Yazar: 17:59 Anlatı

Çalılar ve Çırpılar

Çalı çırpı topla. Yığ sahilin bir kenarına. Çakmağı çak, ateşe ver. Çıt çıt çıt. Otur sandalyene, en sevdiğin türküyü aç. Hiçbir zaman tek bir türküyle yetinemedin, sonunu bekleyemedin. Yeryüzü senin kulağın olsaydı eğer, köyde oğluna ninni mırıldanan ana ile alkışlarla kendinden geçen bir piyanisti aynı anda dinlemek isterdin. Arkanda bıraktığın yol ayrımındaki o kimliksiz gölgeden sana yadigâr kalan hırkayı attın omzuna, hava çok soğuk. Denizden esiyor rüzgâr. “İmbat” derler adına. Topladığı bütün son nefeslerle birlikte, hırkanda olması gereken o kokuyu önüne katıp götürürmüş imbat. En azından öyle umuyorsun. Koku kendiliğinden yok olamaz, çünkü senin burnunda. Sen hayal edebiliyorsun kokuyu, şöyleydi diyorsun. Biraz da böyleydi. O koku, burnunda sızısını hissettirebileceği yere kıvrılıyor haylaz bir kedi gibi. Tam yaka kısmında gri baklava desenli hırkanın. Soluyorsun usulca.

Bir yerlerde okumuştun yıllar önce: İnsan beyni o kadar güçlüymüş ki ne kadar zaman geçerse geçsin aldığı kokuyu anımsar, yerleştirirmiş hatıralarına. Bu yüzden ne zaman bir hatıranın içinde kaybolsan, koku da senin peşinden gelirmiş. Tahtaları yere bastıkça gıcırdayan evinin sofasında mı oturuyordun? Bahçede mavi leğenler içinde asırlarca güneşte bekletilen salçanın geniz yakan kokusu peşinde. İki kez çekilmiş türk kahvesi mi içiyordu yorulan sevdiklerin? Gar kahvesi değil, onun aroması çok ağır gelir. Bir kahkaha mı patlatıyor sana can veren kadın? O sesi her zaman sevdin. Ya da düştün mü hendeğin ta içine? Sırt üstü yatıyorsun, burnunda ceviz kokusu. Korkmuşsun, birazdan yağmur başlayacak. Islanacak diz boyu otlar. Doksanlardan kalma çarıkların altında ezilecek, çığlıkları yerine baygın kokularını çekeceksin otların, içine nefesinle. Hendektesin, hani o ağlamayı unuttuğun hendekte. Kim kurtaracak seni? Olsun varsın, sen her zaman çukurlardan çıkarsın.

Çalı çırpılar tutuştu. Birkaç adım ötende tüm heybetiyle Akdeniz uzanıyor olmasaydı eğer, ateş seni yutuverecek diye korkardın. Alevlerin turuncusu şimdi esmer teninde. “Bronz değil, diye altını çizerdin sorduklarında. “Bir Akdenizli bronzlaşmaz, kararır,” diye de eklerdin. Özlemle, biraz da utançla taşırdın geçmişindekilerden sana kalan her bir parçanı. Saçların, sade kahverengi gözlerin, ince dudaklarınla öylesine bir insandın. Sırtını aynalara dönerdin, kameralardan kaçardın. Kendini gördüğün hiçbir yansımaya gerçek gülümsemeni sunmadın. Sende görmek istedikleri neyse o oldun, oldun olmasına ama yine de aynalara bakamadın.

Ama bazen, sadece bir anlığına, varlığınla gurur duyardın. Vücudundan söküp attığın her minik pıtırak için, kucaklardın kendini kendi kollarınla. Kendi omzunu sıvazlar, yükünü indirirdin sırtından. Güneş tam tepende, yerde heyben, elini alnına yaslar; yolun sonunda acaba gölgelik var mı diye bakardın. Soğuk su ikram edenler olurdu testide, kana kana içerdin. Boğazından akar gider, yüreğini de beraber soğuturdu kuyu suyu. Kimisi şapka takardı kafana, güneş geçmesin diye başına. Ama sonra hepsi geride kalır, el sallarlardı sana. Gölgeliğe gitti, derlerdi. Bilmezlerdi ki sen nerede durur da inşa edecek olursan kendini, orası gölgeliktir sana. Sen de bilmezdin. Yolda öğrendin.

Çalı da söndü, çırpı da. Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşlemek ölümü. En sevdiğin türküyü okudu Livaneli, türkü bitti. Dalga sesleri çıtırtı seslerini de yuttu, bir gün bütün evreni yutacağı gibi. Öyle ya; bir şehir yılandan, bir şehir yalandan, bir şehir de selden yok olup gidecek derlerdi efsanelerde. Cahil kız, sen bu üç şehrin tam ortasındasın, bilirsin. Üç laneti de taşıdın damarlarında. Boğazına dolanıp seni boğan yılanlar, yalan söylemediler mi sana? Tırnaklarınla kazımadın mı derine zuhur eden acı zehri? Bereket, talimliydin. Panzehrini hep kendinden verirdin.

Hala aynı yerdesin. Sandalyen, sırtında hırkan, imbat ve küller. Akdeniz uzanıyor hala sevgilisi dolunayın kollarında, usulca. Kavgaları bitmiş sonunda. Dalgalar da sakinlemiş, çığlıkları ağrıtmış başını. Başka bir şey değil de şu başın ağır geliyor bedenine. Saç tellerin sanki beyninin içine doğru uzuyor, aklındaki her şeyi kavrıyor ve gittikçe yok ediyor seni. Omuzlarını silkip gülüyorsun kendine sonra. Uykun gelmiştir, uykun diyor zihnine gömdüğün bir ses. Hala aynı yerdesin. Bu sefer çalı da sönmüş, çırpı da.

Editör: Elif Türkoğlu

Çisem Arslan
Latest posts by Çisem Arslan (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close