Ben N. Frederic Cuvier, yirmi üç yaşımdayım. Üç yıldır Ecole Polytechnique’te fizik eğitimi görüyorum. Evim, Les İnvalides’in güney batısında, kaldırımsız, taş döşeli bir sokaktaki eski bir şapelin hemen yanı başında bulunuyor. İki katlı. Taş örme. Giriş katında, eski bir birahane var. Pek müşterisi olmayan bu birahaneyi işleten ihtiyar, eski bir zangoç… Ve bira yerine daha çok kokain satıyor. Tanrının kulaklarının artık pek işitmediğini söylüyor. İhtiyarlamış, sağır bir tanrıya inanmaktan ne zaman vazgeçeceğimizi sorup duruyor. Eğleniyoruz. Piposuna kenevir otu basarken iğrenerek yüzümüze bakıyor. Boşalan kupalarımızı ucuz birayla doldururken homurdanarak sövüyor. Uzun kızıl sakalının kılları titriyor. Aynı evi paylaştığım arkadaşım, ihtiyar zangoca “Vieille,” diyor.
Yirmi beş temmuz, pazar akşamı elinde üç şişe bira ve kamışları çoktan atmış örme sepetindeki meyvelerle yanımıza gelen Vieille umutsuz bir şeklide yüzümüze baktı. Çalışma masamıza yaklaşıp altına bir tabure çekti. Zararlı alışkanlıkları ciğerini mahvetmişti. Vebalı bir öküz gibi nefes nefese soluyordu. İkinci bir devrimden bahsetmeye başladı. Biz de çoktan meyve sepetine dadanmıştık. Vieille çok ciddiydi. Oy hakkının elinden alınmasına çok içerliyordu. Biz de elmaları dişliyorduk.
Ev arkadaşım Tocqueville, “Vieille,” dedi, “seni anlamakta zorlanıyorum. Sen biranı sat, otunu iç!”
Vieille oralı olmadı. Bıyıklarını sildi. Bana baktı. Nemliydi gözleri. Bir şeyleri gören gözleri vardı. Onu ilk defa bu kadar ciddi görüyordum. Sakalını kaşıdı.
“Yarın sabah,” dedi. Derin bir nefes aldı. “Belki son kez güneşi göreceğiz. Cezayir halkıyla aynı kaderi paylaşıyoruz.”
Tocqueville masadan kalktı. Perdeyi aralayıp sokağa baktı. Döndü bize baktı. Pencereye sırtını dayadı. Ellerini göğsünün üzerinde bağladı:
“Neden yaşayacağımıza karar vermek ile ne için öleceğimize karar vermek arasında ciddi bir fark var,” dedi. Ellerini çözdü, yıkanmaktan rengi maviden beyaza dönmüş pantolonun cebine soktu. Dudaklarını büküp başını omuzlarının arasına çekti. “Bazen, kendimi gelecek zamanların sofraları için yetiştirilen besi hayvanlarına benzetiyorum. Üzerime sos dökerlerse burjuva yemeği olacakmışım hissi var. Ya da kurutulmuş et. Fakir eti.”
Masaya uzandı. Sepetten bir elma daha aldı. Elmayı sol omzunda silerek temizledi Vieille’e baktı.
“Yeni bir güneş, ancak ölülerin omzunda yükselecek,” dedi.
Gecenin derin saatlerine kadar tartıştık. İhtiyar zangocun bir bar filozofundan öte bir düşünür olduğuna ikna olduk. Bir yanıyla da şair ruhlu bir keşti… Boşalan şişeleri ve sepetini alıp gittiğinde güneşin doğmasına birkaç saat kalmıştı.
Kuru ve sıcak bir yaz sabahına uyandık. Paris boşalıyordu. Parası olanlar kaçıyordu. Borsa sahipleri kimseye borç vermiyordu. İş adamları fabrikalarını kapatıyor, işçiler sokaklara bırakılıyordu. Gelişi güzel protestolar gürültüden öteye geçmiyordu. Journal des Debats, Le Moniteur, Le Anayasanel gibi birçok gazete çok önceden kapatılmıştı. Le National’ın dışında okuyacağımız bir gazete yoktu.
Bu kırılgan direnişin ne olacağına Fransız halkı kara verecekti. Sokaklar, öğütülmüş işsizlerin bağırışlarıyla doldukça Paris sessizleşiyordu. Tocqueville ile baronların, üniversite hocalarının, diğer burjuvanın sokaklarını geziyorduk. Sokakları bomboştu. Paris sessizleşmişti.
