Yazar: 18:00 Röportaj

Bir Yazar – Beş Soru: Selman Dinler

Selman Dinler kimdir? 

1981 doğumlu, Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli hallerine maruz kalmış, çocukken babasını kitap okurken görmek ve futbolda kendi kalesine imkânsız pozisyonlardan gol atacak kadar yeteneksiz olmak gibi birtakım maluliyet ve travmaların sevkiyle Suç ve Ceza’yı ortaokulda okumak kabahatini işlemiş, bir bakıma suça itilmiş bir çocuktur. Ama ne olursa olsun o, mağdur edebiyatından hoşlanmaz ve kurban rolünü reddeder. Krizi fırsata çevirmek, hastalığını kelimeler saçarak topluma da bulaştırmak maksadıyla okurluktan yazarlığa terfi etmiştir. Başka? Selman Dinler, masada yazar, sahada mühendis, salonda uyumlu bir koca ve mutfakta maharetli bir bulaşıkçıdır. Ayrıca gözümüze batan pek çok falsolu yanı olsa da kendisinden üçüncü tekil şahısla isim soy isim bahsetmeye daha fazla devam edecek tıynette megaloman ve şuursuz bir kişi değildir. Bu nedenle Selman Dinler, bir sonraki cümleyi birinci tekil şahısla yazacak.  

Kendime dışarıdan bakmaktan dönüşte, benliğimin içine oturup kendi gözlerimden dışarı ben olarak bakmak her zaman sarsıcı, keyifsiz bir deneyim oldu benim için. Bu yüzden kendimden dışarı çok sık çıkmamaya özen gösteririm. Ne var ki yazarlık, dünyaya hem kendin hem de bir başkası olarak bakabilmeyi gerektiriyor. Kendi içine gönüllü sürgün olmuş konforun esiri kişilerin yazarlık niteliği tartışılır.  

Soruya dönecek olursak ben, güzel Sakarya’mızda bir kamu kurumunda mühendis olarak çalışan, bir yandan da edebiyatla iştigal eden, sorulara imkân bulabildiğim zaman dolaylı ve saptırıcı yanıtlar vermekten hoşlanan bir insanım.  

Alelade Felaketler isimli öykü kitabınızı neden yayımladınız? 

Öncelikle bunun için özür dilemeyeceğim. Herkes neler neler yapıyor, ne berbat kitaplar yazılıyor. Ben de kimseden geri kalmamak, yazdığım öyküleri kalıcı, tüketilebilir ve hediye edilebilir bir formatta somutlaştırmak için kitabımı yayımladım. Bunun beni “taç giyen baş akıllanır” vecizesince gerçek bir yazar kılarak daha sorumlu ve üretken bir hayat sürmeye iteceğini de umdum. İnsanlar bana “Yazar” diye hitap ettikçe yazmadığım her günün bir utanç kırbacı olarak sırtımda şaklaması için bir hamle de diyebiliriz. Yani bu kitabı, buna benzer başka güzel kitaplar da yazabilmek için yayımladım en temelde. 

Neden okuyorsunuz? 

İnsan olmanın en temel gereksinimlerinden biri okumak benim için. Doğuştan böyle değildim elbette, sonradan buna dönüşüyor insan. Beynimi beslemek, ruhumu teskin etmek, eğlenmek ve duygulanmak için her gün bir şeyler okurum. Bazen zihnime sıkı bir antrenman yaptırarak onu yormak, bazen de yorgun zihnimi küçük esneme hareketleriyle gevşetip dinlendirmek için okurum. Fakat en temelde her zaman okumaktan keyif aldığım için okudum. Tabii yazmayı ciddiye aldıktan sonra okumalarım daha amaca yönelik oldu. Bir süredir piyasada neler var, kimler ne yazıyor merakıyla okuyorum. Okuduklarımdan beğendiklerimi öne çıkarıp başka insanlara da ulaşmasını istiyorum. Neler yapmam ve nelerden uzak durmam gerektiği konusunda görgümü ilerletmek için okuyorum. Başkasının çuvallamalarını görmek daha kolay, yani iyi yazarlar kadar kötü yazarlardan da bir şeyler kapmaya çalışıyorum okuyarak.  

Neden yazıyorsunuz? 

İnsanın içinde bir şeyler üreterek mutlu olmaya dair bir kod var. Mağara resmi, tabure, el örgüsü bir kazak ya da cheesecake. Bunları yapıp karşıdan izlediğimizde kendimizden bir parçayı dünyaya armağan etmiş gibi seviniriz. Tüketerek de mutlu oluruz fakat üreterek elde edilen mutluluk daha uzun ömürlüdür ve başkalarının iltifatını davet eder. İyi yazılmış bir yazı da beni sevindirir. Bunu okuyup zihni kıpır kıpır olacak, ani dönüşlerde içi hop hop edecek, gerilimli yerlerde nefesi sıklaşacak ve grotesk sahnelerde ağzı şaşkınlıkla açılacak iyi kalpli okuru düşünüp, onu mutlu ettiğimi hayal ederek mutlu olurum. Okurla oynamak, kafasını karıştırmak, merakta bırakmak, içine fark etmeyeceği düşünce tohumları ekmek hoşuma gidiyor.  

