Yazar: 17:00 Öykü

Can Çiçeklerim

Gücüm yetse inan, becerebilsem
Tenimi bile soyunurum yüreğimden.
Şükrü Erbaş

Telefonun korkunç alarm sesiyle gözümü açtığımda güneşin kapalı perdeler ardında doğmuş olduğunu anladım. Yine de odanın içi mavimsi bir renkteydi. Çeneme kadar çekmişim yorganı. Alarm sesi susana kadar tavanı izledim. Sustu. Gözlerimi kapattım. Üç dakika sonra yeni bir alarm çaldı. Gözlerimi kederle açıp yine tavana diktim. Yorganın içinden tüysüz, bembeyaz bir kol çıktı, komodinin üzerine uzandı ve telefona dokundu. Kahırla öten alarm sustu.

Yorgan sol tarafımdan çekildi. Havalandı. “Kusura bakma, alarmı iptal etmeyi unutmuşum,” dedi.

Sevgilim benden birkaç yaş büyüktür. Onun kaç yaşında olduğunu bilmiyorum, fakat ben yirmi ikiyim. Ona kalırsa bir sorun yok, hoş, benlik de bir sorun yok. Ama klasiktir: aileler ne der bu işe? Öyle sıkılıyorum ki bu baskıdan, bir gün hiç kimseye bir şey söylemeden, sevgilimin ellerinden tutup gideceğim, hem nereye? Bir aydır öğrenmeye çalıştığım Almancamla Almanya’ya mı?

Kahvaltıdan sonra koltuğa uzanıp kitap okurken odaya tepsiyle geldi. Tepsinin üstünde birer çay vardı. Toparlandım. Yanıma oturdu. Kitabı sehpanın üstüne bıraktım. Yüzünde beliren tebessümden bir şey anlatacağını anladığım hâlde sormadım. Az çok tanımıştım onu. Bir aydır konuşuyorduk ve bir haftadır onun evinde kalıyordum. Dersler olmasa, kıyafetlerimin hepsi burada olsa, ne okula gideceğim ne de kendi evime. Kendi evim, tek bir odadan oluşuyor. Ev. Alışkanlıktan. Apart odası aslında. Ne zaman yüzünde şimdiki tebessüm kendini ele verse, muhakkak bir şey anlatacağı tutar. Sormam. O anlatır.

“Hazırlan, haftaya cumartesi Bursa’ya gidiyoruz.”

Boğaz’ın serin havasını soluyarak yürüyoruz yan yana. Ben tekmil düşünceliyim. Nereden çıktı, diyorum. Şimdi anneye babaya tanıtılacak zaman mı? Hele bir de ortada ciddiye alınacak bir yalan varken, bu baskının altından nasıl kalkabileceğim? Bir yandan yürüyor, bir yandan düşünmeye devam ediyorum. Yirmi altı olmuştum birdenbire. Seviniyorum, sormaya çekindiğim sevgilimin yaşını da öğrendim diye. Ayazağa’da …bankasının şube müdürüyüm. Ailesine neler anlattığını anlatıyor ara ara.

Neden ailesi hakkında soru sormadığıma sitem ediyor. Amacım kimseyi kandırmak değil. Zaten emrivaki ve kopya bana göre kelimeler değildir.

Sabah işe giderken akşam evde olup olmayacağımı sordu. “Bilmiyorum,” dedim. “Okula ve eve gitmem lâzım. Üç gündür aynı kıyafetleri giyiyorum. En azından kıyafetlerimi değiştirmem gerekiyor.”

“İstersen eşyalarını buraya getir.”

“Getiririm bir şeyler,” dedim.

“Yatağı falan toplama sakın,” dedi tehditkâr bir ses tonuyla. Bir süre göz göze kaldık. Acaba, git, mi demek istiyordu? Sonunda tebessüm ederek, “Beceremiyorsun,” diye takılıyor.

Aynı yatakta yatmamıza rağmen öpüşmenin ötesine geçmedik. Çünkü bunu istemiyorum. Beni sinirlendirmek ve tahrik etmek için “Senden başka iki kişi daha yattı bu yatakta,” bile dedi. Ne tepki vereceğimi ölçtü. Sakin kalmaya özen gösterdim. Ama içimi kemiren bir kaygıyla o sıra neyle ilgileniyorsam, ilgilenmeye devam ettim. Sevgilim anlam veremiyor buna. Ama bekliyor. Her gece elimden tutup yatağa götürüyor. Uyuyuşunu seyrediyorum. Nefes alışını. Daha önce başka bir sevgilime görmeden söylediğim bir sözü ansıyorum bu sırada, “Seni uyurken seyredebilmek Allah’ın varlığına kanıttır sevgilim.” Söylemiyorum bunu ona.

