Yazar: 17:15 Öykü

Bir Mayıs Yağmuru

Gökyüzü en mavi elbisesini giymişti. Bulutlar uykudaydı, görünürde teki bile yoktu. Mayıs ayının başıydı. Kuşlar, göğe kanatları ile mavilik taşıyorlardı. Güneş tüm cömertliğiyle ılık ışığını çocukların üzerine boca ediyordu. Pencerenin önüne kurduğum çalışma masamda az bir süresi kalan sınavıma çalışıyordum. Misafir odasından gelen sesler gittikçe yükseliyordu. Ne konuştuklarını tam duyamıyordum, konuşmaların sonuna yüksek perdeden kahkahalar ekleniyordu. Neye güldüklerini bilmememe rağmen, gülmeleri bana da bulaştı. Yan odayı dinlediğim bu kısa sürede gökyüzünün aldığı değişime hayretle bakıyordum. Kara kara bulutlar her yerden gökyüzüne akın ediyordu, her gelen heybesine damla damla yağmur alıyordu. Güneş bulutların kararan bakışlarını görür görmez tüymüştü. Şaşkınlıkla gökteki hengâmeyi izliyordum, göğün kararan yüzü sinirli bir baba gibi tepemizde dikiliyordu. Göğün karnı guruldamaya başladı. Yağmur ince ince atıştırıyordu, ardından besili iri damlalar köyün tepesine inmeye başladı.

Perdeyi kenara çekip yağmuru izlemeye başladım. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur son gününü yaşıyor gibiydi. Hızlı ve büyük damlalar birbiri ardına düşüyordu. Yağmur şaşkınlık geçiren ağaçların yapraklarını acımasızca ayırıyordu dallarından. Perdeyi kapatmadan önümdeki kitaba gömüldüm, bir süre her sene çözdüğüm soruların aynılarını bıkkınlıkla çözdüm. Dışarıdan belli belirsiz bağırışlar duyuyordum, merak edip çıktım odadan. Misafirler kalkmıştı, yeğenlerim korkulu gözlerle pencereden hâlâ dinmeyen yağmuru seyrediyorlardı. Pencereye yöneldim, gördüğüm manzara karşısında donakaldım. Az önce çocukların oynadığı sokağı sel götürüyordu. Çocukların oyunlarını ve kahkahalarını da alıp götürüyordu. Önüne çıkan ne varsa sürekli genişleyen midesine tıkıyordu. Birkaç kişinin aceleyle koşturduğunu fark ettim. Bağırışların geldiği yöne koşturuyorlardı. İyice endişelenip dışarı attım kendimi. Dizime kadar gelen suya aldırmadan ben de seslerin geldiği yöne seğirttim. Yolda karşılaştığım insanlar iki kişinin sele kapıldığını söylediler. Endişem yerini kara bir korkuya bıraktı anında. Köyün dışında toplanan ahaliye vardım, herkesin baktığı yöne ben de bakmaya çalıştım. Küçük derenin azgın dalgalarını görünce az kalsın küçük dilimi yutacaktım. Yazın tek damla bile su kalmayan dere şimdi bir canavar gibi kükrüyordu. Dehşetle suyun sivri ve kocaman taşlara çarpıp yükselmesini izliyordum. Derenin kenarında saçını başını yolan, acı bir ağıtın yakalarını bırakmayan kadınlar çaresizce yükseldikçe yükselen dalgalara uzatıyordu ellerini. Dere boyunca sıralanan insanlar gördüm, ağlayarak suya kapılanları arıyorlardı. İki çocukmuş suya kapılanlar, kendini perişan eden annelerden hangi çocuklar olduğunu anladım. Köy halkı canla başla seferber olmuş, onları bulmak için didiniyorlardı. Suyun iyice yükseldiği dereye girmeye çalışan acılı babalardan birini zar zor engellediler. Ağlamaktan bitap düşen baba dizlerinin üstüne çöktü hıçkırarak. Herkes olayın nasıl olduğunu konuşuyordu fısır fısır. Oğlaklarını otlatmaya çıkarmış iki arkadaş. Yağmur aniden bastırınca eve dönmeye çalışmışlar. Dereye varınca su daha o kadar yükselmemiş. Çocuklardan biri geçmeye çalışmış ama başaramamış. Bunu gören arkadaşı hiç düşünmeden atlamış suya. Arkadaşımı kurtarayım derken o da çıkamamış azgın sulardan. Derenin yakınında oturan yaşlı bir teyze, elindeki mendiliyle sicim gibi akan gözyaşlarını silerken bunları anlatıyordu komşusuna. Ne büyük bir acı! Tutamadım kendimi, ben de onlar için gözyaşı döktüm. Kükreyen dereye baktım. Sivri dişli taşları geliyor gözlerimin önüne. Acıtmış mıdır canlarını? Yoksa şefkatle okşamış mıdır saçlarını?

