Bir çizgiyle başlamıştı her şey. 

Elinde kara kalemi, önünde eğik çizim masası ve oturduğu sandalyesinde, çıplak ayakları evinin serin ahşap döşemesine yaslanmıştı. Balkona açılan Fransız balkon kapısından naif, ılık bir rüzgâr esiyor, tenini okşayarak saçlarını dalgalandırıyordu. Geniş pencerelerden süzülen güneş fazlasıyla cömertti. Sıcacık ve olabildiğince aydınlık ışınlar tüm odayı dolduruyor, insana hoş bir enerji veriyordu. Yanında duvara yaslı hoparlörden Yaşar’ın Kumralım’ı söyleyen sesi odaya yayılarak balkona taşıyordu. Mine sandalyesini ahşaba sürtmesini umursamayarak çektiğinde, balkonda, elinde çay, oturup uzaklara dalmış olan adam başını çevirdi. 

“Uzun zaman olmuştu.”

Mine bir şey demeyerek başını salladığında, adamın gözleri tembel bir halde sevgiyle kadının üzerinde dolandı. Pijamaları hala üzerinde, kumral saçları uykunun dağınıklığına sarılmıştı. 

Mine, birkaç dakika önce, çok sevdikleri sanatçı Yaşar’ın kısık tutulmuş sesiyle ve gözlerine ulaşan güneşle uyanmıştı. Gözlerine değen ilk şey balkonda oturmuş, her sabah olduğu gibi elinde çay ve birkaç kahvaltılıkla kurulmuş olan masada, keyif çatan adamdı. Güneş öylesine yumuşacık dokunmuştu ki adamın tenine ve saçlarına Mine uyanır uyanmaz çizme ihtiyacı duymuştu. Adamın kahve ve kızıla sarınmış kumral saçları, kıvırcığa yakın dalgalarıyla uykunun etkisini saklıyorken, güneş sayesinde altın sarı pırıltılara tutunuyordu. Açık renk teni güneş altında iyice beyazlamış, sakallarına saklanan kızıl tonlar, uzun kirpiklerinin elmacıklarındaki gölgelerine karışmıştı. Kibar parmaklar çayın dumanının tüttüğü kupanın kulpunu kavramış, elaya dönük renkli gözleri balkondan dışarı, sabahın erken saatlerinde her zamanki gibi sakin ve sessiz sokağa dalmıştı. 

Parmaklarındaki kara kalem hiçbir tereddütte yer vermeyerek dokulu kâğıdın üzerinde turlamaya başladı. Adam haklıydı, onun yüzünü kâğıda dökmeyeli uzun zaman olmuştu. Yine de adam her zamanki gibi rahat, istifini bozmadan çayını yudumlamaya devam ediyordu.

 “Agâh.” Mine’nin dudakları adamın ismiyle usulca kıpırdandı. Adam tek kaşını kaldırarak ışıyan bakışlarını kadına çevirdiğinde, Mine nefesini tutmuş, her bir çizgiyi kâğıda aktarıyordu. Minicik mimikler, ufacık bir dudak hareketi, gözlerin içinde saklanan sevgi dolu bakışlar, her biri kâğıda geçirebileceği ama kâğıttayken asla yeterli olmayacak güzelliklerdi. Mine adamı çizerken ona her bakışında hissettiği sevgiyle biraz daha sarhoş oluyordu. Adam güneşin altında, rüzgârın odağında, balkonun köşesinde öylesine sevilesiydi ki; Mine parmak uçlarında, kalemin kâğıda dokunan ucunda, ona olan sevgisini hissedebiliyordu. Bunca fiziksel hale bürünmüştü, Agâh’a olan aşkı. 

“Çay istemiyor musun Kumralım?” Agâh sorusunu bile tamamlamadan ayaklanmış, ahşap döşemeyi hafifçe gıcırdatarak yürümüş, ikisine de çay doldurarak kupayı kadının masasına bırakmıştı. Parmakları uzanarak Mine’nin dağınık kumral tutamlarını okşamış, aşk akan parmak uçlarıyla kadının yanağını sevmişti. Mine adamı çizerken, hareket etmesinden rahatsız olmazdı, adam öyle çok işlemişti ki içine, orada öylece durması gerekmiyordu her bir detayını çizebilmesi için. Ayağına sürünen, adamın birkaç gün önce sokaktan bulup getirdiği yavru kediye bakarak, minik kulağının arkasını okşadı. Sonra ise Agâh’ın yüzüne içi gidercesine bakarak mırıldandı.

“Teşekkür ederim.”  

Adam başını sallayarak, hoparlöre bağlı telefona uzanıp şarkıyı başa sardı. Sonra ise balkondaki köşesine geri yerleşerek, baharın taze kokusunu ciğerlerine doldurdu. Bu böyle başlamış olan kaçıncı sabahlarıydı, Mine ne zamandan beri göğüs kafesinde açmış bir çiçekti bilmiyordu. Hep göğsünün derinliklerindeydi de, bir an Agâh fark etmeden çiçeklenmişti sanki. Kadının parmaklarının kalemi kavrayışı, büyük bir imrenişle teninde dolanıp kâğıda düşen bakışları, adam için ne kadar alışılmış olsa da her seferinde etkisini artıyordu. Odanın ortasına kurduğu çizim alanında, tek ayağının parmakları ahşap döşemeye basarken diğeri dizinden bükülmüş şarkıya eşlik ederek hafifçe sallanıyordu. Renkli kalemlerin üzerinde dolanıp, onları döndüren beyaz parmak uçlarına bakarak gülümsedi Agâh. Sevilesi kadındı Mine, ellerinden aşkla öpülesi, parmak uçlarını dudaklarına binlerce kez bulayası bir kadın.