Akşam onu bana tıpış tıpış getiren bekleyişime seviniyor. Film izliyoruz. Şükrü Erbaş’ın şiir kitabından okumam için şiirler seçiyor. Ona Çığlık şiirini sesimin beğendiği tonuyla okuyorum.

“Yarın ben gelmeyebilirim,” dedim yatacağımız sıra. “Saat kaçta çıkarız yola, ben bilet işini halledeyim.”

“On bir uygun mu sana?”

“Fark etmez.”

Sabah evden beraber çıkıp metroda ayrıldığımızda başlıyor hasretlik. Bana ne olduğunu sorguluyorum. Bir çocuklu ailenin tam karşısındayım. Karşıdaki camdan zaman zaman kendi yansımama, zaman zaman da aileye bakıyorum. Ben Vezneciler’de iniyorum. Onlar kalıyor. Kantinde, derste ve evde uzun zamandan beri ilk kez yalnızlık duyuyorum.

“Çok beklettim mi?”

“Biraz,” dedim. “Beklemek sorun değil de, hava çok soğuk.”

“Taksi gelmeyiverdi. Kusura bakma gerçekten.”

Akşam yemeğinin yanında içtiğimiz şaraptan mıdır, nedir, hemen uyumak istiyorum. O ise oturmak, sohbet etmek, kitap okumak, kitap sipariş etmek; kendisine şiir okumamı istiyor. Okumakta olduğum kitabı gösterip şiir teklifini reddediyorum. Bu sefer o başlıyor, yüksek sesle okumaya. Onu dinlemezden gelip devam ediyorum kitabıma. Gözlerim ha kapandı, ha kapanacak.

İki oda yanda öten telefonun alarm sesiyle açıyorum gözlerimi. Üzerimde bir battaniye. Akşam okuduğum kitap yerde. İlk kez kitap okurken uyuyakaldığımı tahmin ediyorum. Alarm sesi susunca sağıma dönüp tekrar uyumaya çalışıyorum.

Eve gitmeye karar veriyorum. Uyanınca çıkıyorum. O akşam, haber vermeden ona gitmediğim için bana kızıyor. Yarım saat sorumsuz olduğumu anlatıyor; bir haber vermenin zor olmadığını, insanların insanlara her zaman ihtiyaç duyduğunu da.

Ertesi gün yine gitmiyorum. Bu sefer haber verdiğim için beni anlıyor. Oysa gitmek için ayaklarım istekli. Ertesi gün müdiresi olduğu alışveriş merkezine gidiyorum. Öğle arasında evinin anahtarlarını alıyorum. Onu herkesin içinde öpmeme seviniyor. Biraz da mahcup oluyor. Çünkü yirmi altıyı göstermiyorum.

Şaşırsın diye, gelmesine yakın çorba ve makarna yapıyorum. Gerçekten şaşırıyor da. Dolapta gecenin birinden kalma şarabı bardaklara doldurup film izlemek için televizyonun karşısına geçiyoruz. Film devam ederken öpüşmeye başlıyoruz. Film devam ederken öpüşmeyi sürdürüyoruz.

İlk kez gemiyle seyahat ediyorum, tabii Kadıköy/Üsküdar-Beşiktaş/Eminönü vapurlarını saymazsak. Havanın soğuğuna boş verip dışarıda oturuyorum, yalnız. Muhtemelen üç saat sonra aile ile tanışacağım için heyecanlıyım. Biraz sonra da Sibel gelip beni içeri alıyor. Yuvayı dişi kuşun yaptığına bir kez daha tanıklık ediyorum.

 Babası karşılıyor. Elini havada yakalıyorum. Belli etmeden süzüyor. Göz göze geldiğimizde içimi korku kaplıyor. Arabasına götürüyor. Yolda konuşmuyoruz. Annesi candan bir kadın. Elini öpmeme müsaade ediyor. Babası reddetmişti. Sibel’in on beş yaşlarında benle aynı boydaki kardeşi, babası gibi ciddi, elimi sıkıyor. Yemek yiyoruz. Annesi güldürüyor. Sibel konuşkanlığını annesinden almış. Gevezelik değil. Asla boş konuşmuyorlar. Babası tebessümle katılıyor sohbete. Üzerime çok gelmiyorlar yemek masasında.

“Banka müdürüymüşsünüz Kemal Bey,” diye yokluyor babası.

