Yazar: 15:00 Öykü

Günümüzün Hayri İrdal’ına Sevgilerle

Yağan yağmur, göğü yere küstürmek ister gibi gittikçe şiddetini arttırıyor; kasvetine gündüzü de katıp, yerine geceyi bırakıyordu usulca.  Saat daha erken olmasına rağmen dışarıdaki havanın ağırlığını içimden atmak için içtiğim üçüncü kahveydi bu. Koyu sarı bardağı masanın diğer bir ucuna bırakırken, üstüne yığdığım kitaplar ve bilgisayardan bana göz kırpan bomboş bir word dosyası beni daha da dibe çekiyordu. Derin bir of çektim. Ne kadar zor olabilirdi ki benden istenen eleştiri yazısını tamamlamak. Bunu düşünürken bir yandan da, hiç bu kadar zorlanıp zorlanmadığımı tartıyordum içimden. Yazara, Ahmet Hamdi’ye, olan öfkem her dakika daha da artıyordu sanki. ‘Suç kitapta değil, senin beceriksizliğinde!’ Söylediği söze kulak asmadan, aldığım notlara göz gezdirirken, kendi ‘mübareğimin’ sesi zihnimde çınlıyordu.  En sonunda dayanamayarak, üç gündür susmak bilmeyen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yanıma doğru çektim. “Ne var? Ne istiyorsun yine? Hani gitmiştin, daha konuşmayacaktın benimle?” Her yeri yapışkan, renkli not kâğıtlarıyla dolu kitap, sinsice gülümsedi cevap vermek yerine. Aldırış etmemeye çalışarak, yorgunluktan düşmek üzere olan başımı iki elimin arasına aldım. Düşün, düşün, düşün… Bu kitap eleştirilerini yazma görevi hep Sezin’de olurdu. Ne gerek vardı değişikliğe? Farklı şeyleri de denememiz iyiymiş. Öyle diyordu sevgili editörümüz… Yapamam, edemem kabul etmeksizin elime tutuşturduğu kitaba tekrar baktım. Çok işimiz vardı onunla ve bile bile son güne bırakmıştım yazma işini. “Aferin, aynen böyle devam et başarılı(!) yazar.” Ah bir de bu huyu yok muydu? Her şeye bir cevap, bir alay, bir aşağılama… İçerisinde geçen karakterlerin ruhları, kibirleri; sayfalarına işlemişti. Normaldi. Bir elimde iyi saate olsunlar uğramış bir kitap, diğerinde notlar;  hiç durmaksızın yağan yağmur… Daha ne kadar kötü olabilirdi bir gün?

