Yazar: 20:20 Haber

“Hoş Geldin Nâzım: Umuda, Hürriyete…” Konuşma Metinleri

Mahal Edebiyat Sanat Açılış Konuşması

“Stronsium 90 yağıyormuş
ota, süte, ete,
umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.”

Değerli Konuklar,

Büyük Usta’nın yüz yirmi birinci yaş gününü kutladığımız bu anlamlı günde, bizi yalnız bırakmadığınız ve kardeşlik duygusunun, bağının gelişmesine katkı sunduğunuz için Mahal Edebiyat adına teşekkür ederim.

Edebiyat, müzik, sinemayla uğraşan herkese ilham kaynağı olmuş Büyük Ozan’ı anmanın bir minnet borcu olduğunu düşünüyorum. Onun açtığı yolla temiz, anlaşılır bir Türkçe ile edebiyat yapılacağı sanıyorum ki anlaşıldı. Onun izinden gidenler Garip, İkinci Yeni, Mavi, 50 kuşağı, toplumcu gerçekçi gibi akım ve anlayışlarla eserler üretti, edebiyatımızı zenginleştirdi. Sadece Türkiye içerisinde değil tüm dünyada şiirleri okundu, önemli toplantılarda konuşmalar yaparak sadece kendisini değil, hasret kaldığı yurdunu da tüm dünyaya duyurdu.

Herkesin bir Nâzım şiiri vardır. Kimisi romantik şiirlerinden hoşlanır, kimisi mücadele şiirlerinden… Ama aşkıyla, inancıyla, kavgasıyla, esirliğiyle, hürriyetiyle… İnsan olan Nâzım hepimizi derinden etkiledi. Sanırım bir insanı da ölümsüz yapan içindeki bu saf insanlığıdır. Nâzım tepeden tırnağa temiz, tepeden tırnağa özgürlük kokan adam… Kuş gibi, bulut gibi.

Huzurlarınızda Büyük Usta’yı yeni yaşında tekrar anıyor, iyi seyirler diliyorum.

Mete KARAGÖL



NAZIM HİKMET’İN HAYATI

Ben, bir insan,
ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibâret ben…

OTOBİYOGRAFİ

1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-parti konukluğu ve
on dördümden beri şairlik ederim.
kimi insan otların  kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler,
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de

otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli  dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prağ’dan Havana’ya.
Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’te
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
  sökmedi
yıkılan putların altında ezilmedim
951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırt üstü bekledim ölümü

(11 Eylül 1961, Doğu Berlin)

Hoş geldin Nazım Hikmet!

Umuda, Hürriyete, İnsanlığa, bu Dünya’ya hoş geldin,

Altmış bir güneş yılı nefes almış, yüreği ezilmiş, hor görülmüş, haksızlığa uğramış büyük insanlık için çarpmış, şiirleriyle yazdıklarıyla aşkı, yaşamayı, insan olmayı anlatmış büyük ozan hoş geldin!

Ve sizler Nazım’ın kalbindekileri aklındakileri hissetmiş anlamış ya da anlamaya çalışan dostlar sizler de hoş geldiniz, Nazım Hikmet’in deyişiyle “Güneşin sofrasına”!

Beslendiği ulusal ırmaktan evrensel boyutlara taşmış, bu toprakların insanının sesini bütün dünyaya duyururken tüm dünyadaki insanların da yaşadıklarına şiirleriyle ses olmuş büyük ozanın 121. Yaş gününde onunla birlikte olmaya, tekrar hoş geldiniz!

Şimdi sizler, tüm dünyanın tanıdığı en büyük Türk şairinin, bedenen yaşadığı 61 yıllık ömrünü, burada bu kısa zamanda size anlatmamı bekliyorsunuz. Ne güzel, ne zor, ne kadar önemli bunun karşılığını verebilmek.  Onun yaşadıklarını ve şiirlerinde, eserlerinde anlatmaya çalıştıklarını burada anlatmaya çalışacağım elimden geldiğince dilim döndüğünce ve zaman elverdiğince.