“Evet efendim,” diyorum.

Çaylar içilirken terletiyor: “Faizleri de arttırdılar. Ne olacak hâlimiz dersiniz?” Sibel araya girmese saçmalayacaktım. Devam ederken zaman, senlibenli oluyoruz. “İktidar eskisi kadar güven vermiyor, sence de öyle değil mi Kemal?”

Öykü toplamak için kahvede oturduğum günlerde duyduğum beylik lâfı satıveriyorum: “Ülkemizde muhalefet olmayınca iktidar da böyle oluyor, Sait amca.”

Aynı evde farklı odalarda yatıyoruz. Sabah oluversin de gideyim istiyorum.

“Babam seni çok sevdi bence,” diye sokuluyor sevgilim. Dönüşte hava epey soğuk. “Nereden anladın?” diye soruyorum. “Babalar kızlarından duygularını saklayamazlar. En azından benim babam.”

Kapıda başlıyoruz öpüşmeye. Yatak odasına gidiyoruz. Montunu çıkartıyorum. Elbisesini çıkartıyorum. Yanına uzanıyorum. İlk kez beraber oluyoruz.

“Ya yanılıyorsan?” diye yana devrilirken soruyorum soluk soluğa. “Ya sevmemişse, yalan söylediğimizi anlamışsa?”

Sarılıyor, “Yanılmıyorum,” diye ısrar ediyor. Öpüyor. “Bir daha,” diyor.

Mutfakta kahve pişiriyor bana. İzliyorum. Babasını anlatıyor. Neden yanılmadığını söylüyor. Beni ikna ediyor. Sevgilim akıllı. Sevgilim beni seviyor. Gözlerinden ve sözlerinden cesaret alıyorum işte o zaman.

“Hiçbir şey sormadan benimle gelir misin?”

Aldığı yudumu yuttuktan sonra yanıtlıyor: “Nereye?”

“Sorma, demiştim. Ama bilmiyorum. Almanya olur, İngiltere, Amerika.”

Ne dediğini anlamadım. Ama yüzündeki o sıcak ifade kayboldu. Bir pot kırdığımı anlıyorum. Lâfa nereden başlayacağımı bilmediğimden susuyorum. O da bir şey demiyor. Kahveleri içiyoruz.

Gitmekten bahsetmem onu üzdü. Benimle konuşurken soğuk davranıyor. Yatağına çağırmıyor. Ben gidersem kayıyor. Sarılmama müsaade ediyor, ama öpmüyor. Ben hâlâ ne diyeceğimi bilmiyorum.

Kendi evime gidiyorum. Aramıyor. Mesaj atmıyor. Okuduğum şiirlere teşekkür ediyor. Kendimi bok gibi hissediyorum. Kelimenin tam anlamıyla; treppenwitz! O an başka bir şey söylemeliydim, başka davranmalıydım.

Okula gitmek üzere hazırlanırken mesaj atıyor, iş çıkışında benimle konuşmak istediğini söylüyor. Okula boş veriyorum. Ve bana yarım saat yürüme mesafesinde olan iş yerine gidiyorum. Görünce şaşırıyor. Yürüyerek geldiğimi anlıyor. Soğuktan kıpkırmızı olduğumu, hastalanacağımı fark ediyor. Bir müdireye yakışan hareketlerle çalışanlara selâm verip çıkıyor. Sokuluyor iyice. Taksi durağına geldiğimizde “Bana gidelim,” diyor. Kefeliköy’e yaklaştığımızda iniyoruz. Biraz bankta oturup oturamayacağımı soruyor. Ben ne derse olumlu yaklaşıyorum.

O da üşüyor. Birbirimize sokuluyoruz. Gülümsüyor. Lâfa girecekmiş gibi bakıyor. Sormuyorum.

“Küçük çocuklar gibi sürekli gitmekten bahsediyorsun ya, ben gelemem,” diyor. Yüzündeki tebessüm birden bozuluyor. Ben sakin kalmaya çabalıyorum. “Ama şairimizin dediği gibi ‘gelişin hayata bağlıyor beni / anlıyor musun / zaman yarat ve uğra…’” Yüzüne çok yakışan o tebessümü yeniden takınıyor. Bu sefer ben de ne diyeceğimi biliyorum:

“Can, çiçekleri olmadan nedir ki?”

Hava kara. Soğuk.

22 Kasım 2018; 4. Levent

Not: Bu öykü, 2019 yılında canım Sarıyer’in Simas dergisinin Mart-Nisan sayısında da yayımlanmıştır.

Mete Karagöl
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close