Yazar: 20:30 Mahal Dergi 2. Sayı, Öykü

Bir Gün

Okulu bitirip memlekete dönünce bir süre dinlendim. Sonra evde kendimi bir fazlalık gibi hissettim. Sırasıyla kardeşim, babam ve annemle tartıştım. İçimde müthiş bir öfke parlıyordu. İş bulmak, çalışmak hiç bu kadar istek olmamıştı benim için. Zira rahat bir çocukluk ve ilkgençlik geçirmiştim. Çalışmamıştım doğru düzgün. Hayatın hep böyle devam edeceğini düşünürdüm. Babam vardı ve o büyüktü. Ama boşa düşünce her şey tersine döndü. Onlar bana olumsuz hiçbir şey ima etmeseler dahi ben içimde çelişkili bir ikinci benle uyuyordum ve onların sıradan hareketlerini takıyor oluyordum.

Evdeki herkesle tartışınca artık iş aramak, çalışmak gerek haline gelmişti. İlk biletle İstanbul’a geldim. Dudullu’da ikamet eden kuzenimden rica ettim ve onun evine geçici bir süreliğine yerleştim. İş arıyordum ve bulunca çıkacaktım. Tek düşüncem buydu. Ve yeni bir yaşam kuracaktım. Bu yeni yaşamda kitaplar, defterler olacaktı. Takım elbiseler giyip layığınca bir İstanbul beyefendisi olacaktım.

Bölümüm kütüphane ve arşiv üzerineydi. Birkaç kütüphane ve arşive başvurdum. Haber beklemeye koyuldum.

Beklemek azap vericiydi. Beklemek hiç bu kadar zor olmamıştı. Yaşamın tüm renkleri, olguları ve bireyleriyle hiç bu kadar takıntılı olmamıştım. Her şey, ama her şey kötüydü ve ben bunca kötünün arasında ilk rüzgârda yıkılacak bir karton kutuya dönüşüyordum.

Yirmi dört saate anlamlar yüklemeye başladım.

Birinci saat, yeni şeyler düşünme zamanıydı. Bu dilim uyumadan önceki dilimdi ve kafanın müthiş dolduğu andı. Omurilikten gelen ağrının tüm başı ele geçirmesi birdenbire olabilirdi. İki, üç, dört, beş ve bilemedin altı saat uykuyla geçince yedinci saat doğan güneşle bir kez daha başlıyordu düşünce, bunaltı. Kuzenimin küçük çocukları ve evin sevimli iki yavru kedisi bile bendeki düşünceli ve bunalımlı hali fark ediyor, hakları olan yaramazlığı benim üzerime yük etmiyorlardı. Kahvaltıyla ve çay içmeyle geçen bu yedinci saat artık insanın en zor dilimiydi. Zira iki haftadır kaldığım kuzenime yük olduğumu düşünüyordum ve bu gerçekten de böyleydi.

Sekizinci saat yeni ilanları arama ve muhtemel iş bulabileceğim kurumlarla telefondan iletişime geçme saatiydi. Bu saatte iş bulunca yapacaklarımı yeniden gözlerimin önüne getirir, mantıklı bir hale getirmeye çalışırdım.

Dokuz, on, on birinci saatleri ümitsizlikten, can sıkıntısından ve efkar dağıtmak üzere elime aldığım kitabın satırları arasında boğuşmakla ve aslında okuduğum sayfaları anlamaktan uzakta geçirirdim.

Yaşadığım olağanüstü bir durum değildi şüphesiz. Hiç kimse benden bir işe girip çalışmamı beklemiyordu. Geçindirmek zorunda olduğum bir ailem yoktu. Hatta bir sevgilim bile yoktu. Fakat ben kendi hırsımla ve içimdeki benle mücadele ediyordum.