Çünkü Nazım Hikmet, herkesin farklı bir bakışla algıladığı, siyasi tavrı ve şiirleriyle daha çok övme ve yerme uçları arasında değerlendirdiği büyük bir isim. Şair olarak tanınmaya başlandığı 20’li yaşlarından başlayarak geçen yüz yıllık zaman diliminde hayatı, sanatı, görüşleri ve şiirleri, edebiyat bilimi içinde edebi bir obje olarak hak ettiği incelemelerle tam olarak ortaya konulamamıştır. Nâzım Hikmet Bibliyografyası 1832 eserden oluşmakta, bu sayıya aynı eserlerin yaptığı farklı baskılar da dahil. Tek tek eser olarak bakıldığında 1202 eserlik bir külliyat karşımıza çıkıyor. Nâzım Hikmet hakkındaki yazışmaların çok büyük bölümü de hâlâ gizlidir. Afşar Timuçin, Nedim Gürsel, Memet Fuat, Asım Bezirci, Ekber Babayev, Ahmet Kabaklı, Şerif Aktaş gibi çok önemli kişilerin de incelediği, üzerine makaleler, kitaplar yayınlanmış Nazım Hikmet hakkında yazıların genel özelliği popüler değerlendirmelerden ve intibaya dayalı övgü ve sövgüden oluşmasıdır.

İnsan
ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan…

Farklı yaklaşımlar nedeniyle şair, zamanla siyasi bir mite dönüşmüştür. Yaşadığı dönem koşulları, ülkemizde ve dünyada yaşanan siyasi gelişmeler ve sanat dünyasındaki etkileri Nazım Hikmet’in de sanatında ve kişiliğinde belirleyici olmuştur.

Asıl adı Mehmed Nazım’dır. Hikmet adı babasından gelmektedir. Selanik’in son Osmanlı valisi dedesinden gelen Nazım’la birlikte şiirlerini yayınlarken “Nazım Hikmet” adını kullanmıştır. Soyadı kanunu çıkınca o sıradaki eşi Hatice Piraye Hanım’ın aldığı “Ran” soyadını almış, 1950’de Türkiye’yi terk edip Rusya’ya kaçtıktan sonra annesi tarafından büyük dedesi Mustafa Celaleddin (Konstanti Borjecki)’in Müslüman olmadan önceki soyadı olan “Borjecki”yi kullanmayı tercih etmiştir.

Dedesi Mehmed  Nazım Paşa, Yağlıkçı Hüseyin Ağa’nın torunu ve Akşehir kaymakamı iken vefat eden Şakir Efendi’nin oğludur. Üsküdar’da dünyaya gelmiş, kâtip, yazı işleri memuru, adliye mektupçuluğu, hususi katiplik gibi görevlerde bulunmuş Asâkir-i Milliye Cemiyyeti kurucuları arasında yer almış. Adana Vilayet Mektupçuluğu görevi ve sonrasında Konya, Bitlis, Halep ve Kastamonu’da mektupçuluk, 1894’te muhasebecilik görevi,  Mersin mutasarrıfı ve İstanbul şehremânet-i celilesi mektupçusu görevlerinde bulunmuştur. 1912’de Selanik valisi olur ve 1913’te emekliye ayrılır ve İstanbul’a gelir. Mevlevilik rütbesi bulunan Mehmed Nazım başarılarıyla takdir görmüş rütbe-i rabi’e, Rumeli Beylerbeyi payesi, birinci rütbe Osmani ve Mecîdî nişanları ile Fransa’nın birinci derece Légiond’honneur ve Papalık’ın ikinci rütbe Pinöf nişanlarını almıştır. Dedesi haksızlıklara karşı duran, sözünün eri, mert ve misafirperver bir kişi olarak geniş kalem erbabı, şair ve Mevlevi yönüyle de saygıdeğer bir kişi olarak tanınır. Tasavvufi mesnevi tarzda yazdığı şiirlerini kitap haline getirememiş Arap ve Fars edebiyatından çevirileri de olan Paşa’nın hatıraları, vefatından sonra Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş 1992’de kitap olarak basılmıştır. Akrabasından Samiye Hanım’la evlenmiş biri erkek ikisi kız üç çocuğu olmuştur.

