“Son kii üç dört!”
Prova günlerinden biri. Akşam Yavaş Bar’da sahne alacağız. Ayda bir her cuma burada çalıyoruz, “Kambur” olarak. Grubumuz 6 yıl önce emeklerime karşı koyamayarak ortaya çıktı. Ben Cenk Duran; grubun bateristi, bestecisi ve kurucusu. Oturmuş alıştırma yapıyorum. Bagetleri hızlıca döndürüp çeviriyor, irili ufaklı davulları onlarla dövüyor ve onları ustalıkla dans ettiriyorum da denilebilir. Hiç durmadan çalarken yüzümde niyeti pek de iyi olmayan soğuk bir tepkisizlikle birini izliyorum. Şu an mikrofonun kablosunu yüzüklü parmaklarına doluyor. Havasından geçilmiyor yine. Birazdan şarkıya başlayacak. Biricik grubumun sevgili solisti Oğuz Kıvılcım! Bencil, laubali, çok yüzlü, yetinmeyen, rol yapan ve rol çalan hırsız Oğuz… Kızların yegane sevgilisi. Uzun dalgalı saçlarını savurduğunda onları oracıkta kalbinden vuran katil. O mükemmel, uyumlu ve sevecen Oğuz gibi görünebilmek uğruna rol yapan, grup röportajlarında konuşma tarzını bile değiştiren sahte bir oyuncu. Kambur’dan önce kimdin? Sesini insanlara duyurmak için can atıp bunu başaramayan bir zavallı. Şarkı söylerken acemiliğinin getirdiği yersiz aptal nağmelerinin, en önemlisi bu yüzsüzlüğünün üstünü neyle örtüverdin? Ne güzel oynadın benimle Oğuz! Ne de güzel sattın beni öyle.
“Arkadaşım, buraya bak! Kıs şu bassın sesini biraz, ne söylediğimi duyamıyorum!” Evet Oğuz biraz daha bağır, sana yakışanı yap. Yükseklerde uçan eşsiz bir kuş gibi gör kendini ama ya o kuş bir gün ağaca toslarsa? Yaşa dostum, şimdilik yaşa bu ışıltılı hayatı. Her gece başka bir kızla eğlendir gönlünü, bedenini. Röportajlarımızda atıp tut ve böbürlen. Böbürlenmek kelimesine cuk diye oturuyorsun bu halinle. Tüm şarkılarım sana aitmiş gibi, Kambur hiç olmamış da hep Oğuz varmış gibi davran. Hepimizin itibarını yok say, çal çırp hatta. İnsanların zaaflarını al yanına. Bize tam yaklaştıkları anda bir hamle daha yap ve reddetsinler bizi görmeyi…Eziğin tekiyken seni bir köşeye çekip grubumun bir solist aradığını ve seninle çalışmak istediğimi söylediğimdeki zavallı gözyaşlarını –hayır- bir dana gibi ağladığını, dostça kucaklaşmamızı ve ettiğin teşekkürleri unut unutabildiğin kadar.
Buralara kendin geldin öyle mi? Evet Oğuz, sen bir dahisin. Şarkı sözü yazıyormuşsun, bak sen şu işe! Kreş çocuklarına falan mı? Tebrikler. Bir de çok duygusalmışsın. Ah, hanimiş bizim biricik solistimiz! Kızları etkilemek için yapmayacağın şey yok. Yapmadın mı? Sevgilimi benden almadın mı? Ona aşık olduğumu ve mutlu olduğumuzu bile bile üstelik. Bizimle bir kukla gibi oynayıp onun aklını benimse midemi bulandırdın. O direndi bir süre. Ardından kandı, karşı koyamadı. Ama sonra onu da terk ettin Oğuz. İstediğin şey elde edene kadar yalnızca. Böyle bir yaratık olmak için pek de çaba harcamadığını önceden bilseydim, emin ol yüzüne dahi bakmaz ve Kambur’a bu zehirli kanı getirmezdim. “Tamamdır arkadaşlar, akşama hazırız. Paydos!” Kulise geçiyoruz. Az sonra grubun gitaristi Yunus’la civarı dolaşacağız. Önümden geçiyor Oğuz. Ağzındaki sakızı hoyratça döndürerek sırıtıyor. “N’aaber Cenk!” Seslenmiyorum. Dinlenmek için oturuyoruz. Parmaklarının düzgünlüğüne bakıyorum. Sigarasından bir fırt çekerken gözlerini kısıyor bunun bile provasını önceden yapmış olabileceğini düşündüğüm bir sahtelikle. Bunu yapmandan nefret ediyorum Oğuz. Bakışlarını hep bir silah olarak kullandın sen. İçindeki o sonsuz boşluğa rağmen onlara anlam katmaya çalıştın. Katlanamıyorum. Grup fotoğraflarında yan yana poz vermeye, klip çekimlerinde sergilediğin muazzam patavatsızlığa, kızlara yaptığın o gösterilere, herkese açıkça söylediğin yalanlara ve en kötüsü bunları inandırmana… Arada bir gözlerimin içine bakıp ukalaca yandan yandan sırıtmana dayanamıyorum. Benden çaldıklarını kasteder gibi. Bile isteye.