Kendimi yatağa bırakırken, eş zamanlı çakan şimşeğe doğru döndüm gayriihtiyarî. “Okuduklarım bana ne anlatmak istedi? Bari sen söyle, söyle ki kurtulayım.” Yok.  Çakan şimşekten de cevap yoktu. Bütün yakınlarımla tartışmıştık oysaki. Bir şeyler canlanmalıydı aklımda yazıyı tamamlamam için. Yatağımın yanında bulunan kütüphane mesela, daha geçen gün konuşmuştuk. (Aramızda kalsın, kitaplarla arası pek iyidir, hepsiyle yakın dosttur. Eee, dile kolay 20 yıldır beraberlerdi. Yeni kitapları da kolay kolay kabul etmezlerdi. Yenileri için ayrı bir kitaplık almıştım.) Buna rağmen o, kapıyı göstermişti. “Git, git de ona sor. Bak, Berna Moran bile eşik diyor; bahsettiğin kıraathaneyi, insanları anlatırken: Tanpınar’a göre, yaptıklarımıza karşı beslediğimiz (…) şüphe “bir neslin halledeceği davaları nesilden nesile havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlanamayan eşikler haline” getirmiştir. Kıraathanedekilerin de özelliği budur, onlar da “bir ayakları daima eşikte” yaşarlar.” Buna rağmen hala gelmiş bana soruyorsun!” Evet, kabul biraz tersti bu ara, ama ona da kızmıyordum. Başını çok şişirmiştim, çok dinlemişliği vardır beni. Bu sözlerinin üzerine kahverengi kapının yanına oturup, sırtımı da dolaba yaslayıp, kafamı kurcalayan bu kitap üzerine derin bir sohbetin içine girdim. “Kitaplık sana gelmemi söyledi. Bilmem duymuş muydun biz konuşurken. Bu ayki kitap eleştirisi bölümünü bana pasladı Fikret. Ya, ya sorma. Ben de dedim ne anlarım diye de itiraz kabul etmem dedi. Ne üzerine mi kitap? Yalan… Ne diye bakıyorsun tuhaf tuhaf öyle işte. Neyse benim sormak istediğim bu değil zaten. Kitaplık dedi ki, Moran’ın dediğine göre karakterler bir ayakları eşikte yaşayıp gidiyormuş. Anlamadığım için kızdı ardından da sana gelmemi söyledi. Ne demek istedi sence?” Düşünceliydi. Sözlerini aklında toparladıktan sonra, derin bir nefes aldı: “Bilmem farkında mısın ama ne zaman bir kitaba ısınamasan, cümleleri zorla da olsa hafızana kazımak ister gibi bağırarak okumaya başlıyorsun.” Aldığım cevap beni şaşırtmıştı: “Bunun ne alakası var Allah aşkına şimdi. Oyalama beni, zaten bir ton işim var! Görmüyor musun?” İçten içe sabır çekerken, cevap verdi: “Beklersen devam ediyorum.” Kafam karışık bir şekilde onay verdim. “ İlk başlarda seslice okuduğun bazı zamanlarda aklımda kalan şöyle bir kısım vardı:  Nuri Efendi ve Halit Ayarcı… İşte benim hayat mekiğim bu iki kutup arasında dolaştı. (…) Fakat bu ayrı meziyette, ayrı zihniyette insanlar bütün zaman ayrılıklarının üstünden hayatımda bir daha ayrılmamak şartıyla birleştiler. Sana ne anlattığını söyleyemem, eşik kavramını kullanarak. O zaman bu senin değil benim düşüncem, benim görüşüm olur. Tek yapabileceğim şey bu. Otur bahsettiğim iki kutbu düşün biraz.”  Ben daha itiraz edemeden, ruhunu benden kaçırmış, kendini kapatmıştı. Nuri Efendi ve Halit Ayarcı… İki farklı dünyanın, benzersiz örnekleri… Düşün, düşün, düşün…