İşte bu çocuklardan erkek olanı Nazım Hikmet’in babası Hikmet Nazım Bey, 1876’da İstanbul’da dünyaya gelir. Mekteb-i Sultânî’de tahsil görür Selanik’te memurluğa başlar. Memnun olmadığı işinden istifa ederek ailesini de alarak babası Mehmed NazımBey’in görev yeri olan Diyarbakır’a gider. Daha sonra Halep’te kavak ticareti yapar ancak çekirge saldırısı nedeniyle bu işte başarısız olur ve Sadâ’yı Şahba gazetesinin imtiyaz ve idaresini üzerine alır. Sonrasında tekrar İstanbul’a dönerler. Hikmet Nazım Bey süthane açar, işletir ve bol para kazanır. Sorumsuz harcamaları, başka kadınlarla ilişkileri, Avrupa’ya Paris’e gidip gelmeleri nedeniyle iflasla yüz yüze kalır ve tekrar memuriyete döner. Mütercimlik, umum müdürlüğü muavini gibi önemli görevlerde bulunur. İzmir’in işgaliyle memur maaşlarının çıkmaması üzerine geçim sıkıntısına düşer ve “Alemdar” gazetesinin idare müdürlüğünü üstlenir Hamburg Başşehbender’i olur iki yıl sonra emekliye ayrılır. “Yeni Şark” gazetesini yönetir, Kadıköy’deHale” sinemasını işletir. Bir operetle Avrupa’ya turneye gider. Daha sonra “Sinema Postası” adlı bir magazin dergisinde müdürlük yapar. “Sinema Mecmuası” adlı bir dergi çıkarır. Kızı Samiye’nin sahiplendiği köpek tarafından ısırılınca aşı olmak zorunda kalır. Evine dönüşü sırasında karşıdan gelen bir arabadan kaçmaya çalışırken duvara çarparak yaralanır ve tetanoz endişesiyle tekrar gittiği hastanede bir iğne daha yapılması nedeniyle ateşi yükselir. Bitkin bir halde geldiği evinde başı dönüp gözleri kararmaktadır. Durumu kötüleşmeye yüz tutarken çalıştığı sinemanın sahibi Süreyya Paşa yanına gidip sinemanın hesaplarıyla ilgili olarak kendisiyle konuşur, sinemanın günlük hesabını ister. Birkaç gün içinde kalp krizi geçiren Hikmet Bey, oğlu Nazım Hikmet’in dizlerinde hayatını kaybeder. Bu olay Nazım Hikmet’in şair olarak yaşayacağı zor günlerin de başlangıç noktası olur.

Nâzım Hikmet,3 Temmuz 1913’te, 1. Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce, ilk şiiri “Feryâd-ıVatan”ı yazar.

Aralık 1914’te “Bir Bahriyeli’nin Ağzından” isimli bir şiir daha yazar. Birkaç gün sonra karşılarındaki bir evde yangın çıkması üzerine “Yangın” şiirini; ertesi yıl ise, Balkan Savaşı’na katılmış, ardından Çanakkale Savaşları’nda şehit olmuş dayısı Mehmet Ali Bey için öç şiirlerini yazar.

Nazım Hikmet’in şiirlerini yayınlamaya başladığı 1918 yılında Osmanlının içinde bulunduğu zor durum ve Cumhuriyet’in oluşum sancıları memlekette belirsizliğin getirdiği ümitsizlik havası 1928’de İstanbul’a geldiğinde karşılaştığı yeni alfabe büyük değişimin ve yeniliğin göstergesi olacaktır.

Edebiyat dünyasında ise Servetifününcular eser vermeye devam etmekte, milli edebiyat şairleri ve Ahmet Haşim, Yahya Kemal gibi isimlerin şiirlerinin yayımlandığı bir dönem yaşanmaktadır.

