Kış gününün soğuğunu evinde ve yüreğinde hissettiği bir sabaha uyanmıştı. Dünya, başına sardığı gri bulutlarıyla dönüyordu. İşlerine yetişmeye çalışan insanlar, arabaların aceleci korna sesleri, gülüşen veya ağlaşan çocuklar… Hayat bütün akışıyla devam ediyordu, kendini kirlenmiş perdelerle örtülü camların arkasından hatırlatmaya çalışarak. Günlerdir evdeydi, hiçbir yere çıkmıyordu. Bu hayat döngüsüne yalnızca nefes alarak eşlik ediyordu. Kaburgalarını sıkıştıran acı, nefes alışverişini zorlaştırsa da, kalbi yaşaması için gerekli olan desteği esirgemiyordu. Kalkıp kahvaltı hazırlamak istedi, aç olduğunu hafifçe başlayan baş dönmesinden anladı ama adım atamadı. Örtüsünü günlerdir değiştirmediği yatağına bıraktı yeniden kendini. Tavana bakarak geçmişini seyre başladı. Daha dün bir çocuktu, mavi önlüğüyle okula gitmişti. Annesi, bütün itirazlarına rağmen saçlarını yüzünü gerdirecek kadar sıkı toplamıştı. Okuma yazma öğrenmek çetrefilliydi, “m” harfini bir türlü yazamamış ve bu yüzden okula gitmemek için türlü bahaneler uydurmuştu. Annesinin çabasıyla sonunda öğrenmişti. Zorlandığı şeyi yapabildiğini görmek, onda okumak için bir heves uyandırmıştı. Sonra liseye başlamıştı. Göğsüne baskı yaparcasına kalbini attıran ilk aşkını hatırladı. İlk buluşmalarında eli eline değince yaşadığı titremeyi. Nasıl da mutluydu. Hayat yalnızca o anda kalacak ve bütün ömrü kalbinin kuş gibi çırpındığı heyecanlarla geçecek sanıyordu. Bu kısa aşk deneyimi, doludizgin geçen gençlik yıllarında çok da iz bırakmadan, hatıralarda yerini almıştı. Üniversite sınavına hazırlanmaya başladıktan sonra, hayatının gemisi rotasını hiç fark ettirmeden kaygılara ve düş kırıklıklarına doğru çevirmeye başlamıştı. Çok istediği mimarlık fakültesine yerleşemediğinde yaşadığı hezeyan, hep mutlu olmuş o çocuğu bir anda büyüttü. Okul yollarında gidip gelen bu küçük kız çocuğu artık olgunlaşmış, hayatın ona istediği her şeyi altın bir tepside sunmayacağını birkaç saatlik bir sınavla öğrenmişti. Annesinin güvenli kollarında bu gerçeği kolayca kavramıştı. Sahi ya, annesi uyanmış mıydı? Bir anda bunaltıcı hislerden sıyrıldı, hızla kalktı ve mutfağa gitti. Annesi bugün, mutfaktaki tıkırtılarıyla evdeki hayatı canlandırmamış; o güzel sesiyle “Günaydın,” dememişti. Rutin tansiyon kontrolü için sağlık ocağına gitmiş olabileceğini düşündü ve bugün kahvaltıyı hazırlayarak ona sürpriz yapıp güzel yüzündeki sevincin mimarı olmak istedi. Ne de olsa mesleki uzmanlığıydı. Annesinin dinlemeyi çok sevdiği Zeki Müren plağını açtı ve keyifle kahvaltılıkları masaya yerleştirdi. Sanki dünya o anda, o soğuk iklimden hızla bahara dönmüş; güneş gri bulutların arkasından kararsız bir şekilde kendini göstermişti. Ağlayan çocuklar susmuş, gülüşmeler artmış, sürücüler kornalara basmayıp usulca akıp geçmişti caddeden. Uyandığı andaki o kasvetli ruh haline anlam veremeden şarkıya eşlik etti. “ … bulamazsın, bulamazsın, benim gibi seveni…” Çayı ocağın üstüne koyup telefonu annesini aramak üzere eline aldı. Annesinin neşeli “Alo,” deyişini beklerken babası çıktı telefona.