Nuri Efendi; kendini Doğu mistisizmiyle harmanlamıştı. Geleneği, eskiyi, Doğu’yu temsil ediyordu. Ne kadar, aldığı eğitim o dönemin şartları doğrultusunda belirli seviyede olsa da felsefeye, düşünmeye olan eğilimi gözler önündeydi. Halit Ayarcı… Gerçekten de Nuri Efendi kutbunun tam karşısında bulunuyordu o. Çalışmaya ve işe verdiği önem kitabın ileri bölümlerinde çok bariz bir şekilde okuyucuya sunuluyordu. Buna karşılık düşünme eylemi onun için pek mühim değildi. Kendini ifade biçimi, konuşurken seçtiği kelimeler Batı hissiyatı uyandırıyordu. Net bir biçimde anlaşılıyordu bu. Nuri Efendi ne kadar Doğu’ysa, Ayarcı o kadar Batı’ydı. Hayri İrdal karakterine bakacak olursak, adeta yolunu kaybetmiş bir meczup misali nereye çeksen oraya gidecek bir yapıya sahipti. Bazı dönemlerde hayatına giren ve alelade yaşamına yeni renkler katan insanlara karşı büyük zaafları vardı. O an hayatında mühim bir yere sahip kim varsa, ona benziyordu. Kendini onunla özdeşleştiriyordu. Bu bahsettiğimiz iki karakter ise onun İrdal’ın büyük kırılma noktalarıydı. Çocuk yaştan itibaren iliklerine işlenen Doğu gelenekçiliğine karşılık, sonradan gördüğü ve onu sudan çıkmış balığa döndüren Batı modernizmi…  Ne yazık ki Hayri İrdal bu iki kavramı bir arada yürütemiyordu. Yürütmesi de imkânsızdı bir bakıma. Sonuçta iki farklı dünyadan bahsediyorduk burada. İrdal ne kadar bir odadan diğerine adım attığını sansa da, aslında bunu başaramamıştı. Bir ayağı Doğu’da diğer ayağı Batı’da, hayat denen bu kargaşanın içinde sürükleniyordu. Eşikteydi, tam da eşiğin üstünde. Bir anlığına düşündüm. Bunu sadece Hayri İrdal yaşamıyordu. Bunu o dönemin insanı da yaşıyordu, o sadece bir figürdü. O zamanki toplumun içinde bulunduğu kargaşayı çok güzel anlatmıştı Tanpınar. Evet, evet! Bunu hiç düşünmemiştim. Buradaki hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden, yahut da bir ayakları daima eşikte, yaşıyorlardı.  Eski yaşamları, görüşleri, hayat gayeleri, Cumhuriyet ile birlikte farklılaş(tırıl)maya başlamıştı. Bu yeni düzene alışmaya çalışırken, doğal olarak büyük bir bocalama yaşanmıştı. Batılılaşmayı doğru bir biçimde anlayıp, yorumlayanların sayısı ne kadar az ise yanlış düşünüp, hayatlarına farklı biçimde uygulayanların sayısı o kadar fazlaydı. Bacaklarımı toparlayıp, çenemi dizlerime yaslarken düşünmeye devam ettim. Sadece belli bir dönem olsa yine iyiydi. Tümüyle Doğu’yu benimseyen kesimin bir anda Batı’nın etkisinde kalması kafa karışıklığına sebep olmuş, yıllarca süren ve hala sürmekte olan büyük bir ikileme sürüklemişti toplumu. Hala tesiri altında bulunduğumuz bu arada kalmışlık, insanların popüler kültürün etkisiyle de birlikte Batı kültürünün işlerine geldikleri kısımlarını benimsemeleriyle sonuçlanmıştı. Yani asıl noktayı kaçırmış, odağı kaybetmiştik. Ne zaman fark edileceği ise ayrı bir muammaydı. 

