusu artık derslere girmemeye başladı. Öğrenciler için ders yok, teneffüs vardı. Kâh okul bahçesinde geziniyor kâh lojmana giriyor, yatağına yatıp uyuyordu. Kimi zamanlar kendini dağda gezinirken buluyor, uçuruma bakarak hıçkıra hıçkıra ağlıyor, aklından geçene cesaret edemeyerek gerisin geri eve dönüyordu.

Bir süre sonra yatağından kalkmamaya, günün tümünü yatakta geçirmeye başladı. Sürekli düşünüyordu. Yemiyor, içmiyor, boş boş bakınıyordu. Eşini dinlemiyor, yatak döşek yatıyordu.

Durumun muhtara bildirilmesi, öğretmenlik yapmadığının duyulması ve muhtarın bu durumu il milli eğitime bildireceğini söylemesi üzerine toparlanır gibi oldu. Şikâyet olur, soruşturma başlatılırsa işin sonu kötüye varabilirdi.

Kendine çeki düzen vermeye çalıştı. Şehre giderek kendisini Ankara’ya göndermek isteyen doktora gitti. Kararlıydı. Neresi olursa olsun gidip muayene olacaktı. Başka çıkar yol yoktu. Bu dertle yaşayamazdı. İyileşmeli, normal yaşantısına devam etmeliydi.

Doktorun yazdığı kâğıdı kaybetmişti. Şehre indi ve doktoru buldu, pusula almak için geldiğini ifade etti. Doktor “İyi ki geldin oğlum, senin gideceğin doktor profesör olmuş, tekrar not yazayım da git,” dedi. Aradan üç ay geçtiği halde neden gitmediğini sormadı bile. Artık kararlıydı. Ankara’ya gidecek, profesörü bulacak ve muayene olacaktı.

Osman bir hafta sonra Ankara yollarına düştü. Korktuğu gibi olmamıştı. Hem neden korktuğunu da bilmiyordu ya! Okumuş adam için sorun olmamalıydı büyük şehir. Elinde adres olduktan sonra herkes yardımcı oluyordu.

Profesörün muayenehanesini buldu. Sekretere elindeki notu gösterdi, çok geçmeden doktorun odasındaydı. Profesör yaşlı değildi, elli civarında ancak gösteriyordu. Dinç ve sağlıklı bir görünümü vardı. Hastasını oldukça sıcak karşıladı. Çocukluğundan başlayarak bütün hayat hikâyesini, işini, eşini, ailesini anlatmasını istedi. Gözleri dolarak hikâyesini anlattı. İçini bunaltan bir şeylerin olduğunu ama en son, kedinin elini ısırmasından sonra, kuduz olacağını düşündüğünü, olmadığını ama içindeki sıkıntılardan da bir türlü kurtulamadığını anlattı.

Doktor bütün detayları sorup öğrendi. Notlar aldı. Yazdı, çizdi, düşündü. Nihayet bir karara vardı. Geriye yaslandı:

“Bak oğlum, açık konuşacağım, senin hiçbir şeyin yok, hasta falan değilsin. Kedi ısırığı bardağı taşıran son damla olmuş. Sen o köyde iyice sıkılmışsın, bunalmışsın. Nasıl yaparsan yap bir an önce tayinini başka bir yere, hatta il merkezine aldır. Kendine sürekli meşgale bulmalısın. Öğretmenlik yaparken bunu nasıl bulursun bilmem ama kendini dinlememelisin. Bu bir ruhsal çöküntü hali gibi görünüyor. Bir tane hap yazıyorum ama bu hapa güvenme. Çözüm sende. Kendine meşgale bularak bu sorunu atlatacaksın, başka yolu yok,” dedi.

Köyüne dönen Osman olan biteni eşine anlattı. Eşi şimdiye kadar belli etmemişti ama kendisinin bu köyden sıkıldığını, herkesin sağlığı için bir an önce tayinini merkeze aldırmanın zamanının geldiğini söyledi.

İçi bir nebze olsun rahatlamıştı. Köyden çıkma, başka bir yere tayin olma düşüncesi bile rahat bir nefes almasını sağlamıştı. Bu köyün kaderi olduğunu, emekli olana kadar bir yere kıpırdayamayacağını bile düşünmüştü kimi zaman.

