Yazar: 13:51 İnceleme, Kitap İncelemesi

Epik Bir Batı-Doğu Karşılaşması: Düşüş

Seda Ünsar’ın 2021 sonlarında İnkılap Kitabevi’nden çıkan Düşüş: Siyaset ve Felsefe Odasında Aşk Hikâyeleri isimli romanı, okuduğum en derinlikli romanlardan biri. Ben bu yazıda, romanın en çarpıcı niteliklerinden biri olan, tüm satırlarına sinen Batı-Doğu karşılaşmasını ele almak istiyorum. Keza politik ve felsefi tartışmaları, ideolojik örgüsü, roman içinde roman olması ve cezbedici kült filmlere metaforik göndermeleriyle, Düşüş’ü bütünüyle tek bir yazıda incelemek neredeyse olanaksız.

Belki de ciddiyetle yapılması gereken, romanı iki ayrı analiz yazısıyla incelemek. Birinci yazı, romanın edebi boyutu üzerine olabilir. Diğer yazı ise, romanın kurgusunun akıcılığını bozmadan metne ustalıkla yedirilmiş; onlarca düşünür, sosyal bilimci ve filozofu harmanlayan teorileri ele almalı. Yazar bu teorilere yönelik kendi akademik kimliğiyle geliştirdiği eleştirel bakışı sunarken, Batı ve Doğu ontolojisine göre teorileri yaratıcı bir biçimde yeniden yorumluyor. Almanya’da felsefe okumuş, uzun yıllar siyaset felsefesi araştırmış ve halen doktora üzerine çalışan biri olarak diyebilirim ki bu noktada kendi içinde değerlendirilmesi gereken, çok ciddi bir düşünsel akademik katkı mevcut.

Batı-Doğu karşılaşmasından söz etmeden önce, Düşüş’le ilgili en ilgi çekici şeylerden biri; romanı, modern ya da postmodern şeklinde kategorize etmenin güçlüğü. Tam başlığına (Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikâyeleri) baktığımızda, romanın postmodern bir anlatı olacağı izlenimine kapılıyoruz. Gerçekten de roman zaman zaman sürrealizme kayan üslubuyla ve klasik kurgusal bir zaman ve mekân dizilimi izlemeyerek postmodern edebiyatın özelliklerini taşıyor. Öte yandan, bir aydınlanma ya da toplumsal bir çağ romanı olarak Düşüş, tam bir modern edebiyat örneği.

Düşüş, Los Angeles’ta bir aşk hikâyesi. Hikâyenin kadın karakteri S’nin yazmakta olduğu, kapitalist emperyalizmi metaforlarla anlatan bir hikâyeyle açılıyor. Romanın açılışında, “S” ile yüz ellinci sayfada başlayan ikinci kısımda, asıl ana karakter olduğunu anlayacağımız Ali arasında, hayli üst düzey bir entelektüel diyalog yer alıyor. Bu diyalog aracılığıyla karakterlerin, gündelik hayatın sıradanlığı içinde pek rastlanmayacak bir derinlikte, ancak sürekli bir düşünme halinde var olabilen, böyle bir varoluş arzulayan ve bu açıdan birbirine benzeyen karakterler olduğunu hissediyoruz. Öyle ki ikinci kısımda, tıpkı birinci kısımdaki “S” karakteri gibi, Ali karakterini de bir 19. yüzyıl Rus romanı yazarken buluyoruz. Romanın geneline yayılan psikolojik çözümlemeler, doğa, mekân, düşünce, hissiyat tasvirleri ve birbirleriyle tartışan canlı karakterler Rus hikâyesinde de alabildiğine göz alıcı. Bir Rus hikâyesinden beklenecek “soylu” düşünceler ve tiratlar romandaki diğer düşüncelerin zenginliğiyle birleşerek okuyucuya tam bir düşün ve edebiyat şöleni yaşatıyor. Aynı zamanda, bu hikâyeyle ve genel olarak yazarken, Ali karakterinin, imrendiği bir çağa ilişkin yarattığı Sergey Andreyev Kuruzkov karakteri üzerinden kendisini yeniden inşa ettiğini de görüyoruz.

Bu kısa girişten sonra benim en çok ilgimi çeken konuya, Batı-Doğu karşılaşmasına gelmek isterim. “S” karakterinin zihninde aşktan, akademiye kadar çeşitlenen ve Ali tarafından sürdürülen bir karşılaşma bu. Yazarın bir röportajında dikkat çektiği gibi karşılaştırma değil, karşılaşma. Yazar karşılaştırmanın Oryantalist bir ifade olacağını ve kendisinin Oryantalist paradigmayı eleştirdiğini söylüyor. Aynı zamanda karşılaşma ifadesiyle, yazar, tıpkı bilim ve sanatın hakikatin iki ayrı yüzü oluşu gibi holistik bir bütün halinde var olan bir dünyadan ve Batı veya Doğu’nun yokluğundan da bahsediyor. Bu konuda yazarla yaptığımız sohbette aldığım notlara da dayanarak izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım

Aşkta bu Batı-Doğu karşılaşması üç sahne şeklinde gelişiyor. Birinci sahne, Los Angeles’ta, bir tarafı Los Angeles’ın göz alıcı ışıklarına (Batı), bir tarafı yıldızlı bir gökyüzüne (Doğu) bakan bir bahçe-terası olan, Heat (Büyük Hesaplaşma) ve Mulholland Drive (Mulholland Çıkmazı) filmlerinin mekân ve metafor olarak kullanıldığı evde geçiyor. Diğer sahne küçük bir Avrupa kenti olan ve bir nedenden ötürü “S”nin, “İçinde Avrupa olmayan Avrupa şehri,” dediği Brüksel’de geçiyor. Sonuncusu ise, Malibu’da beklenmedik şekilde Avrupa tarzı bir salaşlığı barındıran bir balıkçı restoranında geçiyor.

Yazarın, Batı ve Doğu’yu holistik bir bütün olarak alması ise, ünlü Annales Okulu tarihçisi Fernand Braudel’e ve sosyal bilimci Immanuel Wallerstein’a dayanıyor: Batı’da 16. yüzyılda sağlamlaşan bir kapitalist dünya-ekonomi var ve dünyanın doğusu dediğimiz kısım da bu dünyaya-ekonomiye yaygınlaşan ve genişleyen kapitalist pazarın bir parçası olarak entegre edilen kısım. Marksist teoriye göre var olan maddedir; bilinç bu maddenin şekillendirdiği şeydir ve bu şekillendirme üretim moduyla, yani üretim biçimi ve araçlarıyla olur. Yani politika, kültür, sanat, din gibi kavramlar üretim araçlarıyla şekillenirken, bu araçlara sahip olan sınıfın da tekelindedir. Üretim moduna altyapı, bu yapının belirlediği geri kalan tüm bu şeylere ise üstyapı diyoruz.

Yazar bu noktadan hareket ederek yaygın olarak, “Batılılaşma” denilen şeyin aslında ekonomik bütünleşme sonucu gelişen bir üst yapı dönüşümü, evrensel bir durum olduğunu ve aslında kavram olarak dahi bu ifadenin oryantalist olduğunu söylüyor. Bunun da ötesinde, yazar örneğin sekülerleşmenin evrensel insan doğasının içkin yapısına, insandaki merak dürtüsüyle düşünme ihtiyacı üzerinden dikkat çekerek, onu Batı’nın tekelinde, sadece Batı’ya ait bir kavram gibi düşünmenin asıl oryantalizm olduğunu iddia ediyor. Bu noktada oryantalistlerle tersine oryantalist dediği oksidantelistlerin (Batı’yı “aşağı” gören İslamcı gelenekler) aynı yere vardıklarını anlatıyor.

“…. İnsanlık için başka bir yol yoktu. İşte bu yüzden, oryantalistler ve tersine-oryantalistler, dünya denilen gezegende, insanlığın vardığı birtakım evrensel uygarlık değerlerini içkin olarak sadece Batı’ya ait ilan ederlerken ve dahi bu değerlerin, Batılı olmayanlara aykırı olduğunu –gerekçeleri ve varmayı umdukları noktalar farklı bile olsa– iddia ederlerken; havada, baş aşağı ve topuklarından birbirine bağlı şekilde asılıyken, birbirlerinden uzağa gerildikçe yukarı kalkıp el ele tutuşan insanlar gibi düşünülmeliydiler” s. 224.

İranlı bir karakter olan Behman’ın San Fransisko’da okyanus manzaralı evinin görkemli salonunda (mekânın tasvirini okurken bu salonda olmak için neler vermezdim, diye düşünüyorsunuz) bir akşam yemeği partisinde geçen diyaloglar işte bu holistik bütün içinde Batı ve Doğu’nun farklı kültürleri (veya Marksist jargonda üstyapı diyelim) üzerine yoğunlaşıyor. Örneğin, Behman bir İran geleneği olan “Taarruf”tan söz ederken, Ali bir Tayland geleneği olan “Yüz kaybetme”den bahsediyor. Ali ayrıca Batı’da dürüstlük ve açıklık normlaşırken, aslında Doğu kültüründe dürüstlüğün normlaşması için gerek ve yeter olan değerler olduğu halde riyakârlığın ağır basması üzerine liberal kurumsal ve Marksist teorileri birleştirerek (böylece yine bir holistik bakış geliştirerek) hayli sofistike ekonomi-politik bir çözümlemeye girişiyor. Bence zor bir karar da olsa, Batı-Doğu karşılaşmasının en yoğun haliyle yaşandığı bölüm bu “Şengün Apartmanı” adlı bölüm diyebilirim.