Ziya Gökalp’in 1917 ‘de hececi şairleri bir araya getirdiği “Yeni Mecmua”da,  Ressam Ayşe Celile Hanım ile Matbuat Müdir-i Umumisi Hikmet Bey’in oğlu, Şair Nazım Paşa’nın torunu ve Yahya Kemal’in öğrencisi olarak “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?” adlı ilk şiirini 3 Ekim 1918’de yayımlar.

Nâzım Hikmet, Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirdikten sonra, Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanır. Ancak kış aylarında gece nöbeti tutarken dondurucu ayazda üşüyünce, zatülcenbe yakalanır. Hastane sonrası iki ay boyunca da evde dinlenme izni verilen Nâzım Hikmet’in hâlâ iyileşmediği görülünce, 17 Mayıs 1921’de kaydı silinir.

1920’de, Mütareke İstanbul’unun karamsar ortamında, Kitap, Alemdar, Ümit gibi gazete ve dergilerde direniş duygularını yansıtan şiirler yayımlayacaktır. Resimli Ay dergisinde farklı bir dergicilik anlayışını geliştirmeye çalışmaktadırlar.

Nâzım, yakın dostu Vâlâ Nureddin ve şair arkadaşları Faruk Nafiz ve Yusuf Ziya ile Ankara Hükümetine yani Mustafa Kemal’e destek olmak için Ankara’ya gidiyor 1921’de. Bir de destek şiiri yazıyorlar Vâlâ Nureddin ile. Mustafa Kemal’le tanıştırılıyorlar. Ankara’ya giderken konakladıkları İnebolu’da Spartakistler ile tanışması bir dönüm noktası Nâzım’ın hayatında. Sadık Ahi, Nafi Atıf Kansu ve Vehbi Sarıdal, şairlere daha önceden hiç bilmedikleri Marx, Engels, Kautsky gibi düşünürleri, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg gibi Spartakistleri tanıtırlar.

Mustafa Kemal ile Büyük Millet Meclisi’nde genç şairlerle doğrudan şiir konusunda konuşur:

“Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız.”

İki şair silahaltına alınmayı beklerken öğretmen olarak Bolu’ya tayin edilirler. Bolu’da yeterince etkin olmadıklarını düşünerek devrimin olduğu topraklara gitmeye karar verirler.

1921’de Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmesiyle komünizmi benimseyen şair, TKP (Türkiye Komünist Partisi) çizgisinde yer alıyor. Nâzım’ın devletin takibine girmesi de Sovyetler Birliği’ni ziyaretiyle başlıyor. Ekim Devrimi’nin baharında Rus fütürist ve konstrüktivistlerinden etkilenir. Serbest şiiri ve basamaklı dizeleri denediği ilk şiirlerini bu yıllarda yazar. Milli edebiyat anlayışından ayrılarak başka bir estetiğin şiirin, siyasi anlayışın sahibi olarak Türkiye’ye döner

Nâzım Hikmet 1924 Ekim’inde gizlice Türkiye’ye girer. TKP Merkez Komitesi üyeliğine seçilir. Ancak İstanbul’da çok dikkat çekmeye başladığı düşüncesiyle parti adına İzmir’de görevlendirilir. O sıralarda İzmir’de bir kuduz salgını vardır ve Nâzım Hikmet’i de bir köpek ısırır. Ankara’da kurulan İstiklâl Mahkemesi’nin bir soruşturma nedeniyle TKP üyelerini tutuklamaya başlaması da bu günlere denk gelir. Nâzım Hikmet kuduz kuşkusu ile yakalanma olasılığı arasında sıkışıp kalır. Haziran 1925’de her şeyi göze alarak İzmir’den İstanbul’a gider ve TKP’nin ayarladığı bir taka ile ülkeyi terk eder.

Ankara İstiklal Mahkemesi Nâzım Hikmet’i gıyabında 15 yıl hapse mahkûm eder.

1925 Haziran’ında yeniden Moskova’dadır. 1926 yılında ikinci evliliğini Yelena Yurçenko ile yapar.

1928’de ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü Bakü’de yayımlanır.