Yarın ilk iş olarak il merkezine gidecek, eğitim müdürlüğüne uğrayacak, durumunu izah edecek ve mümkün olursa ilde bir okulda görev yapmayı istediğini söyleyecekti. Hatta tayini yapılmazsa sağlık kurulu raporu almayı bile düşündü.

Ertesi gün şehirdeydi. İl milli eğitim müdür yardımcısı ile görüştü. Müdür yardımcısı, memurdan onun dosyasını istedi. Dosyayı getiren memur, müdür yardımcısı ile baş başa görüşmek istedi. On dakika geçtikten sonra geldi müdür yardımcısı.

“Öğretmenim, seninle açık konuşacağım. İl merkezinde görev alman için tayin sırasının sana gelmesi gerekiyor. Sırada otuzu aşkın öğretmen var. Bu sırayı bozup seni öne çekemem, doğru olmaz. Her öğretmen şehirde yaşamayı hayal eder. Sıranı bekleyeceksin, kaç yıl sürer bilmem. Üstelik son zamanlarda ders anlatmadığın, hatta derslere girmediğin, yan gelip yattığın söyleniyor. Hakkında kaç tane şikâyet var, işleme konulmamış nedense, kendine çeki düzen vermezsen soruşturma açmak durumunda kalacağım. Köyüne, okuluna dönüp işini yapacaksın, yakışmıyor, genç adamsın. Haydi haydi oyalanma, doğru köyüne, okuluna.”

Ağzını açtı kapadı. Diyecek söz bulamadı, yutkundu. Derslere girmeme meselesi çoktan ulaşmıştı milli eğitime demek. Bu bir suçlamaydı kuşkusuz ama kendini savunacak halde değildi ki. Kimse onu anlamazdı, kendilerince haklılardı da. Odadan kös kös çıktı.

Milli eğitim müdürlüğünden kovulan Osman, merdivenlerde bir süre dikildi, çevreye boş gözlerle baktı. Daha ne kadar görev yapacağı belli olmayan kahrolası köye dönme mecburiyeti, milli eğitim müdür yardımcısının aba altından sopa göstermesi, yaşadığı ruhsal çöküntü, kuduz, çocuklar, dersler, okul. Kafasının içi öyle doluydu ki ne yapması gerektiğini bilemedi.

Amaçsızca yürümeye başladı. Sağa sola bakınıyor, bir tanıdığa rastlamak, bildik bir mekâna uğramak için etrafı kolaçan ediyordu. Yalnızlıktı bu, katıksız yalnızlık. Nasıl etmeli de bu kısırdöngüden kurtulmalı. Hap ne yapar insana, sorunlarını aşabilir mi? Meşguliyetmiş, ne meşguliyeti yahu kör itin öldüğü yerde, cehennemin dibinde yeterince derdi yok muydu? Doktorunun da hapının da okulunun da…

Birden içinden bir ses “Otur meyhaneye, kafayı bir güzel çek,” dedi. Neden olmasındı, dünya dertlerinden kısa bir süre olsun kurtulmak için iyi bir seçim. Hayyam değil miydi “Dünya dertleri zehir, şarap panzehir,” diyen. İlk gençliğinde arkadaşlarıyla gittiği Kel İbo’nun meyhanesi geldi aklına. Kerahet vakti değildi ama olsun. Akşam minibüsüne yetişmesi gerekti. Kafayı çekmiş öğretmen dikkat çekmez miydi, ya yine şikâyet olursa. Canları cehenneme, şikâyet edenin de köyünün de köylüsünün de…

Önce karnını doyurur, meze ister, sofrayı donattırır, sonra da bir güzel demlenirdi. İmam suyu en iyisi, milli şurup. Neşesi yerine gelmişti. Kel İbo’nun Arnavut ciğerini düşünerek kafasını meşgul eden düşüncelere sunturlu küfürler savurup meyhanenin yolunu tuttu.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Hasan Hüseyin Akkaş
Latest posts by Hasan Hüseyin Akkaş (see all)
Visited 67 times, 1 visit(s) today
Close