“Sevdim, sevildim, saydım, sayıldım. Tekrar dünyaya gelsem yine Zeki Müren olarak yaşamak isterim fakat; Zeki Müren olmak zannedildiği kadar kolay olmadı.”
Ne siyah olabilecek kadar karanlık ne beyaz olabilecek kadar sıradandı o. Dünyayı kendi renkleriyle gördü tüm dünya da onu bu renklerle görsün istedi. Sanatın güneşi, halkın paşası, dertlilerin dertlisi, aşıkların aşkı oldu. Bursa’da yıldızların altında geçen çocukluğuyla, seven ne yapmaz diyerek İstanbul’a taşan tutkusuyla, plaklardan inleyen nağmeleriyle, şarkıların gözünü kör eden sesiyle yıllarca onu böyle bildik biz… Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinledik…
Bir Kağıt Plak Gibi İçimde Hatıralar
6 Aralık 1931’de Bursa’nın Tophane Mahallesi otuz numaralı evinde tüm ahaliyi ayağa kaldıran bir şenlik yaşanır. Zeki’nin doğumuyla sardunya çiçekleri ile bezeli havuzlu evin yalnızlığı sona ermiş, kereste tüccarı Kaya Bey ve güzeller güzeli Hayriye Hanım’ın yaşamları yeniden anlam kazanmıştır.
Bahçenin orta yerindeki sahnesi, kağıtlardan yuvarlak keserek yaptığı plakları, izlediği tiyatro oyunları sonrasında eline aldığı mendil, başına geçirdiği eşarpla, kibrit kutusunun ucuna sicim bağlayarak yaptığı mikrofonuyla sanatla, aşkla büyür Zeki.
Her gün sokağın başında babasının işten dönmesini bekler, parayı alır almaz da doğru bakkala rakı almaya koşardı. Hayriye Hanım’ın mezeleriyle renklenen sofraya, Zeki’nin babasının kucağında söylediği şarkıları eşlik ederdi. Büyük bir hayranlık beslerdi babasına, söylediği şarkılarla ruhuna ortak, neşesine sahip olmak isterdi, başaramazdı. Ne zaman ki anason kalkardı masadan, Zeki de ayrılırdı babasından. Baki olmazdı sohbetleri, berraklığını suyla kaybeden bir kadehe sığdırırlardı yalnızlıklarını. Büyüdükçe duyguların adı değişse de hissettirdiği tuzlu tat hiç değişmedi. Babasının her akşam içtiği rakı, ömrü boyunca en sevmediği içki oldu.
Taktığı gözlükleri kırılmasın diye mahallede top oynaması, koşturması yasaklandı. Bu durum onu bir an olsun mutsuz etmedi. Mahallede tanıştığı arkadaşlarıyla sokakta oynamak yerine, giydirdiği bez bebekleri, söylediği şarkılarla kendi dünyasıyla tanışıyordu.
Yalnız geçen çocukluğunu kalbinin şen bülbülü Müzeyyen Senar’la doldurdu zamanla. Tüm plaklarını alarak, radyoda dinlediği şarkılarının sözlerini defterine yazarak, minik kalbine nice nağme sığdırdı onunla. Baktı ki çocukluk aşkı Ayten’in yeşil gözlerinden daha çok düşündüğü bir şey var o an karar verdi, hayallerle değil alkışlarla yaşamalıydı hayatını.
Bir gün gazete ilanında Beyazıt’ta bir plak şirketinin para karşılığı isteyen kişilere plak doldurduğunu öğrenince, eline sıkıştırdığı on lirasıyla kapılarını çaldı. On beş yaşına sığdıramadığı bir coşku hissetti ruhunda, ilk plağını tutuyordur elinde. Hayallerine attığı ilk adıma uyuyordu diğeri de. Sağ adım attıkça sol daha büyüğünü istiyordu. Bir adım daha bir adım daha. Baktı Bursa’nın mahallelerini arşınlamış çoktan.. Kalabalıkları aşmak, ışıklardan gözlerini kısmak, kendiyle tanış olmak, sevmek, sevilmek, parlamak istiyordu.