Çenemi yavaşça dizlerimin üstünden ayırırken, tekrar gelmesini umduğum kapıya diktim gözlerimi: “Peki ya bu yolda ahlak kavramının da nasibini almasına ne diyorsun?” Cevap yoktu. O sırada duyduğum sesle irkildim: “Pişt, buradayım! Buraya bak, kafanı sağa çevir!” Sesin kime ait olduğunu fark ettiğimde; geldiği yöne doğru, çalışma masama, emekleyerek gidip, ayaklarına yaslandım. “Sen uyumuyor muydun?” Muzır bir çocuk tavrıyla: “Hayır, sizi dinliyordum! Ben varken niye o bunakla konuşuyorsun ki?” Sadece omuz silkmekle yetindim. “Sence araya insan sokarak bir yerlere gelmek, başarı sayılır mı?” Sorduğum soru karşısında şaşkın bir tavır sergiledi. Böyle bir soru beklemiyordu anlaşılan. “Nerede görülmüş canım iltimasla bir yere gelindiği!” Kahkahayla karışık cevap verdim: “Enstitüde tabii ki!” Yerimden kalkmadan üzerindeki kitaba uzanıp tam karşısına geçtim. Bir yandan da aradığım kısmı bulmaya çalışmakla meşguldüm. Sesli bir şekilde okumaya başladım: “Doktor Ramiz’i unuttuk. Onun için bir iş lazım. Doktor benim tarafımdan giriyor. Siz kimi teklif ediyorsunuz? (…) Bakın anlatayım, dedi. Kadromuzun yarısı aramızdan olacak. Öyle konuşmadık mı o gün? Bir onlardan, bir bizden. Biz sizinle iki kişi olduğumuza göre o halde ben bir kişi teklif edince siz de birisini teklif etme hakkını kazanıyorsunuz.” İşte böyle dostum. Hal bu. Hayri İrdal’ın ve Halit Ayarcı’nın temellerini attığı enstitüye görevli alımı bu şekilde. Önemli olan yapılacak işe uygun insan bulup, o göreve deneyimli birini atamak değil. Amaç, çalışmaya ihtiyacı olan ne kadar dost, ne kadar hısım akraba varsa; enstitüye alıp, yapabilecekleri şeylere göre aslında ziyadesiyle anlamsız kadrolar kurup bu insanları iş sahibi yapmak. Kendi menfaatleri uğruna yapmayacakları hareket, uyduramayacakları kılıf yoktu.” Söylediklerim hiç de uzak gelmemişti. O sırada bunların sadece bir kitapta geçtiğini iddia eden masaya doğru baktım: “Neyden bahsediyorsun? Gerçekten de hiç tanıdık gelmiyor mu bu anlattıklarım? Hadi onu geçtim beni de mi dinlemiyorsun sen? Daha geçen gün anlatmadım mı sana, Feride’nin eşini kadroya aldılar hiçbir vasfı olmamasına rağmen diye…” Bunun üzerine derin bir sessizliğe gömüldü, bir adım geri çekildi ruhu. “Zora girince hemen kaybolun zaten!” diye sitem ettim fakat nafile. Dönmedi geri…

Kafamı tekrar yasladım masanın bacağına. Ne tuhaftı ki, eşik kavramını düşünürken keşfettiğim zamanının toplumunu anlatan bu kitapta işlenen insanların benimsediği ve bundan rahatsızlık duymadığı; yalan, dolandırıcılık ve iltimas; günümüzdeki toplumda da canlılığını korumaya devam ediyordu. O an aklıma kitaptaki şu kesit geldi: “O Mehdi benim!” demişti. “O Mehdi benim, fakat daha huruc etmedim. Fakat yakında edeceğim. O zaman hepiniz etrafımda olacaksınız. (…) İki gün sonra da Seyit Lütfullah, “esrarkeş ve meczup tarifesinden, melekâtı akliyesine sahip olmayan, fakat bugünlerde serbest kalması da tehlikeli görülen” bir adam sıfatıyla Sinop’a gönderildi. Tekrar ettiğim kesit, acı bir kahkahanın içimden ağır ağır tırmanmasına neden oldu. İzin vermeyip toparlandım. Kendini mehdi ilan edenler vardı. O zaman da, bu zaman da.  İlk baskısı 1987 yılına ait bu kitapta da, 2021 yılının bu acımasız kışında da. Hiçbir ilerleme görememek içimi burkmuştu. İnsanların değer ve duygularını kullanan bir avuç insan… Veyahut melekâtı akliyesini çoktan tanrının huzuruna yollamış bir avuç… Belki okuduğum an anlayamamıştım ama üstünden uzun yıllar geçmiş olsa da, oturduğu yerden ne güzel ayna tutuyordu bugünün toplumuna. Hiçbir şey değişmemişti, hala insanlarla dalga geçercesine, kendini ilahi güçle kutsanmış gibi gösterenlerin devri devam etmekteydi.  Bunun yanı sıra yalan ise tek bir an bile dillerden düşmemişti. O kadar alışmıştık ki sanki ailemizden biriymiş gibi hissediyorduk. O zaman da, bu zamanda… Benimle alay edercesine alıntı yapmaya başladı kapı, kitaplığa ithafen: “Kitabınızın ismi nedir, Hayri Beyefendi?” Gülerek karşılık verdi kitaplık, tok bir sesle: “Ahmet Zamani Efendi’ye ait bir etüt. Ahmet Zamani Efendi ve Eseri” Kitapta geçen ve var olmayan bir âlimin yaşadığını ileri sürdükleri sahneyi ne güzel canlandırmışlardı. Odanın birçok yerinden, değerli dostlarımın kahkahaları yükselmeye başladı. Dayanamayıp ben de onlara katıldım. Ağlanacak halimize oturmuş gür kahkahalarla gülüyorduk. Belli ki iyi saatte olsunlar sadece kitaba uğramamıştı. Kambur durmaktan ağrıyan sırtımın çağrısını daha fazla görmezden gelemeyerek, halıya uzandım boylu boyunca. Bu halk 34 senede formundan hiçbir şey kaybetmemişti. Şüphesiz işin içine menfaat girince her şey değişiyordu ve menfaat bu kahvede hiç de ikinci derecede kalan bir şey değildi. Değildi sevgili dostum Tanpınar, değildi. Ne bu kahvede, ne de bu toplumda…