Parti’nin bir kongre toplayacağı ve merkez komitesine aday gösterildiği haberini alınca Türkiye’ye dönme kararı alır. Arkadaşı Laz İsmail ile gizlice sınırı geçerek Türkiye’ye gelirler, ancak Temmuz ayında Hopa’da yakalanırlar, iki ay Hopa Cezaevi’nde bekletilirler, sonra Rize üzerinden İstanbul’a gönderilirler, ancak tüm davaların birleştirilmesi için buradan da Ankara’ya sevk edilirler. Cumhuriyetin beşinci yılı dolayısıyla çıkarılan aftan yararlandıkları için 1928’in Aralık ayında bütün cezalarından kurtulduklarına karar verilir ve serbest bırakılırlar. Nâzım Hikmet bu mahkemeden tam on yıl sonra, bu sefer donanmayı isyana teşvik etme suçundan 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırılacaktır.

Nâzım Hikmet, 1929 ile 1931 yılları arasında peş peşe yayımladığı şiir kitaplarıyla haklı bir üne kavuşur. 1931 yılında Sesini Kaybeden Şehir’i yayımlamasıyla iki yıl içinde kitaplarının sayısı beşi bulur. Ancak İçişleri Bakanlığı’nın emri doğrultusunda ilk beş kitabındaki şiirlerinde “bir zümrenin başka zümreler üzerindeki hâkimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” gerekçesiyle mahkemeye verilir. 6 Mayıs’ta başlayan dava 10 Mayıs günü aklanmasıyla biter.

1930 yılında Piraye, Nâzım Hikmet’in kardeşi Samiye ile arkadaş olur. Ardından Nâzım Hikmet’le aralarında tutkulu bir ilişki başlar. 1932 yılı başlarında evlenmeye karar verirler, Piraye 3 Eylül 1932’de kocası Vedat Örfi Bengü’den ayrılır. Nikâhlanmak için 1935 yılını bekleyeceklerdir. 1947 yılında Münevver Andaç’a aşık olana dek Nâzım Hikmet için Piraye hem sevgili hem yoldaştır. Yazdıklarını gönderip yorumlarına önem verdiği, sayısız mektup ve şiir yazdığı, başyapıtı Memleketimden İnsan Manzaraları’nı adadığı, zihinsel gelişiminde büyük payı olan bir sevgili. Nâzım Hikmet, Piraye’nin çocuklarını da kendi çocukları gibi benimser. Özellikle Memet Fuat ile ilişkisi hakiki bir baba-oğul ilişkisinin ötesine geçer. Memet Fuat daha sonra Türkiye’nin önde gelen eleştirmen ve yayıncılarından biri olur, Nâzım Hikmet’in eserleri onun çabaları sayesinde okurlarına ulaşır.

Şubat 1932’de Nâzım Hikmet’in Komintern kararlarını eleştirme özgürlüğü isteyen başka bir örgütlenme içinde yer aldığı için partiden uzaklaştırılmasına karar verilir. 30’lu yılların başında edebiyat ve dergiciliğin yanı sıra sahne sanatları alanında da çok etkindir. Bunda Muhsin Ertuğrul’la olan dostluğunun önemli bir payı vardır.

Nâzım Hikmet babasının ölümü üzerine o kızgınlıkla önce “Gece Gelen Telgraf”, bir yıl sonra da “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” başlıklı şiirleri yazar. İkinci şiirde kendi babası ile Süreyya Paşa’nın babası Abdülhamid dönemi Seraskeri Rıza Paşa’yı anlatır. 1933’te “Gece Gelen Telgraf” adlı kitabı dolayısıyla “halkı rejim aleyhine kışkırtmak” suçlamasıyla hakkında dava açılırken 22 Mart 1933’te gizli örgüt kurmak ve duvarlara bildiriler yapıştırarak komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla tutuklanır ve yargılanmak üzere Bursa’ya gönderilir. Ancak Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla birinci dava düşer; ikinci davada ise 4 yıl hapse mahkûm olan Nâzım Hikmet, bu cezanın 3 yılı af yasası kapsamına girdiğinden, kalan cezasını ise fazlasıyla çekmiş olduğundan Ağustos 1934’te 6 ay alacaklı olarak salıverilir.