Tarih yaprakları 1947 yılını gösterdiğinde, İstanbul Boğaziçi Lisesi yatakhanesinde gözlerini sadece yeni bir sabaha değil aynı zamanda yeni hayatının ilk gününe de açtı. Güneşi doğduracak, dünyayı durduracak bir sevgi isterken, ömür boyu sürecek bu sevgiyle orada tanıştı. Lise arkadaşı Necip’e olan ilgisini anlayamadı başlarda, kabul etmedi, edemedi. Kalp atışları değişip, notaları keşfettikçe sanat güneşinin doğumu, kimliğini ararken buldukları benliğiyle tanışmasına sebep oldu. Gençliğine sevgilerle ilk bestesini de bu zamanlarda, on yedi yaşında yaptı. Kendi ismine akrostiş yaptığı eserinde böyle dile getirdi misafir ettiği duyguları:
Zehretme bana hayatı cananım
Elemlerle doldu benim her anım
Kederimle yanıp sönse de canım
İnan ki ben sana yine hayranım
Güzel sesi, derslerindeki başarısı, Türkçe’yi konuşmasındaki özen ile öğretmenlerinin dikkatini çekti hemen. Uzaklarda parlayan ışığını ilk gören gazino sahnelerinin yıldızlarından biri olan Suzan Güven oldu. İstanbul Radyosu’nda ilk kez Suzan Hanım tarafından okunan bestesi “Bursalı Zeki Müren’in acemkürdi şarkısı” olarak anons edildi. Aradan geçen bir yıl sonrasında İstanbul Radyosu’nun açmış olduğu sınava katıldı. Juri karşısına çıktığında, 3000 eseri ezbere bildiğini söyledi, inanmadılar. Rastgele eserler sormaya başlayıp, Zeki de sordukları her eserden kısa kısa okumaya başlayınca tüm juriyi kendine hayran bıraktı. 186 kişinin katıldığı sınav sonunda birinci olunca “İşte Benim Zeki Müren” dedi ilk kez.
Bu Radyo Zeki Müren Çalıyor mu?
1951 yılında aldığı bir telefonla hayatı değişti. Perihan Sözeri rahatsızlanıp konsere çıkamayınca, Zeki Müren’e “Hazırlan, konsere çıkıyorsun.” dediler. Beş yaşından beri Bursa’nın ufak tefek taşlarında yürürken kurduğu hayallerin sihriyle kırk beş dakika boyunca gönülden gönüle söyledi hicaz şarkılarını. O gün ikinci bir telefon daha aldı Zeki. Dönemin ünlü sahne isimlerinden Hamiyet Gürses’ti arayan. ‘Kimsin sen evladım? Eşimle birlikte gözyaşları içinde dinledik seni. Muvaffakiyetinin devamını temenni ederim yavrum…’’ Söylediklerini sonuna kadar dinleyebildi mi bilinmez. O sırada kendi deyimiyle ameliyathanede bayıltılmış gibi hissediyordu.
Ankara ve İstanbul Radyo’larının hızla gelişmesiyle, radyo tüm evlere girmeye başlamış, cihaz satışlarının artmasıyla, gazete sayfaları da radyo markalarının ilanlarıyla dolmuştu. Radyo almak için dükkana girenler “Bu radyo Zeki Müren çalıyor mu?” diye soruyorlardı. “Gözleriniz yolda kulağınız bende olsun” diyerek 14 yıl boyunca yayınlarına devam etti. Önce sesi dolaştı evlerde sonra fotoğrafları görülmeye başlandı tüm şehirlerde…
İlk taş plağını 1951 yılında üfler gibi okuduğu “Bir Muhabbet Kuşu”‘yla, Türkiye’nin ilk “Altın Plak” ödülünü, 1955 yılında çıkardığı “Manolya” isimli ikinci plağıyla almıştır. Bursa’da attığı ilk adımdan bu yana hızını hiç kesmeden başarılara koşan Zeki Müren 1953-1971 yılları arasında 18 filmde “Zeki” karakteriyle şarkılar fısıldamıştır hikayelere.
