Cağaloğlu yokuşu.. Bilmeyenler vardır belki de, anlatayım. İstanbul’da kitapçıları, sahafları ile meşhur, Sirkeci meydanı ile Sultanahmet meydanını birbirine bağlayan şu cadde. Sokağın başında şöyle bir durup baktığınızda eminim  “Burayı çıkmaya değer mi ?” sorusunu muhakkak sorduracak cinsten bir sokaktır. Ne zaman yolum düşse seve seve çıkmayı, vakit geçirmeyi, kitapçılara tek tek uğramayı, arkamı dönüp boğazı izlemeyi, eski İstanbul izlerine hayran hayran bakmayı, son zamanlarda üzülsem de sahafların yerini yavaş yavaş alan düğün fotoğrafçılarının vitrinlerine bakmayı seviyorum. O yokuşu her çıkışımda hayat ile özdeşleştiriyorum.. Nasıl yani ? Sokak ile hayatın  ne alakası var ? Anlatacağım.


 Bilirsiniz “Yeni İstanbul” kıyıları artık yosun kokar, martılar bile gelmez kıyılara kolay kolay. Yosun kokularından kurtulup sokağın başına geldiğinizde bir “oh” çekersiniz. En azından ben öyle yapıyorum.  Aslına bakarsanız hayatı tam olarak bir yokuş olarak nitelendirmek biraz kolaya kaçmak lakin, yokuşun dik olmasının verdiği yorgunluk kadar, bayır aşağı inerken de ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini söylememe gerek yok.

 Hülasa; yokuş da olsa bayır aşağı da olsa bu hayat her zaman temkinli davranıyoruz. Ya yaşamayı çok seviyoruz yahut o yokuşun bizi yormasını, bizi yaralamasını göze alamıyoruz çoğu kez ?  Son zamanlarda aynaya baktığımda daha dikkatli inceliyorum kendimi. Saçlarım biraz seyreldi, göz altlarım artık daha belli, yokuşlar biraz daha nefes nefese bırakıyor hatta o yokuşlar bazen dağa tırmanıyor hissi veriyor insana. Ancak o sahaflar, o kitap kokusu, o eski kalabilmiş İstanbul, hatıralar, evlerin pencerelerindeki rengarenk çiçekler, geceleri ayın şavkı, sanki çınar ağaçları ile bezenmiş bir hıyabanda yürüyormuş kadar huzur veren hava o yokuşta var. Yürürken yüz yıl öncesini düşünüyorum, şüphesiz ayın şavkı yine vuruyor evlerin damlarına ancak içerde gaz lambası yanan, loş ışıklı camlar canlanıyor gözümde. Düğün fotoğrafçısının dükkanının yerinde  katip arzuhalci oturuyor.En azından geri döndüğümde yosun kokusu olmayacağına eminim. Sokağın sonuna gelince hani çok sevdiğin bir meyveden yersin büyük bir tat alarak ama son yediğin bozuktur da ağzında kalan son tat ekşimsi bir tat olur ya aynı öyle hissediyorum. Evet dik ama bana huzur veren detaylar orada. Tıpkı hayat gibi.

 Şefkat, vefa, samimiyet, neşe, güzellik, insanın içinde bir hemdem ile hayatın güzelliklerini paylaşma iç güdüsü, naif bir söz, içinde eski güzel günlerin hatıralarını biriktirdiğin o sandığı açtığında hissettiğin duygular, soğuk bir kış gecesinde kalın mı kalın çoraplarını giyip battaniyenin altına girdiğin o an, nar ağaçlarının dallarına konmuş kanatları griye çalan kuşların sanki “Ne olacak bu memleketin hali?” dercesine çıkardığı sesler ya da kavurucu bir yaz sıcağında ayaklarını sokmak istediğin o serin dere.. Bunları ve nicelerini yaşamak ya da görmek için sanırım o yokuşu çıkmak gerekiyor. Cağaloğlu yokuşu her seferinde bana bunu söylüyor, eğer o sahaflardaki kitap kokularının içinde kaybolmayı, saat kaç olursa olsun yağmur çamur fark etmeksizin o eski İstanbul silüetini görmek için o yokuşu çıkacaksın. Çıkacağız değil mi ? Yoksa parfüm kokuları ile karışmış yosunlu sahile tamah mı edeceğiz diğerleri gibi ?

 İhtiyacımız olan bir yuva, ilk insandan beri hepimizin ilk ihtiyacı olan şey.İlkel de olsa modern de olsa ilk ihtiyacımız bir yuva. İçini ne ile dolduracağımızı ise tamamen o yokuşu çıkıp çıkmama cesaretimiz belirleyecek.  Şöyle bitirelim bu bahsi;

“Dönmürem heç sözümden ey canan,
Gitme gözümden bir an ey canan.
Senden ilham alır benim gönlüm,
Gülebilmez bu bahar sensiz.”

Selçuk Akçay
Latest posts by Selçuk Akçay (see all)
Visited 2 times, 1 visit(s) today
Close