1934 Haziran’ında soyadı yasası çıkarılmıştı. Herkes Öztürk, Safkan, Yılmaz, Eğilmez, Türksoy, Kahraman gibi iddialı soyadları seçiyor, Nâzım bundan hiç hoşlanmıyordu. Karar veremedi. Cezaevinden çıktıktan sonra da Nâzım bu konuda kararsızdı. Nâzım Piraye’yle soyadı konusunda anlaşamıyordu. Sonunda anlamsız bir soyadı almaya karar verdiler. Piraye ‘Ran’ soyadını önerdi. Ertesi gün de nüfus idaresine başvurup Ran’ı nüfuslarına işlettiler.

Hür Adam, Halk Dostu, Yeni Gün, Akşam, ve Tan’da fıkra yazarlığı yapar. 1936 yılında yayımlanan Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı Nâzım Hikmet’in şiir serüveninde destanlarla öne çıkan ustalık döneminin ilk kitabıdır. Nâzım Hikmet’in kitapları Türkiye’de ancak ölümünden sonra 1965 yılında yeniden yayımlanmaya başlayacaktır.

Nâzım Hikmet 30 Aralık 1936’da gizli örgüt kurarak komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla tutuklanır. Bir buçuk ay kadar içeride kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmasına karar verilerek bırakılır. 17 Ocak 1938’de tekrar tutuklanır. Ankara ve Çankırı cezaevlerinde kaldıktan sonra 1940 yılı Aralık ayında Bursa’ya nakledilir. Ankara ve Çankırı cezaevlerinde kaldıktan sonra 1940 yılı Aralık ayında Bursa’ya nakledilir. Bursa mahpusluğu uzun ve hayli verimli bir süreç olarak sanatçının yaşamında önemli izler bırakacaktır.

1950 Temmuzuna kadar süren cezaevi yılları boyuncu şiir ve oyun yazmayı sürdürür. sadece şiirle uğraşmaz, resim yapar, fesleğen yetiştirir… Hücresinde “Memo” adını koyduğu bir kanarya besler… Resme ilgisi annesi ressam Celile Hanım’dan miras kalmıştır. Bu dönemde, Nâzım Hikmet para kazanmak için gelen çeviri işlerini de reddetmez. Film altyazıları, diyaloglar, operalar, masallar, çevirir. 1940 yılında Bursa Cezaevi’nde aynı koğuşta kalacağı Raşit Kemali iki buçuk yıllık bir eğitim sürecinden sonra öyküler yazmaya başlar, ünlenir. Orhan Kemal adıyla tanıyacağımız Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri haline gelir. Daha sonra Balaban olarak tanınacak olan İbrahim Ali 1940’lı yılların başında Nâzım Hikmet’in yönlendirmesi ve yardımlarıyla resim çalışır. Bir süre İmralı Cezaevi’nde kalan Balaban cezasının bitimine iki ay kala bu sefer de komünizm propagandası yapmak suçundan beş yıl hapis cezası alır ve doğrudan Bursa Cezaevi’ne getirilerek Nâzım Hikmet’in kaldığı bölüme verilir. Şairin hapishanede geçirdiği 1948-1950 yılları arasındaki sıkıntılı dönemine tanıklık eder. Çankırı’da bir süre aynı cezaevinde kaldıkları Kemal Tahir’le mektuplaşmaları şairin edebi yaşamında özel bir yer tutar. 1965 yılında Yön Yayınları tarafından Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla Kuvâyi Milliye Destanı yayımlanır. Metindeki dizelerin yazılış tarihlerinin 1938-1950 yılları arasına yayılmıştır.