Akşama doğru Le National’ın çalışanları da tutuklandı. Elliye yakın gazeteci Le Nationa’ın önünde bağırıyorlardı. “A bas les Bourbons!” Vieille de oradaydı. Bir gazeteci değil, aslında tanrının adamlığını terk etmiş basit bir Parisliydi. Kolundan tutup bir kenara çektik. Rovili caddesine geçtik. Barikatlar kuruluyordu. Vieille hala bağırıyordu. Atlı polisler önümüzden geçmeye başladığında akşam karanlığı koyulaşmıştı. Vieille bağırmıyordu artık, resmen uluyordu.
“Her şey ayaklansın! Her şey! Kaldırım taşları, ezilen kaldırım taşları ayaklanın! Artık hiçbir şey pişirmeyen kararmış tencerelerimiz, kesmeyen bıçaklarımız, kırık tepsilerimiz, çatlamış bardaklarımız! Ayaklanın! Açlıkla karnını doyuran yoksullar, sokaklara sürgün edilmiş işçiler! Korkmayın bu günden daha kötü bir gününüz olmayacak!”
Vieille’yi bi köşeye oturttuk. Barikatlar caddeyi kapattı. Barikata girmeye çalışan bir anne ile küçük kızı atlı polisler tarafından ezilerek öldürüldü. Tanrının istediği kan dökülmüş oldu. Kalabalık ulumaya başladı. Polislerin hemen arkasında bir askeri birliğin karanlık gölgesi birikmeye başlamıştı. Başlarında Dük Marechal Auguste Marmont vardı.
İlk saldıran Parisliler oldu. Paris saldırıyordu. Caddenin en lüks dükkanları yağmalanmasın diye asker ve polislerle sarılmıştı. Kaldırım taşları ayaklanmıştı, çatılardaki kiremitler isyana katılmışlar yağmur gibi; askerlerin, polislerin üzerine yağıyordu. Balkonlardaki saksılar isyan için hışımla sokağa iniyorlardı. Mutfak pencerelerinden et kesmeyi özlemiş kör bıçaklar uçuyordu. Sokak lambaları çoktan patlamıştı. Barikatların birçoğu istemsizce tutuşmuştu. İnsan eti kokmaya başlamıştı. Vieille çoktan köşesinden fırlamıştı. Barikatın üzerindeydi. Yanında Tocqueville vardı. Birlikte kaldırım taşı atmakla meşguldüler. Koştum. Başımın üzerinden mermiler vızıldayarak geçiyordu. Tocqueville’nin yanına geldiğimde dönüp baktı. Yüzünde yanan barikatların alevleri oynaşıyordu. Bağırdı.
“Frederic!.. Bu bir isyan değil!… Devrim! Tacının bir onuru varsa Paris halkıyla barışmalı artık!”
Vieille barikatın önüne atlayıp birkaç kaldırım taşını söküp yanımıza çıktı.
Eliyle askerleri ve polisleri göstererek, “Bak Frederic,” dedi. “Kral ve mareşaller Paris’e gelemiyorlar. Kaçtı korkaklar! Cezayir halkını öldürmek için pek cesaretliler!”
Elindeki kaldırım taşını savurdu. Atlı polislerden birini atından düşürdü. Polis yerde debelenmeye başladı. Atın ayaklarına doğru kan akıyordu. Vieille kahkahayla gülmeye başladı.
“Nerede kral? Adamlar onun içi ölüyor. Prensler nerede? Cezayirli çocukları mı öldürüyorlar yoksa? Ha!”
Elime geçirdiğim taşları, tahta parçalarını atmaya başladım. Polisler geriye çekilip askeri birlik öne geçti. Yayılım ateşi başladığında barikatların üstündekiler sapır sapır döküldüler. Barikatın ardına çekildik, yere uzandık. Vieille, Tocqueville ile aramıza uzandı. İkimizin sırtına dokundu.
“İyi misiniz kurtlar?” dedi, “bakın bir kurt gibi.. Ölümü göze almış bir kurt gibi öleceğiz. Buradan sağ çıkmak bizim için utançtır unutmayın. Şimdi o komutan denilen avcı köpeğine bir kurda saldırmak neymiş göstereceğim! Onun boğazına dişlerimi saplayacağım!” Ayağa kalktı. Slogan attı. “Mort aux Ministres! A bas les aristocrates!” Tekrar aramıza uzandı. Sakalları yere değiyordu, nefesi yerden toz kaldırıyordu. Kurşunlar barikatları parçalamaya başlamıştı. Üzerimize tahta parçaları düşüyordu. Buradan sağ çıkmamız mümkün değildi. Bir ceset üzerime düştü. Cesedi üzerimden indirdim. Bir kadındı. Mermi göğsünden girmiş, kürek kemiğini parçalayarak çıkmıştı. Elinde bir bıçak vardı. Kendi kanı bıçaktan damlıyordu.