Küçük dere ileride daha büyük bir dere ile birleşiyordu. Çocuklar bulunamayınca aramalar büyük dere boyunca yoğunlaştı. Üstleri başları çamura bulanan köylüler bir iz bulurum umuduyla oradan oraya koşturuyorlardı. Herkesin yüzündeki acı bekleyiş gittikçe büyüyordu. Baş başa veren iki anne bitap düşmüş, durmadan ağlıyorlardı. Birini kaybetmek, hele çocuğunu kaybetmek nasıl bir duygu? Bu duyguyu bilmiyordum, bilmek de istemiyordum. Daha fazla bakamadım onlara, ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. Köyün üzerindeki kasvetli bulutlar bir türlü dağılmıyordu. Yağmur dinmiş, herkes gelecek iyi bir haberi bekliyordu. Köylülerden birinin telefonu ötmeye başladı az sonra. Telefonu cebinden çıkardı korkuyla ve bir müddet kararsızca bakakaldı. Hortlak görmüş gibi büyüyordu gözleri. Açıp açmamakta kararsızdı, yutkundu, endişeli gözlerle çevresine bakındı. Bir umutlu bakış, bir parıltılı göz görürüm diye baktı. Kimsenin yüzünde eser yoktu umuttan. Çocukların anneleri ile göz göze gelince geriye çekildi bir iki adım. Kendisine yalvararak bakan gözler ne bekliyorsun, açsana, der gibi bakıyordu. Daha fazla dayanamadı, açtı telefonu, elleri titreye titreye kulaklarına götürdü. Birkaç saniye sonra bir şey demeden kapattı telefonu. Omuzlarına ağır bir yük bırakılmış gibi dayanamayıp yere çöktü. Durumun vahametini anlayan anneler herkesin yüreğini dağlayan bir ağıt tutturdular. Kimsenin yüreği dayanamadı buna, herkes ağlıyordu bu iki küçük beden için. Komşular, akrabalar baygınlık geçiren annelerle ilgilenirken ben uysallaşan dereye bakıyordum şaşkınlıkla. Az önceye kadar bendini yıkıp önüne gelen her şeyi içine alan dere usul usul akmaktaydı. Gökyüzünün de açılmaya başladığını fark etim, bulutlar yorgun argın dinlenmeye çekiliyordu. Çocukların kara haberi geldikten sonra bu olanlara herkes gibi ben de hayretle anlam vermeye çalışıyordum.

Herkes köy meydanına akmaya başladı aceleyle. Çamura bulanmış köye bir sessizlik inmeye başladı. Gürültülü bir traktör sesi sessizliği böldü. Traktör köyün girişinde görününce bir ağlama dalgası başladı yine. İçindeki küçük bedenleri incitmekten çekinircesine ağır ağır ilerliyordu. Meydanın ortasında sarsılarak durdu, aileler cansız bedenlere sarılıp öpüp koklamaya başladılar. Acılı babalardan biri “Tek bir çizik bile yok bedenlerinde, burunları bile kanamamış,” dedi ağlayarak. Arkamı döndüm, koşarak terk ettim orayı. Dereye varana kadar nefes nefese kalmıştım. Derenin sivri taşları görünüyordu. Yaramazlık yapan küçük çocuklar gibi mahzundu. Gözlerimden artık yaş gelmiyordu. Uzun uzun baktım dereye, o küçük bedenleri acıtmadığı için minnet duydum ona. Gökyüzü kasvetli siyah elbisesini çıkarıp mavi elbisesini giymişti tekrar. Kuşlar kanatlarına doldurdukları maviliği köyün çıkışında bulunan mezarlığa taşıyorlardı.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Cindi Yıldırım
Latest posts by Cindi Yıldırım (see all)
Visited 199 times, 1 visit(s) today
Close