İlk filmi unutulmazdı onun için. Beyoğlu’nda bir fotoğraf stüdyosunda gördüğü, bakışına tutkun olduğu Cahide Sonku’yla paylaştı siyah beyaz perdeyi. “İlk makyajımı bile bana kendi eliyle yaptı.” demişti Sonku için. Fotoğraflarına bakmaktan kendini alamadığı, gülüşünü Mona Lisa’ya benzettiği, platin topuklu ayakkabılarından şampanya içilen kadınla dostlukları ne yazık ki uzun sürmedi. Paranın kiri çıkmadı onların bembeyaz sandığı perdeden.
Gel Bana Her Gece Sen Gönlüme Dolmalısın
Türkiye’de siyasi değişimlerin yaşandığı, tek parti çok parti seslerinin birbirine karıştığı, Demokrat Parti’nin sansüre başladığı, sağ – sol çatışmalarının ölümlerle sonuçlandığı yıllar olur 50’ler. Yaşanan tüm çatışmalara, hüzünle sevincin karıştığı zamanlara rağmen Zeki Müren’in radyodan, film setlerine, gazino sahnelerine geçtiği yankılı bir yükselişi olur.
Müzikte büyük bir sadeliğin olduğu, fraglarla sahneye çıkılıp, neredeyse hiç mimik kullanmadan ciddi bir üslupla verilen konserler döneminde; Zeki Müren alışılmışın dışında kostümlerle sahneye çıkıyordu. Renkli fraglarla başlayan değişim, aynalı yakalar, yakalarından sarkan çiçekler, papyonun ucunda parlayan inciler, işlemeli kostümlerle devam etti. Giydiği apartman topuklarından, en arkadaki masanın kadehine yansıyan parlak elbiselerine, kırdığı gerdandan, söylediği şarkılara kadar başlı başına bir devrimdi. Sahnede dimdik durmak istemiyor, eline aldığı mikrofonla bırakıyordu kendini müziğinin ritmine. Arkadaki masalara yakın olabilmek için T şeklideki podyumu da o istedi, hareketli dekoru, sönmeyen ışıkları, sahneye inmek için kulladığı salıncağı da.
Seyircisini her şeyden çok sever, bu sevgiyi dilinden düşürmezdi. Ne kadar sevdiyse o kadar sevildi, ne kadar sayıldıysa o kadar saygı duygu insanlar ona. Zeki Müren sahneye çıkmadan bütün hesaplar toplanır, o sahneye çıktığında tek bir çatal bıçak sesi duyulmazdı. Bazı geceler program bittiğinde tüm gazino çalışanlarını çağırır onlarla da çalar, söylerdi. Kimseyi kimseden üst görmez, teşekkürü dilinden düşürmezdi.
Maksim, Manolya Bahçesi gibi dönemin ünlü gazinolarının ilanında “Gerçek Sanatçı”, “Erişilmez Sanatkar” gibi sıfatlarla anılırken, 1967’de tüm bunları karşılayan ve ölümüne değin her Zeki Müren denildiğinde başa gelen bir şekilde anıldı “Sanat Güneşi“… Sanatı hayatının her noktasına nakış nakış işliyor, işlemeleri kostümlerinde hayat buluyordu. Her birine ayrı isim her birine ayrı hikaye yazardı o güzelim el emeği kıyafetlerinin. Çocukluğumun Bayram Yeri, Aşk Sarayı, Sevda Ormanı…
Özgündü. Benzersizdi. Aktivistti. Kuralları bozar, yeni kurallar koyardı. Aşıktı ama yalnızdı.
Sahneye çıkmadan yalnızlığını kuliste bırakır duyduğu alkışlarla kalabalıklaşır, yine duyduğu alkışlarla kulisine döndüğünde aynı yalnızlığı yaşamaya devam ederdi.
