Saatlerdir asfaltın ninnisinde uyuyordu. Düşünde, ağlayan bir kadının gözleri gözlerinde… İkisi de kan ter içinde. Kadının bacakları ayrık, üstünde kan revan bir çarşaf… Acının bin bir çeşidiyle bakıyordu ta içine. Titreyerek uyandı kadının bakışından. Sırılsıklamdı. Viyadüğün ayağına dayadığı kâğıt çuvalından iki karton seçti çarçabuk. Birini pislik içindeki atletinin altından sırtına, birini de göğsüne yerleştirdi elleri ve tüm bedeni sıtmadan titreyerek. Kemer niyetine kullandığı iple pantolonuna, son bir gayret, sıkıştırıp kartonları, kendini yeniden kadının gözlerine bıraktı.

Asfaltın üstünde yan yanaydılar şimdi. O ve kadın. Kadının eli uzandı bebek saçlarına hasretle. Başka bir el tutup yerleştirdi memeye onu. Küçük cansız çenesi önce yavaş yavaş sonra hızla, son kez emiyormuş gibi emdi anasının memesini. Somurdu. O emdikçe kadının gözü buğulandı, feri geçip giden arabaların ışığına karıştı, teri soğudu, teni soğudu. Emip emeceği bu oldu.

Çay kokusu… Geçmiş günlerden… Kış mı? Belki… Ama üşümüyor. Demek ki değil. Terlemiyor da. Yavaş yavaş aralandı gözleri. Aynı yerde. Alaca karanlık bir akşamüstü işte. Köprünün öbür ayağındaki evsizlerin çayı buharlanıyor piknik tüpünün üstünde.  Küçük bir oğlan tepesinde duruyor. Acaba ne vakittir? Elinde bir bardak çay… Öylece bakıyor sadece. Uzandı:

– Eyvallah!

Çay sıcak. Demek gözleri hep üstündeydi köprü komşusunun ki ayılır ayılmaz verdiler çayı çocuğun eline. Sayıkladı mı ki hiç görmediği anasını, duydular da acıdılar mı yoksa? Adam sen de…

Asfalt vızır vızır hâlâ. Ama artık uykusu yok. Ter de sıtma da…  Yazın ortasında bulduğu sıtma illeti peşini bırakmıyordu birkaç gündür ya yine de gücü vardı işe çıkmaya. Orada burada uyuya uyuya buluyordu evin yolunu. Bir dahaki nöbet çullanana dek vakit, nakitti. 

Kalktı, bardağı verirken sağ elini sol göğsüne bastırıp hafif hafif vurdu iki kere. Çuvalının üstüne çıktı. İçine yerleştirdiği kartonları tekrar çuvala koydu Kabaran kartonları, kâğıtları ayaklarıyla çiğneyip bastırdı. Yollandı onu bekleyen çöplere, caddelere.  

Yürüdükçe gelip gidiyor gibiydi nöbet. Bir baş dönmesi, bir yalpalamayla kurtarıyordu. Arada bir önüne fersiz gözleri gelip dikiliyordu anasının. Bir ürperti yalayıp geçiyordu sırtını. Daha bir asılıyordu o zaman arabasının koluna, daha sert basıyor, daha bir hınçla yürüyordu. Yürüdü. Durmadı neredeyse tüm mıntıkanın çöplerini karıştırmayı bitirene dek. Nöbet, ha geldi ha gelecek kötü bir haber gibi ensesinde; yürüdü. 

İleride, yolunun üstünde bir küçük oğlan kendisinden dört kat büyük çuvalını dayamış elektrik direğine, eşeleniyor çöpte. Sıktı dişlerini ve tıslar gibi:

– Köppeeek!

Hızlandı adımları. Bedeni, temmuzda buğulanmış soğuk bir bardak gibi döktü terini birden. Başı döndü, titredi vücudu ve anasının boş gözleri geldi kondu karşısına. İttirdi eliyle anasını gerçekten oradaymış gibi. Kimseye acımak yoktu çünkü.