On ikinci saat böyle geçiyordu. On üçüncü saat yeniden arayışlara dönüş idi. Arkadaşlarım benim için geçilmesi gereken yarış arabası yahut atıydı. Onları geçmek mühimdi. Zira onlar işe girip ben işsiz kalırsam benimle dalga geçebilirlerdi. Hiç birini sevmiyordum. Onlar da benim için yanıp tükenmiyordu. Onlar hakkında bildiğim tek bilgi onlardan fazla kitap okumuş olmamdı. Geri kalanı ile ilgilenmiyordum.

On dört, on beş, on altıncı saatler çıkıp hava alma saatiydi. Kah Dudullu’nun sokaklarında yürüyor kah metro kullanıp Üsküdar’a kah otobüs kullanıp Kadıköy’e gidiyor ve ham duygularımı dağıtıyordum. Gerçekten içimde bir dürtü vardı ve durmadan beni karamsar olmaya itiyordu. Bir duygu eylemi isteksiz yapılabiliyormuş meğerse. Dükkânların, metro ve otobüsün camında kendimi gördüğümde, daha doğrusu yüzümdeki sıkkın, değersiz ve iğrenç bir şey görüldüğünde takınan o ifadeyi görünce büsbütün kötü oluyordum. Yürüdüğüm yollar, martılar, insanlar, deniz, güneş ve yeşil tabiat ümitli ve güzel şeyler düşünmeme sebep olamıyordu.

Ev yolu…

On sekiz, on dokuz, yirmi, yirmi bir akşam saatleriydi. Mutlu bir çekirdek ailenin içinde, bir köşede oturma ve soru soruldukça konuşma vaktiydi. Sessiz ve duru…

“Galatasaray transfer yaptı mı?” diye sorardı kuzenimin kocası. Kuzenimin kocası olmasının yanı sıra -aynı zamanda dedemin kardeşinin de torunuydu -kuzenimin de halasının oğluydu. Birkaç fonksiyonlu akrabamdı.

“Atatürk büyük adammış,” derdi güncel siyaseti yorumlarken.

Kardeş katlinin üzerine konuşurduk. Ben devletin bekası için, biraz da kardeşime duyduğum öfkeden olacak savunurdum. Eleştirilirdim. Gülüp geçerdim.

Yirmi iki ve yirmi üçüncü saatler balkonda geçirilen saatlerdi. Gecenin ona has sesi, karanlığı. Karşıdaki apartmanın dördüncü katında oturan ailenin balkonda ortaya koydukları huzurlu ve huzursuz anları, gökteki yıldızlar. Ben yalnız değildim. Kuzenim ve onun kocası sigara içerken konuşurduk. Onlar kendilerini anlatırdı, ben iş ilanlarını söylerdim.

Torpilimin olmasını isterdim.

Torpilimin olmasını kendime yediremezdim.

Ne kadar hırslı ve hayallerimi gerçekleştirmek için sabırsız olsam da kimsenin hakkını yemek istemezdim. Buna sevmediğim arkadaşlarım da dâhildi.

Son saat yatakta geçirilirdi. Günün ilk saatine devredilirken bu saatte başlardı bir sevgilimin olmasını istemem. Bu belki de mutsuzluk üzerine kurulan bir yaşam olurdu. Ama ben o hayalî sevgilimin sıcak kanını, damarlarını ve ellerini hayal ederken kimi zaman uyuyakalırdım.

Ertesi gün Beşiktaş’ta güzel bir konumda bulunan özel üniversiteye bir özgeçmiş bırakıp Akaretlerin oradaki kitapçılara gittim. Birkaç kitap inceledim. YirmisekizçelebiMehmed Efendi’nin seyahatnamesinden Köy Enstitülerine kadar birçok akademik kitap taradım. Sonra Çehov’un bir novellasında karar kıldım. Çıkarken telefonum öttü.

Özel Y… Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kütüphanesiydi, görüşmek için randevu vermişlerdi.

Yaşam büyüktü.