Grubumdan ayrılıp pes etmeye kalktığım günler oldu. Kendi çabalarım ve toyluğumla bir araya getirdiğim Kambur’u terk edip gitmeye yeltendim. Bunlar aklıma geldikçe bagetlerimle saçımı başımı dağıtasım geliyor. Yunus ve Hakan engel olmasaydı kıvranıp duran ben, yine de çekip gitmezdim galiba. Dinleyicilerimizin bundan hiç haberleri olmadı. Ben de bırakamadım, bırakamıyorum işte. Adına rağmen dimdik ayakta duran Kambur’dan vazgeçemiyorum.
Yunus ile sahilde yürüyoruz. Yavaş Bar yaşadığımız şehir merkezinden biraz uzakta. Ayda dört defa geldiğimiz bu yeri keşfetmeye çalışıyoruz. Yanlarından geçtiğimiz üniversite öğrencisi olduklarını tahmin ettiğim birkaç genç gitar çalıp şarkı söylüyor. İçlerinden birinin bizi fark ettiğini ve dirseğiyle yanındaki arkadaşlarını dürterek bizi gösterdiğini görüyor, tebessüm ediyorum. Şarkılarını yarıda bırakıp yanımıza yaklaşıyorlar. Gitar çalan genç çocuk ve diğerleri Yunus’la muhabbet etmeye başlıyor. Sarışın kız ise oldukça heyecanlı, akşamki konserimize geleceklerinden bahsediyor. Bizimle burada rastlaşmayı hiç beklemiyormuş. Fotoğraf çekiliyoruz. Ardından konserimizde görüşmek üzere vedalaşıyoruz. Genç kız bir anda bana sarılıveriyor, sevinçle el sallayarak arkadaşlarının yanına gidiyor. Yürümeye devam ediyoruz.
Yunus’la okulun kütüphanesinde tanışmıştık 7 sene evvel. Yenice yaptırdığımız dövmeler, elimizden düşmeyen enstrümanlar ve şarkıların hantal ritmiyle sallamaktan usanmadığımız kafalarımızdaki uzun saçlarla bir grup kurma hayaliyle yaşıyorduk o zamanlar. Onun gitarı vardı, benimse davulum ve bestelerim. Birkaç ay sonra bass gitaristimiz Hakan katıldı aramıza. Hevesli, yetenekli, coşkulu ve çalışkan üç genç adamdık artık. Tek eksiğimiz şarkılarımızı söyleyecek birinin olmayışıydı. İleriki zamanlarda Oğuz’la yollarımız kesişti. Tamamdık o zaman. Güç bela bir stüdyo ayarladım. Deli gibi çalıştık orada. Günden güne gelişiyorduk, düzgün ilerliyordu her şey. Hayallerimizin gerçek olmasına az kalmıştı. Çoğu kişi tarafından dinlenme ve tanınma düşüncesi bizi çıldırtıyordu ve ben kendimle gurur duyuyordum. Grubumuz nihayet kendini kanıtlamaya başladı. Yazıp bestelediğim şarkıların daha önce yüzlerini bile görmediğim insanların diline dolanması durumunu tebessümle karşılıyordum ama aslında içimde sevinç çığlıklarıyla dolu bir festival havası vardı. Güneş gözlüğü takmadan dışarı çıkmaz olmuştuk. Ünlü olunca yapılacak ilk şey buymuş gibi. İlgiyi istemekle reddetmenin arasında, istemem ama sen yine de yan cebime koy hesabı. Her şeye rağmen ben bu ilgiden hoşnuttum. Ama hesaba katmadığım bir şey vardı; müzik dünyası bildiğimiz dünyadan daha hızlı dönüyordu. Her şey düşünemediğim kadar çok çabuk oldu ve değişiverdi. Bu sırada Oğuz da değişmeyi unutmadı. Gerçekte olduğu kişiye dönüşmesi belli ki planları arasındaydı.
