O vakitler bağrı yanık kadınlarla, cebi delik erkeklerle dolu her mahallenin, kızları kendine hayran bırakan bir abisi olurdu. Bizim mahalledekinin adı Hakkı’ydı. Babasının kebapçı dükkanına gelip hesaptan daha fazla bahşiş bırakan arabesk sanatçısına hürmeten konulmuştu adı. O sanatçının aksine saçları sarı, gözleri yeşildi bizim Hakkı’nın. Çimen yeşili.
Özellikle baharın gelişiyle coşan çimenler, Hakkı’nın gözlerine yansıyınca mahallenin kızlarının da gönlü coşardı. Hangi kıza gitsen Hakkı’nın gönlünün kendinde olduğunu söylerdi. Söylemekle kalmazdı bazısı. Gezip tozduklarını, birbirinden pembe hayallere yelken açtıklarını anlatırdı. Biri diğerini yalanlardı anında, ötekinin pembe hayalinden artanları kendi dilinden savururdu.
Hayaller havada çarpışırken bizim kızlar da dam başında çarpışmaz mı? İşte o zaman gün doğardı bana. Ceplerindeki son parayla aldıkları yiyintileri yer, asidi kaçmış tüm gazozları içerdim.
Bunlar birbirinin saçını yoladursun Hakkı’nın gönül ırmaklarını coşturan biri vardı. Bizim karşı binanın alt katında oturan Selvi.
Selvi, ablamın arkadaşıydı. Geçen sene taşınmışlardı bizim mahalleye. Babası tır şoförüydü. Ayda bir, bilemedin iki sefer uğrardı eve. Annesiyle yaşardı, kardeşi de yoktu. Arada bir bana takılırdı. Poğaça gibi şiş yanaklarımı sıkardı bazen. Ne yumuşak elleri vardı Selvi’nin. Pamuk mübarek. Allah var, huyu da yumuşaktı. Bazılarına göre kendi halinde, anneme göre içten pazarlıklı, sinsiydi bu Selvi.
Öndeki süt dişlerimi fare yediğinden, dalından kopardığım şeftaliyi kemirmek zorunda kalırdım. Kemirirken çenemden akan su, tüyleri çoktan kopmuş yerdeki halıları da batırırdı. Halı silmekten iflahı kesilen annem balkona şutlardı beni. Şutlandığım zamanlarda izlerdim bu ikisini. Ben değil aslında, Selvi’yi görünce içimde havalanan kelebekler izlerdi. Köşedeki bakkalın yanındaki iskemleyi bir gün olsun boş bırakmayan Hakkı, Selvi’nin geldiğini görünce hareketlenirdi bir tek. Kokusunu mu alıyordu- ensemizi yalayan taze bahar dalları gibi kokardı- içine mi doğardı bilmem, Selvi tam köşeyi döneceği zaman yanında biterdi. Selvilerin çürük binasının yanında, kimsenin görmediği kör noktada, sarmaş dolaş olurlardı. Ya da ben öyle sanırdım.
Selvi’nin bana uzaktan selam duran gözlerine, kıvırcık saçlarımı karıştıran ellerine “Naber bitanesi?” derken genzime dolan lavanta kokusuna ne kadar hayransam Hakkı’ya da bir o kadar nefret doluydum. Hakkı’yı görünce kalbimin sağ odacığından kanatlanan kelebeklerin yerine öfke gelip yerleşirdi aniden. Jöleli parlak saçı, gümüş kolyesi, fidan gibi boyuyla salına salına yürümesi yok mu hele… Dövmek gelirdi içimden.
Dövmeyi, dövüşmeyi bilmezdim de tırmalamayı iyi bilirdim. Tırmalardım ben de onun yakışıklı suratını. Nasıl bakkalın çırağı için kavga etmiyorsa hiçbir kız, Hakkı için de kavga etmezlerdi o vakit. Tırnak iziyle dolarsa suratı Selvi de bakmazdı.
Benim çocuk kalbime dolan kıskançlık, kızların tekmil yüreklerine yuva yapmıştı. Kalkmak bilmiyordu bir türlü. Hasedinden kör olan gözlerinin aksine epey açıktı dilleri. Bir araya geldikleri her Allah’ın günü, Selvi aşağı Hakkı yukarı. Doladılar ağızlarına sakız gibi. Çiğnediler büsbütün. Daha fazla dayanamadı biri “Kız Selvi,” dedi. “Madem Hakkı sana vurgun. Her dediğini de yapar öyleyse…”
Kurumundan geçilmeyen Selvi aşağı kalır mı? “Yapar tabi, ne sandınız?” diye yapıştırdı cevabı.
“İyi kız. Söyle de senin için kanala atlayıversin. Delikanlılık öyle bakkalın köşede adam dövmeye benzemez. Kanalda yüzsün de görelim boyunun ölçüsünü.”
Hakkı’nın ancak beline gelen boyumu düşünüp boy hesabı yaptım kendimce. Epey uzun olduğuna kanaat getirdim. Babamın, içinde canavar olduğundan girip lanetli olduğundan çıktığı kanalda nasıl yüzeceğine ise kanaat getiremedim bir türlü. “Neyse,” dedim sonra “Beş altı kulaçta işi bitirir zaten.”
Düşüne düşüne koltuğun tepesinde ağzım açık uyuyakalmışım.
Uyandığımda, güneş beyinlerimize kan damlatacak kadar kızmış, ağzımın içi çamurlu dereye dönmüştü. Ablama seslendim su getirsin diye. Ses seda yoktu. Yine hangi kıt akıllı arkadaşıyla çene çalıyordu kim bilir?
El mahkûm kalktım. Evde inlerle cinler top oynuyordu. Balkona çıktım. Köşedeki bakkal kapalıydı. Bizim bakkal sittin sene kapatmazdı dükkânı ya…
Bir koşu sokağa indim sonra. Selvilerin kapalı penceresinin önünden geçerken, Hakkı’nın arkasında dolaşan, sümüğü burnunda kurumuş oğlanı gördüm.
“Duymadın mı lan?” dedi dişlerinin arasından.
“Neyi?” dedim ağzım yapış yapış.
“Hakkı abi boğulmuş kanalda.”
Karnımın içi kaynadı birden, kaynadı, alev aldı büsbütün, kızların artan gazozlarını içtiğim günkü gibiydi tıpkı.
Mahalledeki her olaya karşı koyan Hakkı, kanalın akıntısına karşı koyamamış.
“Ah be Hakkı Abi” dedim içimden. “Hiç ölünür mü bu yaşta?”
Editör: Gülhan Tuba Çelik