Sadece başkaları için mi yazıyorum? Kimse okumasa da yazar mıydım? Yani yazılarımın ilk okuru ben olduğum ve benzer bir okuma hazzını kendi yazılarımdan da aldığım için, evet, yazardım. Fakat pek az yazardım.  

Hayatın amacı sizce ne olmalı? 

Yani bu soruya tartışılmaz ve kesin olarak ispatlanacak kadar net bir cevabım olsa, herhalde onu size bedavaya vermezdim. Bir kişisel gelişim kursu veya butik ve niş bir tarikat şubesi açar, keyfime bakar, Mercedes’imin üstüne gül yaprakları serpen minnoşların yanaklarından makas alarak ufka doğru dört köşe uzaklaşırdım.  

Ama öyle bir cevabım yok, o yüzden içim rahat bir şekilde sahip olmadığım cevabı size vermeye çalışayım çünkü el kesesinden ağalık yapmak çok zevklidir. Bence hayatın amacı, kendinle, toplumla barışık ve dengeli bir yaşam sürmektir. Bu çelişkili bir önerme biliyorum, insan hem kendisiyle hem de toplumla nasıl barışık olabilir? Toplum bizden başka biri olmamızı ister, malum. Ona istediğini vermediğimiz kadar kendimiz oluruz. Kendimize ihanet etmedikçe toplum bizi kabul etmez ve topluma ihanet etmedikçe de kendi benliğimizi kuramayız. Yine de her şeyin zıddı kendine evrilir ilkesince, toplumun tam tersi olduğumuzda onun fotoğrafı oluruz ve yine kendimiz olamayız, dersem, bilmem ki toplumla bir uzlaşma noktasına razı olmanın suçunu sırtımdan atabilir miyim? Tam olarak değil, bunu görebiliyoruz. Cümlelerimin özür tonu ve mantıksal cılızlığı suçluluk duygumu ele veriyor. Fakat her halükârda bir ara formül bulmak zorundayız. Toplumla bir yerde uzlaşmayan kişi aşırılığın pençesine ve sefil hallere düşer. Yani her ilişkide olduğu gibi toplumla ilişkimizde de daimi bir pazarlık ve geçici sulh anları birbirini takip eder, etmelidir. Kendimizi kurmak için bir dış güç olarak topluma ihtiyacımız vardır desem, eh bir yere kadar doğru sanki. Sözünü ettiğim barış elbette iki savaş arasındaki huzurlu dönemi işaret ediyor. İlk cümlemdeki asıl önemli kelimeyse, denge. Dengeli ve sürdürülebilir bir çatışma bizi diri tutacaktır. Toplumla köprüleri tamamen atmak bizi bu değerli çatışmadan mahrum bırakır. Yani uzun lafın kısası, insanı toplumsal bir canlı olarak görüyorum. Hayatın amacı ifadesini de insan hayatının amacı olarak anlıyorum.  

Bu kısırdöngüden çıkıp daha geniş bir çerçeveden bakacak olursak, hayatın amacı nedir sorusu, hayatı nasıl yaşamak gerek sorusunun kardeşidir. Bunun genel kuralları çeşitli öğretilerde ortaya konulmuş. İnsanlığın ortak mirası olarak gördüğüm dinler, felsefeler, türlü coğrafya ve toplumda ortaya çıkmış yaşam biçimleri bazı ilkelerde büyük oranda mutabık. Kötülük etme, iyi insan ol, başkalarına yardım et, doğayla ve bedeninle uyumlu yaşa vs. vs. Onların ortak havuzundan ihtiyacımız kadar su alabiliriz. Dogmalardan dogmatik olmamak kaydıyla faydalanmak taraftarıyım.  

Ama bu yetmiyorsa, bize yetmediği aşikâr, Maslow’un “kendini gerçekleştirmek” dediği topraklara da adım atmak lazım. Burada insan kendi potansiyelini, yeteneklerini, amacını kendi keşfetmeli ve onun için mücadele etmeli. Bunların ne olduğunu da ancak kendisi belirleyebilir. Yani hayatın amacı, ona yüklediğimiz anlamla belirginleşir. Bunu da bize kimse söyleyemez. Kendimiz uydurmak zorundayız.  

Editör: Gizem Bozkurt

Visited 23 times, 1 visit(s) today
Close