Yürüyüşü sonlandırıp yemek yiyoruz ve dinlenmek üzere odalarımıza geçiyoruz. Rahat sahne kıyafetlerimi giyiyor, parfümümü sıkıyor ve kısa mavi saçlarıma şekil veriyorum. Bir süre otel odamın duvarına öylece bakıyorum. Az sonraki coşkulu çığlıklar arasında yükselecek şarkılarımıza fazla gelen bir sessizlik bu.
Konserin başlamasına yarım saat var. Kulisteyiz artık. Kapımız ilkinde tedirginlik, ikincisinde kararlılık, sonuncusundaysa sabırsızlıkla çalınıyor. Menajerimiz Alihan kapıyı açıyor, az sonra çekingenlikleri yüzlerinden okunan iki genç kız yanımıza gelerek fotoğraf çektirmek istediğini söylüyor. Birkaç saattir bizi bekliyorlarmış sabırsızlıkla. Kabul ediyoruz. Önce her zamanki gibi hepimiz ayağa kalkıyoruz, toplu fotoğraf. Sonra kızlardan biri, “ Oğuz, seninle tek çekilebilir miyiz?” diye soruyor heyecanından ölecekmiş gibi bir ses ve suratla. Oğuz boynundaki zincirli kolyeleri parmaklarına dolayarak cevap veriyor: “Tabii bebeğim.” Kızların belinden tutarak havalı bakışlar atıyor kameraya. Az önceki masum sokak kedilerinden farksız bu kızlar solistimizin ilgisiyle büyüleniyor ve cesaretleri tavan yapıyor. “Seni çok seviyorum Oğuz…” Sarılıyorlar. Buna bayılırsın Oğuz, böyle şeyleri çok seversin. Bu sevgi gösterisinden sonra kızlar Oğuz’a veda edip bize de belli belirsiz bir bakış attıktan sonra çıkıyorlar. Oğuz keyifli, içkisini yudumluyor. “Son 5 dakika millet.” Gelen genç dinleyicilerimizin seslerini duyup tatlı tatlı heyecanlanıyoruz.
İşte tam bu sırada bir şeyler oluyor, bir kargaşa. Bazı sesler yükseliyor, tartışmalar, anlaşamamazlıklar… Bir şeyler yolunda gitmiyor. Bir hışımla açılıyor kulisin kapısı. Karşımızda birkaç polis memuru duruyor. Öndeki iki polisin yüzü soğuk bir ciddiyeti ağırlıyor. Alihan neler olduğunu öğrenmeye çalışmakla meşgul, telaşlı. Belirsizliğin getirdiği korkuyla gerilmiş bizlerse birbirimize bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz sadece. “Oğuz Kıvılcım” diyor polis. Bu tok seste az önce içeride olan kızlarınki gibi herhangi bir hayranlık belirtisi yok. İmza almaya gelmedikleri belli. Dönüp Oğuz’a bakıyorum. Yüzündeki ağır suçluluk duygusu sahne için makyaj yaptığı gözlerini kanlandırıyor. Dişlerini sıktığını anlayabiliyorum. “Evet, benim.” “Uyuşturucu kaçakçılığı ihbarı üzerine sizi emniyete götürmek zorundayız.” Bir şeyler diyecek oluyor Oğuz, ama dudakları bir şeyin kabullenişini gösterir gibi konuşmaktan vazgeçiyor. Gözaltına alındığını duyuyoruz. İki polis memuru bileklerine kelepçe takıyor o an. Kelepçenin keskin pervasız sesiyle gözlerimizi yumuyoruz. Solistimiz ise ağladı ağlayacak. Çıkıp gidiyorlar öylece. Oğuz yüzümüze dönüp bakmıyor, Alihan ise endişe içinde bir oraya bir buraya koşturuyor hala. Az sonra Yavaş Bar’ı sallayacak bir konser vermek için beklerken iki dakika içerisinde kuliste sadece Yunus, Hakan ve ben kalıyorum. Oturuyoruz usulca. Üzerimize bir suskunluk yapışıyor, konuşsak bile ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz. Ben, şarkı yazdığım anlardaki dingin ama yorgun halimin aynısını yaşadığıma neredeyse eminim ve o an sadece sahnede bizi bekleyen dinleyicilerimizi düşünüyorum. Suskunluğumuz devam ediyor bir süre. Ardından Yunus konuşuyor. “Şu hale bak. Grubun ismini tam da böyle çaresiz bir anımızda bulmamış mıydık?” Bu kez bir kulisin siyah deri kaplamalı koltuğunda, üçümüz de kamburumuzu çıkarmış oturuyoruz.