***

Bir torpilim olsaydı işe alınacaktım. Yahut rakibimin torpili olmasaydı işe alınacaktım. İçimde bin türlü öfke örgütü ayaklandı ve beynimin tam meydanında gövde gösterisi düzenledi; böyle yaşama, torpile ve işi elimden alana sövdüm ettim.

Hem sorsunlar ona! Kaç kitap okumuş? Ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasi sorunları hakkında ne düşünüyor? Evdeki kediye saygısızlık olmasın diye hareketlerine kısıtlama getirecek kadar düşünceli mi?

“Önüne bak be!”

“Dikkatsiz gençler!”

“Yolda yürümeyi bilmez de…”

“Dikkatsiz!”

***

Ne zaman birine ihtiyaç duymadan, birinin himayesine girmeden yaşam sürdürebilecek, ekmek kavgası edebilecek, ümit edebilecektik? Yaşam mücadelemizi sürdürebilmemiz için el açıp kendimize ve dünyaya mağlup mu olmamız icap ediyordu? Yaşam küçülüyordu. Ben büyüyordum.

***

Biletimi alıp memlekete dönmeye karar vermiştim. Otobüs saati yaklaşırken bir özel üniversiteden telefon geldi. Bütün görüşmeyi telefonda halletmiştik neredeyse. Yeni kurulmuşlardı, kütüphaneciye ihtiyaçları vardı ve benim numaramı da iş ilanlarının olduğu siteden bulmuşlardı. İngilizce ve Almanca bildiğime, edebiyatla ilgilendiğime, tecrübesizliğimi giderebileceğime değindiler.

“Tabii,” dedim güçlü ve sevinçli bir sesle. “Tecrübe zamanla olur. Dakikalar ve saatler geçiyor. Zaman ilerliyor.”

***

İnsan karamsar olunca bin bir ümit doğuruyor yaşam. Yaşam büyüktü yeniden.

Kütüphanenin kataloglama birimindeydim. Bunun yanı sıra -ayrıca satın alma biriminde de görevliydim. Kütüphanemiz satın alma, kataloglama, ödünç verme, iade, süreli yayınlar ve okuma birimi olarak ayrılıyordu. Daire başkanımız dışında, ben dâhil beş kütüphaneciydik. Büyük bir kütüphaneydi ve yoğun çalışıyorduk. Bazı günler eve gittiğimde yorgunluktan uyuyakaldığım oluyordu. Yemek yemeden, bir şeyler okuyup yazmadan uyuyordum.

Bu yaşamı ben kendim seçmiştim. Babamın ve diğer aile üyelerinin yardımını reddedip kendi düzenimi kurmuştum. Avcılar’da bir küçük stüdyo daire kiraladım. Yatak, dolap, çalışma masası, sandalye ve kitaplık alıp borçlandım. Buzdolabı, çamaşır makinesi ve diğer mutfak eşyalarını eski bir tanıdığın yeni eşyalar alması sonucu bana bağışlamasıyla elde etmiştim. İlk başta dirensem de kabul etmem geç olmadı. İkinci ay perde ve halıları tamamlarım diye düşündüm. Bu mütevazı ve kısıtlı imkânlarla kurduğum yaşam mutluluk veriyordu, onu seviyordum ve benim eserimdi. Bir de sevgilimin olmasını hayal ettim. Anlaşılması zor ve katı yürekli bir insan olarak tanınıyordum ama sempatik ve ilgi çekiciydim. Öyle ki dairemin karşısındaki dairede yaşayan iki kadının benimle ilgili tasarrufları olduğunu, kavga ettikleri gün açıkladıklarında öğrenmiştim. Böyle bir şeye sebebiyet verdiğim için utanmıştım açıkçası. İkisine de teşekkür etmiştim, böyle bir şeye hazır olmadığımı lisanımünasiple anlatmıştım.

Pazar.

Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü saat okumalarla, yüksek lisans için ders çalışmakla geçti. Haftanın yorgunluğu üzerimdeydi, ancak ders çalışmak mecburiyetindeydim. Bu bir gerekti. İhtiyaç olsa yapmazdım. Bana bir şeylerin dayatılması gerekiyor.