Ucuna kanca takılı sopayı kaldırdığı gibi, kafasını çöp bidonuna sokmuş olan çocuğun yakasına salladı. Zaten erimiş olan yaka, anında “cırt” diye gitti. Çocuk en fazla on iki- on üç yaşlarındaydı. Korkuyla zor bela çevirdi başını çocuk. Korktuğu başına gelmişti. Kâğıt toplayıcıların en zalimi İri tüm haşmeti ve öfkesiyle ona bakıyordu. Gerçek adını bilen yoktu. Varsa da onlar da çoktan unutmuştu ama iri falan değildi gerçekte. Öfkesini bilmeyenler olsa olsa “p…ç horoz” lakabını yakıştırırdı. Cüssesinden beklenmeyecek bir güce ve gücünden de büyük bir öfkeye sahip olduğundan “İri” denirdi.  İşte şimdi tam karşısındaydı çocuğun İri:

– Lan i..e! Ben demedim mi benim alanıma girmek yok, gireni harcarım diye! Rengi kırmızıdan mora dönmüştü adeta İri’nin. 

Çocuk ağlamaklı, salya sümük, ayaz yemiş gibi tir tir titriyordu karşısında.

İri; sıtmalı, rüyalı ve anasız; tir tir titriyordu ve çocuk kancasının ucunda.

– A’bi valla a’bi, bilemedim a’bi kurban olayım, affet! Olmaz bi’ daha!

İri’nin durası yoktu, küfrün bini bir para. Ne ana ne bacı ne din ne kitap! Alacaktı çocuğu aşağı, ders olsundu herkese. Sokak inliyordu gürlemesinden. İnsanlar camlarda… Bir ikisi balkon kapısını çarptı, uyarı kabilinden; faydasız. Nihayet bir iki erkek sesi duyuldu İri’in ayarında.

-Lan! dedi İri, ciğeri ağzından çıkacakmış gibi “Bitiririm lan seni! Bir sunturlu küfür daha. Vurdu oğlanın çuvalına, bir tekmeyle bütün kartonları saçtı etrafa.  Anasının gözlerini alıp yine elinin tersine, söylene söylene seçiverdi içinden en irilerini attı kendi arabasına. Oğlanın ağıtı, döner dönmez İri arkasını, bir öfke gösterisine döndü; sessiz sessiz küfrederek topladı çuvalını, ters yöne doğru, naylon terliklerini sürte sürte hızla yürüdü.

Camlardan balkonlardan insanlar çekilirken İri kendi mıntıkasının çöp haracını kesmek için yola koyuldu. Ayakkabılarının üstüne basmış, sinirden güm güm vuruyordu ayaklarını yere. Arabası tüy gibi uçuyordu arkasından. Sırtı terden cımcılık. Nöbet buzdan yelekler giydirmeye koyulmuştu yine. Az ileride, meyhanelerin önünde adamlar kaba saba kahkahalar atıyordu, kadınlarsa topuklularının üzerinde sallana sallana ve adamların kolunda gevşek gevşek gülüyorlardı. İri, geçerken hepsinin de sistemin de kaderin de sülalesinin hatırını sordu. Caddeye yöneldi. Trafiği görünce başladı homurdanmaya:

 – Gecenin bi’ yarısı olmuş anasını satayım, ne b.. işiniz var da trafiktesiniz hâlâ! Gidin yatın zıbarın yataklarınızda!

Kırmızı ışık yandı. Karşıya geçti. Bir aile ışıkta, çoluk çocuk… Çocuklar marsık gibi kapkaraydı kirden. Caddeye oturmamışlar da yapışmışlar gibiydi.  Asfalt sıcaktı, bedenlerinden bir parça gibiydi adeta. Anasının kucağındaki bebe ter içindeydi. Yorgunlardı, hatta ondan da yorgundu hepsi. Onlar da nasiplendi küfründen İri’nin. 

-Kedi köpek gibi ürer bi’de bu ümüğünü  … ktiklerim.! Geçerken yanlarından tam, tükürüğüyle bir de imza attı yanı başlarına.