“Benim odam simsiyahtır. Her taraf siyah, yatağım da siyah. Ölecek olsam bir yudum su veren yok bana. Adı Zeki Müren’miş, çok para kazanıyormuş, şöhretmiş… Ya içimdeki fırtına…”
Her yıl bir rengini bırakıyordu sahnelerde.. Kırk yıllık sanat hayatının sonlarına gelirken ruhu başladığı yere dönmüştü. Biraz siyah biraz beyaz…
Yorgundu artık. Ansızın geçen yıllardan yorulmuş, aldığı yaşlardan korkmuştu. Sahne korkutuyordu onu, bir gün olsun onu yalnız bırakmayanların bir gün kapıdan çıktılarında tekrar dönmeyeceklerinden korkuyordu. Yarın öbür gün beş masa eksik görürsem intihar ederim diyordu. Gitmeyi kafasına koymuştu.
1984 yılında son konserini verdi Bodrum Kalesi’nde. Doktorlarının yasaklamasına aldırış etmeden ‘Öleceksem Bodrum’da öleyim’ dedi. Son kez buluştu sadık yari sahneyle. O gün tüm hayatı bazen gözyaşı oldu bazen içli bir şarkı. Bırakırken mikrofonu elinden uzun bir inziva dönemi bekliyordu artık onu. Altı yıl boyunca gözlerden uzak, gönüllerde devam etti yaşamına. Gün içerisinde içtiği otuz altı hap yüzünden görüntüsü değişmiş, günden güne yalnızlığı daha da artmıştı.
Ölmeden altı ay önce bi arkadaşına telefonda Ölmek İstiyorum şiirini okudu.“Yıldızlara çek beni. Bilinmeyen diyarların bilinmeyen kişisi olmak istiyorum. Ölmek istiyorum.” dedi.
Kader bu ya yine bir telefonla değişti hayatı. 26 Eylül 1996 günü TRT’nin İzmir stüdyosunda Ajda Pekkan ve Muazzez Ersoy’un da konuk olduğu bir programa davet edildi. Belki de zamanı gelmişti artık onun için. Ona ışıklar içinde veda etmek yakışırdı. Son kez sürdü pudrasını, son kez üstüne attı nakışlı hırkasını.
O gün Ankara Radyosu’nda ilk kez şarkılarını söylediği mikrofon hediye edilince kalbi daha fazla dayanamadı bu heyecana. Sahnede ona uzatılan mikrofonu eline aldığında, sanki kibrit kutusundan yaptığı mikrofonu tutuyordur. O mikrofonu ilk kez eline aldığında son şarkısı “Ölümden korkup da sen geri durma. Yiğidin alnına yazılan olur.” sözleriyle bitmişti. Bir şeyler olur o anda, ölüm arka masalarda son yudumunu içmiş sessizce paşanın sahneden inmesini bekliyordu sanki. Mikrofonu tekrar eline aldığında belki de aklında o ilk günün heyecanı, sözleri vardı. Ölümden korkup geri durmamalıydı.
Her zamanki gibi dimdik durdu sahnede düşürmedi kendini kimsenin gözünde. Bursa’lı Zeki’ye gitti gönlü, elbet bir gün buluşacaklarını bilerek sahnesine veda etti sessizce. Kulaklarında sonsuz alkışların sessiz uğultusu vardı.
Hayalini kurduğu yerde hayalini gerçekleştirmiş bir şekilde yumdu gözlerini. Kağıt plaklarının üzerine ismini yazdığı o günlerden beri ne gözlerinin içine başka hayal girdi ne de ona ait çizgiler silindi. Çocukluğu, gençliği, kimliği, aşkları, yaşadıkları, yaşayamadıklarıyla hayat Bitmeyen Şarkı’ydı onun için. Çok sevdim, çok sevildim, çok şey aldım ama kalbimi verdim demişti.
Çok şey aldım ama kalbimi verdim..
- Bir Rüya ki Orda Hep Şarkılar Vardı - 9 Mayıs 2020
- Naşit: Büyük Yoldan Ayrılan Küçük Yol - 25 Nisan 2020
- Bir Sayfa Çevir Zamandan: Adı Müjde Ar - 11 Nisan 2020