Nâzım Hikmet başyapıtı kabul edilen Memleketimden İnsan Manzaraları’nı 1939’da İstanbul’da yazmaya başlamıştır. Türkiye’de ilk kez yazılışından ve hatta şairin ölümünden yıllar sonra, 1966-1967 arasında beş cilt olarak De Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Memleketimden İnsan Manzaraları yazıldığı dönemde yakın tarihin panoraması sayılabilecek bir eserdir. 1908’den 1945’e, II. Meşrutiyet’ten II. Dünya Savaşı’nın sonuna uzanan bir zaman diliminde 200’e yakın karakterin hikâyesini anlatan 20.000 dizeden oluşur.

Bir yandan da o günlerde hayatına Münevver adında yeni bir kadın girer.  Bu sırada Paris’te Tristan Tzara’nın öncülüğünde “Nâzım Hikmet’i Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi” kurulur, Albert Camus, Picasso, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Aragon ve Yve Montand gibi aydın ve sanatçılar bu oluşuma destek verirler ancak somut bir ilerleme kaydedilemez. Açlık grevine başlar. Açlık grevi sürecinde sanatçı, yazar ve akademisyenler Nâzım Hikmet’e destek vermek amacıyla bir dilekçe kaleme alırlar. Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Behice Boran, Sabahattin Eyüboğlu, Mina Urgan, Mazhar Osman Uzman, Hilmi Ziya Ülken, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli Kanık, Neyzen Tevfik, Oktay Rifat, Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimlerin imzaladığı dilekçe Türkiye’nin entelektüel tarihinde çok önemli bir yer alır. Nâzım Hikmet’in haksız mahkumiyetinin sonlandırılması için herkes harekete geçmiştir. Annesi Celile hanım, gözleri görmediği halde elinde pankartla Kadıköy iskelesinde imza toplamaya başlar. İstanbul Üniversiteli gençler Nâzım Hikmet adıyla bir gazete çıkarırlar. Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat destek olmak için açlık grevine girerler.

14 Mayıs 1950’de seçimleri Demokrat Parti’nin kazanması ile Yeni hükümet bir genel af çalışması başlatır. Hükümet, haksız mahkûmiyeti ortadan kaldırmak ve yapılan hukuksuzluğu tescil etmek yerine sadece ceza indirimi yapma yoluna gider; böylece Nâzım Hikmet genel aftan yararlanarak 28 yıl 4 aylık cezasının 12 yıl 7 ayını yatarak serbest kalmış olur. Bu sırada Dünya Barış Konseyi 1950 yılında, Nâzım Hikmet’e, İspanya’dan Pablo Picasso, Şili’den Pablo Neruda, Amerika’dan Paul Robeson ve Polonya’dan Wanda Jakubowska ile beraber Uluslararası Barış Ödülü verilmesine karar verir. (9 Eylül 1950) Barış ödülünü almak için Kasım 1950’de Varşova’da toplanacak olan Dünya Barış Kongresi’ne katılmak ister ancak pasaport isteği geri çevrilir. Onun adına ödülü alan Pablo Neruda şöyle söyler: “Cezaevindeki yılları boşa geçmedi; Nâzım’ın lirik yapıtları en yüksek noktasına orada ulaştı. Sesi dünyanınsesi oldu.Barış için savaşın bu önemli günlerinde şiirlerimin onun şiirleriyle yan yana olmasından gurur duyuyorum.”

Cezaevinden çıktıktan sonra Nâzım’ın tekrar askere alınması gündeme geliyor. Trabzon’da sandalda boğulan TKP’liler ve Sabahattin Ali örneklerinden dolayı hep tedirgin. Kendisi de öldürüleceğini düşünüyor. Devlet ısrarla askere almak isteyince bir gece kaçıyor. Nâzım, yurt dışına kaçışını son anda planlıyor ve kendisini takip eden polisler evinin önünde arabada uyurken kaçıyor. 17 Haziran 1951’de Bulgaristan’a gitmek üzere üvey kız kardeşi Melda Hanım’ın eşi Refik Erduran’ın kullandığı bir sürat motoruyla Karadeniz’e açılır, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya’ya gider. daha sonra Moskova’ya geçer.