Kalkıp dizlerimin üzerinden barikatın ötesine baktım, Vieille ve Tocqueville ellerinde balta, muhafızlara doğru koşuyorlardı. Bir mermi sağ kolumun bileğine saplandı. Tuhaf bir sıcaklık kolumdan omzuma doğru yükseldi ve bütün vücudumu sardı. Acısını henüz hissetmiyordum. Sağımdan solumdan açlığın, yokluğun çıldırttığı insanlar nefretle bağırarak geçiyorlardı. Açlığın pişirdiği insan korkusuz olurmuş! Birazdan içlerinden birilerinin de öleceğini bilen Paris halkı yoldaşlarının cesedini çiğneyerek muhafızların boğazına çıplak elle sarılıyorlardı. Bir muhafız veya polis ölmeden önce en az on Parisliyi öldürüyordu. Ara sokaklardan caddeye, ölmek için gelen insan akıyordu. Muhafızların gözlerinde korku büyüyordu. Ölmekle tükenmeyecek bir halkın elinde mavi, beyaz ve kırmızı renkten bayraklar vardı. Yerden aldığım bir bayrakla bileğimi sardım. Barikatın önünde cesetlerin üzerinden atladım. Vieille ve Tocqueville’yi aradı gözlerim. Vieille kalabalığın içinden bir cesedi ayaklarından tutmuş sürüyerek getiriyordu. Koştum. Tocqueville’nin yüzü parçalanmıştı. Beyni burun boşluğundan çenesine akıyordu. Kollarından tutup barikata kadar taşıdık. Vieille’e baktım. Sakalları kan içindeydi. Gözleri çakmak çakmaktı. Dudaklarını geveleyip duruyordu. Bağırdı: “Bekle!” barikatının ötesine fırladı, karanlıkta kayboldu. Tocqueville’nin başına çöktüm. Nasıl öleceğine karar veren arkadaşımın ince ellerinden tuttum, inanmak istemediğim tanrıyı düşündüm.
Ne vakit geçti, bilmiyorum. Bir kadın, kendi bankalarını korumaya gelen İsviçreli muhafızlara bağırıyordu. “Ülkeniz için mi yoksa size ait olmayan paralar için ölmeye geldiniz? Defolun ülkenize!” Bir İsviçreli muhafızın kafasına hemen tepemizdeki balkondan bir tuğla inince diğerleri silahlarıyla kaçtılar. Sefil asker, başı kesilmiş tavuk gibi çırpınarak öldü.
Bir el omzuma uzandı. Döndüm. Vieille, bir eliyle belini tutuyordu. Diğer elini açıp bana uzattı. Avucunda Marechal Auguste Marmont’un apoletleri vardı. “Al!” aldım. Kanlıydı. Vieille dizlerinin üzerine düştü. Ellerini Tocqueville’nin soğumaya başlamış cesedinin üzerine koydu. Eğildim. Bana baktı. Gülümsedi.
“Genç adam adam,” dedi. “birkaç saate kadar güneş doğacak. Sen güneşi görmelisin.” Öksürdü. Kan tükürdü. Bıyığını sildi. Bana baktı önce, sonra arkadaşının cesedine.
“Bir ihtiyardan dinlemiştim,” dedi, “eskiden güneşin de şarkıları varmış. Güzel şarkıları… Rüzgâr güneşin şarkılarını çalmış. Her sabah kuşlar, güneş doğsun diye ona çalınmış şarkılarını söylüyorlar. Artık o şarkıları dinleyerek uyanamayacağım. Ama sen dinle genç adam!.. Paris’in şarkılarını çaldılar. Ülkemin şarkılarını. Hırsızlar! Şimdi de Cezayirli çocukların, kadınların şarkılarının peşine düştü bu alçaklar! Paris’in kurtuluşu uzak ülkelerin kurtuluşundan geçiyor Frederic! Gidin kiliselerin saatlerini, devlet binalarının saatlerini, okulların, bankaların saatlerini parçalayın. Kendi zamanınızı gösteren saatler asın. Onların zamanlarından çıkın! Kendiniz için ölmeyin genç adam. Güneşe şarkı söyleyin!”
Başını iki yana salladı. Dirsekleri büküldü. Yüzü Tocqueville’nin göğsüne düştü. Yumruklarını yumdu, açtı. Doğruldum. Göğe baktım. Gecenin koyuluğu mavileşiyordu. Birden sessizlik çöktü. Ürkütücü bir sessizlik… Uzaklardan karatavukların ötüşleri duyulmaya başladı. Güneş uyanıyordu.
Lokman Baybars
- Terazinin Karanlık Kefesi - 8 Aralık 2024
- Çeviri Öykü | Dehliz (Mohsen Towhidian) - 31 Ekim 2024
- Erman Gören’le Ilias Çevirisi Üzerine Söyleşi - 20 Temmuz 2024