Sağ taraftaki sokağa daldı hafif hafif sallanarak. Sokağın köpekleri alarma geçti anında. Baştaki haber uçurdu erketeci gibi. Öbür baştakiler de, onlara iş çıktı diye şenlenip yetiştiler maydanoz olmaya. Bir havlama furyasıdır, tutturdular. İri’de cevap çok, gecenin bir vakti nasılsa küfrü duyan yok. Duyulsa ne yazar İri’ye! Sırtlan gibi olan tüylü, siyah köpek bir hamle yapacak oldu, sopayı görünce vazgeçti, uzaktan hırlamakla yetindi. Zaten karton da yoktu, son sin kafı da savurup geçti “it”lere.

Hastane yoluna döndü kavşaktan, titremeler başlarken bedeninde. Anasının eli gezinir gibi oldu bebek başında. Mahalleye geçecekti hesapta. Tam köşedeki çöp tenekesi kartondan bir tepe olmuştu. Hızla sürdü oraya. Gülümsedi sandı anasını. Çekti lambanın altına. Minik bir kedi miyavlıyordu inceden. Biri taşınmıştı, belliydi. Kartonların üzerinde ev eşyalarının isimleri, oda isimleri yazılıydı. Kedi, ince ince…  Anasının gülümseyen gözleri yine… Okuyordu İri, yazılanları tek tek. Yatak odası-biblolar, mutfak- bardaklar, mutfak- tencereler, oğlanın odası- kitaplar, oğlanın odası- oyuncak, oğlanın odası- kırtasiye… Ne oğlanmış anasını… dedi sessizce. Derken bu kutudan bir tomar kâğıt düşüverdi. Onları da attırdı çuvala ama biri havalanıp indi yere. Kedi daha da mı miyavlıyordu ne?  Devam etti İri şöyle bir aranıp nerede bu kedi, diye. Salon- avize, salon- perdeler… Kedi miyavlıyordu ha bire, susmuyordu inat gibi, İri yorgundu. Sırtı ağrıyordu, boynu ağrıyordu, içinde bir yerleri bilmediği sebeplerden ağrıyordu; ellerinin arasından mutlu bir ailenin tüm hayatı geçiyordu ve kedi miyavladıkça sinirleri iyice geriliyordu. Eğilip baktı, aradı kediyi; hırsla indirecekti kancayı kediye. Hastalıklı, yapmacık bir tatlılıkla:

– Gel pisi pisi gel! Gel de göstereyim ebenin örekesini.

Çöp tenekesinin altından ayakta zor duran, tüyleri yapış yapış, gözleri çapaklı,  yeni doğmuş ama anasız, sarı bir kedicik çıktı ve durdu az önce havalanıp düşen kâğıdın tam yanında. Anasının süt kokan memesi hem İri’nin hem kedinin burnunda… Kancalı sopa hışımla havalandı; oysa kedi, o an yuvasına sokulacak bir golf topu gibi sakindi. Tam indirecekken sopayı, kedinin yanındaki A4’e iri harflerle yazılı nota kaydı gözleri:

– Kuzum, ben toplantı biter bitmez geleceğim. Sen uyanınca masaya koyduklarımı ye, sütünü iç. Seni çok seviyorum annem. Kapıyı kimseye açma. Öptüm.

Kalakaldı İri’nin eli havada. Anasının gözleri ışıldadı arabaların farları arasında: Mutlu ve yalvarırcasına… Baktı anasına hasretle, yalnızlığı titretti yüreğini. Kedi miyavlıyordu, titrek ayaklarının üstünde ona bakarak. İçi acıdı İri’nin. Bir kediye baktı, bir kâğıda… İndirdi sopayı yavaşça, iki parmağıyla tutup ensesinden koydu terden ıslanmış pantolonunun sağ cebine yavruyu. Bir oh çekti göğe bakarak, tüm dertleri bitmiş gibi. Bütün gün bunu beklemiş gibi. Sakin sakin tuttu evin yolunu. Bir buruk gülümsemeyle kıpırdadı dudakları; bir tek kedi duydu:

– Ah ülen, madem ölecektin; doğduğumda kıçıma iki şaplak vuracaklarına tepeme sağlamından bi’ tane indireydiler ya benim!

Aykar Sönmez
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close