Sonra bir haber alınıyor Nâzım’ın Türkiye’ye gelebileceği yönünde. Bu kez sınır kapılarına yazı gidiyor, Nâzım’ı ülkeye sokmayın diye. İronik olan önce yurt dışına gitmesin diye uğraşılıyor sonra dönmesin diye. Devlet, komünizmle mücadele çerçevesinde Emniyet teşkilatı içinde özel bir birim oluşturuyor. Adına da “K Masası” diyor.

Viyana’da yapılan Dünya Barış Kongresi’ne katılır, Aragon, Neruda, Joliot-Curie, Amado gibi isimlerle tanışır; Prag’da Uluslararası Barış Ödülü’nü alır; Dünya Barış Konseyi’nin toplantısı için Pekin’e gider; Berlin’de Kore Savaşı’na karşı düzenlenen toplantıya katılır. 1-6 Kasım 1951 tarihlerinde Viyana’da düzenlenen Dünya Barış Konseyi’ne katılır. Burada yıllar önce öldürüldüğünü sandığı, “Jokond ile Si-Ya-U” şiirine ilham veren KUTV’dan arkadaşı Emi Siao ile karşılaşır

Nâzım Hikmet Vnukovski Havaalanı’nda Sovyet Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle karşılanır.

Bakanlar Kurulu 25 Temmuz 1951 tarihinde hukuki dayanaktan yoksun bir karara imza atarak Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkarır. Gerçekte Pasaport Yasası’nın 33. Maddesine göre pasaportsuz yurtdışına çıkmanın cezası 3 liradır ancak altında dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakanı Adnan Menderes ve diğer bakanların imzalarının bulunduğu karar Nâzım Hikmet’i yargılamadan mahkûm eder:

Pasaportsuz olarak İstanbul’dan Romanya’ya kaçan ve oradan da Moskova’ya giderek havaalanında memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu ve müteakiben radyo yayınlarında Türkiye’nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatıyla Sovyet hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmekte olan maruf komünist Nâzım Hikmet Ran’ın kendisine bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın bir fayda vermeyeceği mülahaza edildiğinden Türk vatandaşlığından çıkarılması; İçişleri Bakanlığı’nın 25.7.1951 tarihli ve 40945 sayılı yazısı üzerine 1312 sayılı kanunun 10. Maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 25.7. 1951 tarihinde kararlaştırılmıştır.

2005 yılında araştırmalar sonucu ortaya çıkıyor ki Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkarılma kararı 1951 yılında nüfusa işlenmemiş. Nüfus kaydından düşülmemiş.

Nazım Hikmet’in şiirlerinin değerini şairliğini, hiç kimse reddedememiştir.

1961 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaydettiği Nazım Hikmet’in kendi sesinden şiirleri için Vera’ya şöyle vasiyet eder.

Sana tüm şiirlerimi banda kaydedeceğim.
Yaşamımın tüm sesleri seninle kalsın
Sonra Türkiye’ye de ver bu sesi. Bizim barışmamız ölümümden sonra olacak. Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım.”

3 Haziran 1963 sabahı saat 06:30’da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda ölmüştür.

Mezar taşında yazan Rüzgara Karşı Yürüyen Adam şiiri:

Ben bir başıma bir deli
Ben sanki bin yaşında bir deli
Yamalı caddelerinde bu şehrin.
Yürüyorum rüzgara karşı
Düşümde Gülüşü deniz mavisi çocuklar

Bakanlar Kurulunun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı bu karar 10 Ocak 2009 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlandı ve Nâzım Hikmet Ran 58 yıl sonra 107 yaşında yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu.

Nazım’ı görebilmek, anlayabilmek için onun dilini şiirlerinde çözebilmek gerek. İşte o zaman kimin nasıl tanıdığı nasıl tanıttığı değil gerçek Nazım’ı tanımış yaşadıklarını anlamış olacağız. Bütün şiirlerini bu sahnede söyleyebilmemiz elbette mümkün değil. Birkaç şiiri birkaç mektubuyla sizleri başbaşa bırakıyoruz. Şimdi o dizelerden, satırlardan Nazım’ı dinleyelim, o anlatsın kendini bize.

Melike KARA

Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close