“Babacım! Annemle beraber misiniz? Kahvaltıyı hazırladım bekliyorum ikiniz de yoksunuz.”
Babası derin bir nefes alıp bir sessizliğe büründü.
“Baba? Orda mısın?”
Babası gırtlağını zorlayan bir sesle güçlükle cevap verdi.
“Kızım ilaçlarını aldın mı?”
“Hayır baba kendimi çok iyi hissediyorum. İlaca ihtiyacım yok ki. Kahvaltıya bekliyorum, bu saate kadar çoktan kahvaltı yapmış olmalıydık,” dedi.
Babası yine kararsız bir bekleyişten sonra, “Peki kızım geliyoruz,” dedi.
Akrep ve yelkovanın koşuşturmacasına bakıp yarım saattir hâlâ çalmayan kapı zilini, elinde dumanı tüten çayıyla beklemeye başladı.
Nihayet kapının zilini duyunca açmak için koştu. Babası tek başına karşısındaydı. Fakat tuhaf bir şekilde babasını daha yaşlı gördü. Gülümsediğinde kendini gösteren muhteşem gamzesi yerini kederli bir çizgiye bırakmış, saçlarında beyazlar çoğalmıştı. Ya sakalları? Neden bu kadar uzamıştı? İşinde disiplinli bir memur olan babası sinekkaydı tıraşından hiç taviz vermezdi oysa.
“Baba iyi misin? Annem nerde?”
Babasının gözlerinde biriken yaşlar ve boğazında konuşmasını engelleyen bir düğüm vardı, anlamıştı. Bir anda gözleri karardı, evleri bir depreme yenik düşmüş gibi sarsılmaya başladı. Aslında yalnızca onun yıkılmış dünyası, berraklaşan hafızasında kendini hissettiriyordu. Gözünün önünde kalbini avuçlayıp bütün kuvvetiyle sıkan gerçeklikler belirmeye başladı. Binlerce ölüye kucak açmış mezarlık, yanına gelip derin bir acımayla baş sağlığı dileyen uzak ve yakın akrabalar, hiç konuşmadan sıkıca sarılıp acısını da bedeniyle beraber kucaklamaya çalışan çocukluk arkadaşı Elif, her hafta odasında karanlığına bir ışık yakmaya çalışan Psikoloğu Aylin Hanım. Ve ilaçlar, krizler… Bir anda babasının telefonda söylediği şeyi hatırladı. İlacını almamıştı. Aslında bunu bilerek yapıyordu. Belleği yaşanan gerçekliklere kafa tutuyor, geçmişin güzel anılarıyla kısa kesitlerde yaşamasına olanak sunuyordu. İlaçlar ise tersine annesinin ölmüş olduğunu hatırlatıyordu ona her an, her saniye. Ölümün soğuk siluetine karşı zihninin isyankar başkaldırısını bastırıyordu . Oysa yaşadıklarını unutmaya ihtiyacı vardı. Annesinin sesini hayalinde dahi olsa duymaya, ışık saçan gülümsemesini gözünde canlandırmaya, yaşıyor olduğuna bir an bile olsa inanmaya, ona kahvaltı hazırlamaya ihtiyacı vardı. Vestiyerde asılı olan dokunulmaya kıyılmamış, evdeki hatıralarını canlı tutan annesinin hırkası ilişti gözüne. Tozlanmıştı. Annesi altı aydır giymemişti. Bu hırkayı her gördüğünde eşyaların da bir ruhu olabileceğini hissediyordu. Şimdi annesinin ruhunun da yerini tozlu bir hırkaya bırakıp yanından usulca uzaklaştığını hissetti. Babasının görüntüsü yerini bir karanlığa bıraktı. Varlığı hiçliğe gömüldü.
Hatırlamak, şüphesiz insan olmanın en büyük tecrübesiydi fakat yara almışsa, bir kalbin en büyük laneti olabiliyordu.
Editör: Hatice Akalın