Mine, adamın saçının tonlarını kâğıda geçirirken her bir tonu sevdiğini, Agâh’a karşı olan sevgisinin çıkmaz sokağında tıkılıp kaldığını hissediyordu. Adama baktıkça, adamı çizdikçe ve çizgileri renklendirdikçe; adam hem felaketi, hem dermanı oluyordu. Çizgileri ekledikçe, adamın renklerini boyadıkça yetmiyordu. Karşısındaydı, balkonda her zamanki tatlı serseri tavrıyla oturmuş onu izliyordu. Mine çizdikçe, Agâh Mine’yi izledikçe, kadının terapisi oluyordu. 

“Sevdikçe sevesim geliyor,” diye mırıldandı Mine Agâh’ın ela gözlerine bakarken. Adamın gözleri kadının söyledikleriyle bir ton açılırken dudaklarının kenarları çiçeklenerek yukarı büküldü. 

Mine, ucunu suya batırdığı koyu yeşil kalemi, kahverengiye boyadığı gözlerin üzerinde gezdirip, başını balkona geri çevirdiğinde balkon boştu. Adamın sevilesi bedeninin, âşık olduğu ruhunun yerinde büyük rüzgârlar esmişti. Adam gideli kaç ay olmuştu bilmiyordu. Başını iki yana salladı. Aslında biliyordu, 5 ay 17 gün. Bu sürenin öncesinde edilen birkaç tartışma sonrası, yağmurlu bir günde, adam ayrılmak istediğini, daha fazla yapamadığını söylemişti. Mine, adamın o cümleleri dillendirdiği anı çok iyi hatırlıyordu. Sanki dünya dönüşünü durdurmuş, havadaki oksijen azalmıştı. Agâh’a saatlerce dil dökmüş, sorun her neyse çözebileceklerini anlatmıştı. Saatlerce konuşmuşlardı ama bir adım bile
ilerleyememişlerdi. Adam kararlıydı; hem düşüncelerinde, hem kalbinde Mine’yi bitirmişti. Konuştukları her an ise kendini, biraz biraz Mine’de bitirmişti. Elince valizi ve kitaplarıyla,
kapıyı usulca çekerek gitmişti.

O dakikadan sonra Agâh, Mine’nin yüreğinde bir iç acısı haline gelmişti. Boş balkona bakarak buğulanan gözlerine aldırmadan, çizgileri eklemeye devam etti. Adamı çizmek için burada olmasına ihtiyaç duymuyordu. Öyle çok izlemişti, öyle çok çizmişti ki adamı; yüzünü hem aklına, hem parmaklarına kazımıştı. İlk gördüğü gün ki kadar güzel yüzünü çizdiği dokulu kâğıda, parmak uçlarını dokundurdu. 

Agâh’a el olmuş, onun ardından ziyadesiyle ziyan olmuştu. İlk zamanlarda kızgındı ama adama daha fazla kızamıyordu. Kadın, ayaklarına dolanan kedinin, yetişkin bedenine bürünmüş kulağının arkasını okşadı. Kedi büyümüş, Mine’nin çiçekleri solmuştu. Agâh hayatının ortasına düşmüş bir bahar çığı gibiydi. Yıkmış, kendi dünyasını oluşturmuş, sonra ise çığ olmaya devam ederek gitmişti. Mine, onunla yaşadığı bahar döneminde çiçeklerini açtığı için mesuttu. Ama doğanın kanunu, bahar geçip gitmişti. Aylardır iyi miydi, mutlu muydu, her sabah kahve yerine hâlâ çay içiyor muydu bilmiyordu. Bu bilinmezlik, bazen Mine’nin omurgasında dolanan bir kör bıçak gibi, etini acıtmıştı ama kadın kendi yaralarını sarmayı başarmıştı. Çayın tadı asla aynı olmamış, balkon asla huzur verici gelmemişti.
Agâh’ın yüzünün çizgilerini çiziktirmeye devam etmiş, sevgisi de devam etmişti. 

Daha fazla beklemeyecekti. Adamın yüzü, bakışları, sakalları, saçları; içini araştırdığında fazla geliyordu. Milyonlarca çizgi parmaklarından dökülmüş, ruhunda birikmiş, yüreğinde yosun tutmuştu. Kalbi yara bere içinde, kalemlerinin uçları kırılmış, uykuları yarım, göğüs kafesindeki adamın izleri ziyadesiyle yer etmişti. Artık Agâh’ı uğurlaması, çizgileri ile vedalaşması gerekiyordu. 

Yatağın üzerinde üst üste istiflediği, adamın yüzünü yarattığı kâğıtları, kavramaya çalıştı. Çizimleri satmış, ücreti ise çocuklar için sanat eğitim fonu olarak ayırmıştı. Adamı yüreğinden uğurlarken bile, ona yakışır bir veda için uğraşıyordu. 

Yaşar’ın Kumralım‘ı kim bilir kaçıncı kez söylediğini bilmeden şarkıyı durdurdu. Sol kolu kâğıtlarla dolup taşarken, sağ eli yeni bitirdiği çizime uzandı. Adamın ismini yazdığı köşenin altına bir çizgi bırakırken soluklandı. Buruk, bölük pörçük bir halde gülümsedi. “Sona erdik Kumralım.” 

Her şey bir çizgiyle başlamış, bir çizgi ile bitiyordu.

Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close