Zor bir karar diyorum çünkü örneğin Anastasia, Rıza, Ai ve Ali’nin Grand Canyon (Büyük Kanyon) gezisine çıktıkları bölüm olan “Bulantı” adlı bölümde, Ali’nin yazmakta olduğu Rus hikâyesinin karakterleri arasında geçen bir tartışma var. Bu karakterlerden biri, Ali’nin kendisiyle özdeşleştirdiğini hissettiğimiz Sergey Andreyev Kuruzkov. Diğeri ise, hikâyenin bir yan karakteri olan Evgeny İlyiç İvanov. Sergey ilerici bir toplumun ancak, Batı’da seküler devletin Marsilius’un seküler yasası üzerinde mutlak güçle harmanlanarak yükselişi serüveninin bir sonucu olabileceğini söylerken, Evgeny bu mutlak gücün karşısında Ortaçağ birliklerinin otonomisini savunan anarşist bakış açısını temsil ediyor. Bu noktada Ali hikâyeyi yazmayı durdurarak bu durumun Doğu’daki izdüşümünü düşünmeye başlıyor. Dolayısıyla, bu bölümde de epik bir Batı-Doğu karşılaşması yaşıyoruz.

Bir başka örnek ise, “Afife’nin Hüzünlü Gözleri” adlı bölüm. Bu bölümde Ali ve radikal bir solcu olan dayısı Talat arasındaki insanlığın politik geçmişi ve geleceği, yakın zaman siyasetinden Marksizm revizyonlarına ve anarşizme uzanan yoğun tempolu diyaloglar da ontolojik bir Batı-Doğu karşılaşmasıyla şekilleniyor.

Son bir çift örnek daha verelim. Ali’nin rüyasında, bir gece karanlıkta hakikatin peşine düşer gibi İbni Rüşd’ün peşine düşerek Doğu’nun akılcıları Farabi, İbni Sina, Ömer Hayyam buluşmasına ve akılcılığın üstüne bir kılıç darbesi gibi inen Gazali’ye gizlice tanıklık ettiği bölüm: “Kayıp Zaman.” Ali bu bölümde Gazali ve Hume, Gazali ve postmodernizm, postmodernizm ve sofistler, İbni Rüşd ve Kemalist Devrim arasında bağ kuruyor. Kitabın son ve bence en çarpıcı bölümü olan “Kayıp Zaman” bölümünü, ayrıca, başka bir felsefi tartışmanın yer aldığı ve yine çok çarpıcı bir bölüm olan “Bir Pazar Günü Buhranı” bölümüne karşılık olarak değerlendirmek gerekir. “Bir Pazar Günü Buhranı” bölümünde Ali ve “S”, Ali’nin rüyasında, 18. yüzyıl Fransız Devrimi’ne çeyrek kala Holbach’ın evinde bir akşam yemeği partisinde toplanan Spinoza’dan Arthur Rimbaud’a kadar uzanan Batı filozofları arasında, Aydınlanma felsefesinin olgunlaşma anlarından birine tanıklık ediyorlar. Burada küçük bir not: “Bir Pazar Günü Buhranı” bölümünde de Aydınlanma felsefesine, oldukça sıradışı bir biçimde, Aydınlanma’nın gölgede kalmış radikal bilimselliği, hatta ateizme varan derinliği ve ekonomik altyapının kapitalist örgütlenmesi sürecinden bakılıyor. Takdir edersiniz ki bu iki ayrı bölüm de bir arada düşünüldüğünde olağanüstü epik bir başka Batı-Doğu karşılaşması içeriyor.

Son yerine, daha fazla dramatik olmadan (ki Düşüş’ten bahsederken bu çok zor!) şunları vurgulamak isterim. Düşüş hayli önemli, bence oldukça büyüleyici, sarsıcı ve yaratıcı; kısacası, kelimenin tam anlamıyla farklı bir kitap. Seda Ünsar bu ilk romanla karşımıza akademik kimliğinin ötesinde önemli ve farklı bir düşünür ve edebi açıdan güçlü bir üsluba sahip yaratıcı bir yazar olarak çıkıyor. Roman kesinlikle bir çağ romanı, hayatın anlamını ve anlamsızlığını yaşadığı çağda fakat önceki çağlara da uzanarak sorgulayan bir roman; aynı zamanda toplumsal bir roman. Dahası, bu toplumsallık Türkiye’yi içerdiği kadar evrensel de olan bir toplumsallık.

Daha da önemlisi, romanın üslubundaki hem klasik, modern edebiyat hem postmodern edebiyat olguları, ortaya, özgün bir edebi kimlik koymuş. Bir romanda rastlanmayacak derecede yoğun ve sofistike felsefi içeriğinden yola çıkarak ve Nietzsche’nin üstinsanından ilham alarak, Düşüş’ü üst roman olarak selamlıyor; Türk ve dünya edebiyatında sıradışı bir yer almasını umuyorum.

Editör: Onur Özkoparan

Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close