Yüz üstü yattığım yerde, ellerimi yastık gibi kullanmış, kafamın altına koymuştum. Bacaklarımı dizlerimden kırıp birini ileri birini geri, duvar saatinin ritmine uygun sallayıp duruyordum. O sırada odama yaklaşan ayak sesleri, kanımın çekilmesine sebep oldu. Evde tektim. Adımlar gittikçe yaklaştı, yaklaştı. Çıt çıkarmıyordum, ayaklarım öylece kalmıştı. Odanın içinde sadece benim nefesim, “mübareğin” tıkırtıları yankılanıyordu. Odada bir süre dolandıktan sonra aile yadigârı sallanan sandalyeye oturdu. Yavaş yavaş sallanmaya başladı. Bense ne yapacağımı bilemeden öylece oturuyordum. Kim bilir belki de son nefesimi alıyordum, odamda soluyan, yürüyen şeyin bir katil olmadığı ne malumdu. Eninde sonunda ya ben yattığım yerden kalkacaktım, ya da o gelip yanıma oturacaktı. Sakin hareketlerle yattığım yerden kalktığımda, içim bir nebze olsun rahatlamıştı. “Evde olduğunu unutmuşum. Korkuttun beni… Nerelerdeydin? Ne zaman döneceksin hem sen?” Darılmış gibi duruyordu: “Balkondaydım çocuğum, gitmem için gün sayıyorsun bakıyorum da.” Yaptığım gafı sonradan anlayarak, “ Olur mu Ahmet Hamdi Beyciğim, sizi ağırlamak bir şeref!” Pek inanmamış olacak ki yüzüme bakmadan masada duran sigara paketine doğru uzanıp, içinden bir tanesini dudaklarının arasına sıkıştırıp derin bir nefes aldı: “Nasıl gidiyor, çıktı mı bir şeyler?” Yorgun bir şekilde iç çekerek: “Bilmiyorum, bilemiyorum…” dedim. “Hala kafamı kurcalayan şeyler var.” Sigarasından bir nefes daha alırken, dinlediğini belli eden bir kafa hareketiyle konuşmam için onay verdi. “Nasıl bir çağın insanıyız ki asla ileri gidememişiz. Sen nerede bıraktıysan, oradan tutmuşuz da devamını getirmemişiz. Olduğumuz yerde sayıyoruz. Öyle ki bunun farkında olmamıza rağmen yapıyoruz bunu. Yalana, dolana göz yumuyoruz resmen. Bak, kitapta da geçiyor işte farkındalığa sahip olan kesim: “Bunlarla da kalmadılar, şehrimiz halkını o kadar sevindiren, eğlendiren ve müessesemize bütün ilmi ve içtimai faaliyetlerini kolaylaştıracak imkânları sağlayan vidolu, zamlı, tenzilatlı, ikramiyeli ve kolektif nakit ceza sistemimizi ele alarak, bizi düpedüz sahtekârlık ve dolandırıcılıkla vasıflandırdılar.” Kendi ağzıyla söylüyor aslında İrdal ama ya etrafındaki düzenin o kadar içine kapılmış ki artık bunun doğru bir şey olduğuna kendini inandırmış, ya da gerçekleri haykırmak onun çıkarlarına uymuyor.” Ben yerde bağdaş kurmuş parmaklarımla oynarken, Ahmet Hamdi ise tepkisiz ve bir o kadar da sessiz bir şekilde beni dinliyordu. “Dedim ya gerçekleri haykırmak onun çıkarlarına uymuyor diye yalanlar arasında yaşamak her zaman için daha kolaydır. Kim ister ki acı gerçekler arasında çürümek, hayal dünyasında yaşayıp gitmek varken. Kendi de itiraf ediyor zaten bir yerde bunu. İspritizma Cemiyeti’nden bahsederken… “ Tepkisine bakmak için kafamı kaldırdığımda, çoktan gitmişti. Umursamadım. Hayri İrdal bunu kendi ağzıyla söylüyordu; böyle cemiyetler, daha ziyade beraberce yalan söyleyip, beraberce aldanıp hoşça vakit geçirmek isteyen insanların işidir. Belki evet ilk başta sadece belli bir grubun birbirlerine yalanlar söyleyerek, hayatın zor şartlarından kaçtıkları bir yuvaydı yalan. Sonrasında bütün bir halkı aptal yerine koyarak, geçimlerini sağladıkları koskoca bir kuruluşun temelleri haline gelmişti. Sanki şimdi yok muydu, insanları kaldıranlar; yok muydu göz yumanlar… Elbet vardı. O zaman da vardı, şimdi de…