Beşinci, altıncı, yedinci ve on ikinci saate kadar uyudum. Gözlerimi açtığımda perdesiz pencereden gökyüzünün kurşunî rengi seçilebiliyordu. Gözlerimi kapatmanın dayanılmaz, tatlı direnişine yenik düşüp yatağımdan çıkamadım. Yataktan çıkmadığın sürece uyursun ve on üç ile on dördüncü saati uyuyarak geçirdim. Artık kalkma zamanıydı. Gözlerimin şişmiş olduğunu anlayabiliyordum.

Yataktan kalkıp on beşinci saati kahvaltı ve banyo ile geçirdim.

On altıncı saatte dışarı çıktım. Sahile indim. Seyahat eden iki insanı -karı kocayı anlatacağım romanımın üzerine çalıştım. On yedi ve on sekiz de böyle geçti. On dokuzuncu saatte eve döndüm. Yirminci saatte yeniden yemek yedim. Yirmi bir ve yirmi ikinci saatte film izledim. Yirmi üçüncü saat kitap okumaya karar verdim. Tam kapağı açtım, kaldığım sayfayı buldum, okuyacağım, o an kapı çalındı. Kitabı koyup kapıya yöneldim.

Açtığımda benim için kavga eden iki kadından biri olan Sevgi Hanım’ı gördüm. Yaşça benden bir iki yaş ileri olduğunu tahmin ettiğim bu esmer güzeli kadını bir anda karşımda görünce şaşırdım.

“Buyurun,” dedim şaşkınlığımı gizleyerek.

“Sana kısır getirdim. Yer misin?” diye sordu. Elindeki tabağı ilk kez fark ettim. Sadece tabağı değil elbette, siyah elbisesini, altına giydiği siyah ince taydı ve ayağındaki topuklu bej rengi terliği ilk kez fark ettim. Göğüslerini dik gösteren bir sutyenden de söz edilebilir.

“Çok severim,” dedim. “Zahmet etmişsiniz Sevgi Hanım. Çok teşekkür ederim.”

Bir kahkaha koyverdi.

“Senden bir ricam olacak?” dedi, yapmaya mahkum eden bir cilveli tonla.

“Yapabileceğim bir şeyse… Tabii.”

“Sizli bizli konuşmana gerek yok. Sevgi demen yeterli.”

Mağlup bir gülümsemeyle, “Peki,” dedim.

“Müsait misin?”

“Tabii,” dedim safça. Elindeki tabağı aldım.

Bana doğru bir adım attı, yürüdü ve eliyle göğsüme bastırıp itti. İkimiz de apartmanın sofasından daireme girince kapıyı kapattı. Tabağı elimden yeniden aldı ve odaya girdi.

Bekâr eviydi, dağınıktı.

Yatağıma davetsiz oturdu. Tabağı sehpanın üzerine bıraktı. Duvara, pencereye baktı.

“Ne kadar çok kitabın var,” dedi odadaki sessizliği bozmak için. “Yanıma gelsene, niye öyle ayaktasın?”

Dediğini yaptım, fakat yanına değil sandalyeye oturdum. Ve göz göze gelmemek için başka yerlere baktım. Bir kahkaha koyverdi. Kalkıp yanıma geldi. Sevki tabiiyle gözüne baktım. Akli dengesini yitirmiş gibiydi, yüzüme alaycı alaycı bakıyordu. Daha da yaklaştı ve eğilip dudağımdan öptü, ellerimi tutup kaldırdı. Boynuna sardı, sonra sağ dizime oturdu. Öpmeye devam etti. Ben de öptüm. Sağ elim ensesinde kaldı, sol elim beline kadar yavaşça indi… Yirmi üç ve yirmi dördüncü saatleri hayalini kurduğum, fakat gönülden olmayan bir sevgilinin kollarında geçirdim.

7.8.19; İstanbul

Mete Karagöl
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close