Hayri İrdal’dan nefret ediyordum. Evet, evet ediyordum. Dolayısıyla o toplumdan ve bu toplumdan da. Yerden kalktım, yatağa doğru ilerleyip uç kısmında oturdum ama bedenim dik durmamak için yalvarıyordu adeta. Karşı gelecek gücüm de yoktu zaten. Kendimi yatağa doğru bırakırken tekrar düşüncelere daldım. Hayri İrdal… Ondan nefret etmem için birçok nedenim vardı. Bir kitap karakterinden ilk defa bu kadar tiksinmiştim. İşin kötü yanı ise, onun bizim içimizden olmasıydı, biz olmasıydı. Kitabın tam ortalarında, tam da biraz da olsun okumaktan zevk almaya başlamışken, tek bir cümle buz gibi soğumama sebep olmuştu. Halit Ayarcı ile ilk tanıştıkları gün aralarında geçen bir konuşmada şu cümleleri söylüyordu Hayri İrdal: “Hata dedim. Hem de büyük hata… Elbette işlemez. Kordonsuz saat, yularsız hayvan, nikâhsız kadın gibidir. Saatini seven evvela bir kordonla kendisine bağlar.” Nasıl bir düşünceydi bu? Aklım bir türlü almıyor, düşünce içten içe köpürüyor, nefreti damarlarımda hissedebiliyordum. Bu Hayri İrdal’ın düşüncesi değildi sadece. Bu bütün bir insanlığın, sığ kalmış, kendini geliştirememiş kısmının ortak düşüncesiydi. O zaman da, bu zaman da. İşin kötü yanı bu karakterin bir kızının olmasıydı belki de. İlerleyen sayfalarda kadınlara karşı sarf edilen bir başka korkunç düşünce ise şu şekildeydi: “Bana kalırsa bu ayar istasyonları personelini sadece genç kızlara ve kadınlara inhisar ettirelim. Hiç erkek almayalım. Sizin dediğiniz gibi bir terbiyeyi ancak genç kızlara verebiliriz. (…) Bir yığın delikanlıyı otomat haline ne diye sokalım! (…) Ben erkekler içinde hiç olmazsa kadınlar kadar beyinsiz bulunduğuna emindim.” Hakarete varan bu cümle beynimde yankılanırken, sinirle güldüm. Neydi bu kadınların yaşadığı çile? Ne istiyorlardı bizden? Alıp veremedikleri neydi? Anlayamıyordum. Ne yazık ki bu durum da değişmemişti, değişmiyordu. Toplumun bir kesimi artık bu tarz aşağılık lafları söylemeye cüret edemiyor olsa bile, her gün bir başka acı haberle gözümüzü açıyorsak bu dünyaya; hiçbir şey değişmemiştir zaten. Ne güzel söylemişti Cahit Zarifoğlu, “Biliyor musunuz? Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle nefret ettim.” Bu dizelerin üstüne söyleyecek sözüm, düşünecek gücüm artık maalesef yoktu.

Tekrar çakan şimşekle beraber sanki gerçek hayata geri dönmüştüm. Bir anda soluğum kesilmiş gibi yattığım yerden fırlayarak, derin nefesler almaya başladım. Son baktığımda 11.00’i gösteren saat şuan 18.45’i gösteriyordu. Bunun üzerine gelen titremeyi bir türlü durduramazken, kendimi kaynar suların şefkatli kollarına bırakma kararı alıp, banyoya doğru yöneldim. 

Altında durduğum sıcak su, beni biraz olsun sarıp sarmalamış, sakinleştirmişti. Kalbimin gümbürtüsü göğüs kafesimde değil, kulaklarımdaydı. Yorgun hissediyordum ve hiçbir şekilde 7 saat 45 dakika içinde ne ile uğraştığımı, ne yaptığımı kesinlikle hatırlayamıyordum. Daha iyi hissettiğime kanaat getirdiğimde, mavi bornoza sarılıp, kaymamaya dikkat ederek odanın kapısına, oradan da yatağıma doğru ilerledim. Gücüm yoktu. Giyinmeye de, yorganın altına girmeye de… Yattım. Öylece uyumuştum. 

Gözümü açtığımda perdenin arasından parlak bir ışık bana günaydın diyordu. Yavaşça yattığım yerden doğruldum. Islak saçlarım ve bir de üstüne bornozla uyuyup kaldığım için baş ağrım vardı ama mühim değildi. Düne göre kat kat iyiydim. Lakin içimde büyük bir pişmanlık vardı. Yazının teslim günü bugündü ve ben tek bir satır dahi yazmamıştım. Ayağa kalkıp, çalışma masasına doğru ilerledim. Dizüstü bilgisayarın önünde ne zaman koyduğumu hatırlayamadığım birkaç kâğıt dikkatimi çekti. Masanın üstüne doğru eğilip baktığımda yazının başlığını fark ettim: “Günümüzün Hayri İrdal’ına Sevgilerle”. Çalışma masasının yanındaki sallanan sandalyeye yavaşça oturup, yazılanlara göz gezdirdim. Bu bir kitap eleştirisiydi. Hem de sonunda benim adımı ve soyadımı taşıyan bir eleştiri… Ben mi yazmıştım bunu? Ama ne zaman? Nasıl olmuştu da, başlamış, bitirmiştim? Kâğıtları yavaşça dizlerimin üstüne doğru indirirken, arasından bir fotoğraf düştü. Eğilip aldığım fotoğraf, Ahmet Hamdi’ye aitti. Tekli koltukta oturuyor, sağ elinde sigara, bana gülümsüyordu. Arkasında üç beş kitap… Yavaşça gülümsedim. Fotoğrafı ve kâğıtları masaya bırakırken, sigara paketinden bir dal sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. “Teşekkür ederim Tanpınar, teşekkür ederim…”

KAYNAKÇA

1) Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 52. Baskı, Ağustos 2020

2) Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, 31. Baskı, 2019

Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close