Besim F. Dellaloğlu’nun Modernleşmenin Zihniyet Dünyası Bir Tanpınar Fetişizmi kitabındaki Şahsiyet ve bir alt maddesi olan Modernizm Meselesi’ni Tanpınar ile ortak kaderi paylaşmak mecburiyetinde kalmış, anlaşılamamış, yazarın da eser içerisinde ismini zikrettiği ve onun deyimiyle Türkiye modernleşmesinin ıskaladığı adamlar arasından Cemil Meriç üzerinden konuşalım istedim. Kimliklerin, kişilikler üzerinde egemenlik kurduğu bir toplumda birer şahsiyet olabilmeyi becerebilmiş, belki de bir bedel olarak ödedikleri yalnızlık cesaretini gösterebilmiş bu entelektüel insanların ortak yazgısına ve şahsiyetlerine daha yakından bakmak gerekir elbette.

Bu insanların neden entelektüel olarak anıldığının daha iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Besim F. Dellaoğlu eserinde Türkiye’nin modernleşmesinden, Batılılaşma biçiminden, bunun radikalizminden ya da hiyerarşikliğinden kaynaklanan bir kavram karmaşasının var olduğundan bahseder. Bu kavram karmaşalarını herkesin anlayabileceği bir dil ve üslûp ile karşıdaki okuyucusuna aktarır ve tüm karmaşayı ortadan kaldırıverir. Bunlardan birisi de entelektüel, aydın ve akademisyen kavramları arasındaki farktır. Bu fark öyle açık ve çarpıcıdır ki bu kavramları tekrar duyduğunuzda daha öncesinde aralarında benzerlik kurmuş olduğunuzu hatırlamanız sizin için bir utanç meselesi olabilir.

‘’Entelektüel, aydın, akademisyen farklı şeylerdir. Bunların içinde hakikat duygusu en güçlü olan entelektüeldir. Entelektüelde daha çok hakikat duygusu, aydında ise ideoloji ağır basar. Akademisyende ise kariyer.’’

‘’Non Serviam’’ ve Cemaat Meselesi

‘’Bir yabancıyım bu ülkede/ Fakat bu ülke herhangi bir yabancı değil içimde!/ Kendimi evde hissetmiyorum bu ülkede/ Fakat bu ülke evindeymiş gibi davranıyor içimde!’’ Mehmed Uzun

Bundan binlerce yıl önce evren üzerinde bir ses yankılandı: ‘’non serviam!’’ Bu ses boyun eğmek istemeyen, hiçbir egemen güce hizmet etmeyeceğini haykıran, mutlak özgürlüğü her şeyin üstünde tutan, sağgörüsünden vazgeçmeyen Lucifer’in ta kendisine aitti. Üstelik ödeyebileceğini bildiği tüm bedellere rağmen yükseltti sesini. O gün bugündür hakikati arayan, onu seslendiren tüm seslerin, yani ‘’aklındaki şeyi söyleyen, hiçbir şeyi saklamayan kalbini ve zihnini konuşma yoluyla başkalarına açan’’ tüm Parrhesiastes’lerin sesi oldu bu çığlık.

Besim F. Delloğlu da entelektüelin tanımının açıkça bu olduğunu söyler:

‘’… Çıkarlara, kurumlara, devletlere, partilere hizmet etmeyeceksin. Entelektüelin tanımı budur. Hakikat duygundan, sağduyundan vazgeçmeyeceksin. Ve her zaman doğruyu söyleyeceksin. Zaman zaman değil. Bazen değil. Çoğu zaman da değil. Her zaman. Her zaman.’’

Bir deyim vardı yine hatırlarsınız. Evet, evet ta kendisi! Doğru söylemek ve dokuz köy ile ilgili olan. Biz toplum olarak daha doğrusu cemaat olarak çok seviyoruz bunu yapmayı. İnsanın entelektüel olası varsa bile köyünden kovulmamak uğruna ya ideoloji aydını oluveriyor ya da kariyer akademisyeni. Hakikatin kendisini bir öcüymüş gibi görüp, kişiliğimizin bile değil de kimliğimizin bir ucuna dokunuveriyorsa vay o hakikatin haline… Şekilden şekile giriveriyor hemen elimizde. Besim F. Dellaloğlu hakikatin sınırlarının eninde sonunda cemaatin zihniyet dünyası tarafından belirleneceğini söylüyor. Üstüne hıncımızı alamayıp tüm hakikat seslendiricilerini içlerine kapatıyoruz, onları yabancılaştırıyoruz, Tanpınar’ın deyimiyle ‘’sükût suikastı’’na kurban ediyoruz ya da yiyoruz. Besim F. Dellaloğlu tam da bu sırada ekliyor:

‘’Batı’ya bu kadar hayran olup Batı’dan almadığımız, alamadığımız en önemli şey belki de budur. Hyde Park kürsüsü! Batı’yı Batı yapan budur zaten. Farklı olanı dinlemek! Farklı olanı dinleyebilen toplumdur aslında. Öyle olunamayınca da olsan olsan cemaat olursun. Tanpınar, ‘’Ben inzivayı seviyorum, yalnızlığı değil.’’der.’’

Türkiye’deki popüler ve egemen durumdaki düşünce akımları ve özellikle sol kesim Meriç’e duyulması gereken alâkayı göstermemiş, onu anlamamış ve ondan faydalanamamıştır.  Çünkü Meriç, kendisini hiçbir düşüncenin egemenliğine teslim etmemiş, herhangi bir ideolojinin militanı hâle getirmemiş ve partizanlığa soyunmamıştır. O yalnızca toplumsal hakikatin peşinden koşmuş ve kendisini tüm ‘’izm’’ lerin dışında bırakmıştır.  Bu yüzden olsa gerek kendilerini birer ideoloji içerisine hapsedenler tarafından ilgi çekici bulunmamıştır.

Bu insanların derin bir sessizlik ile muhatap olmasına, onları anlayabilmekten uzak cemaat tavrımızla ortak yazgıyı paylaşmalarına sebep olduğumuz aşikârdır ve anlaşılmaları için -henüz ne kadar anlaşıldığı meçhul bile olsa- uzun bir süre postmodern zamanları beklememiz gerekmiştir.

Şahsiyet

Bir entelektüelin şahsiyetinde vuku bulan, bulması gereken birtakım özelliklere az çok değindik yukarıda. Şimdi ise Cemil Meriç’in entelektüel, aydın kişiliğine, kim olduğuna, meramına, onu anlatış biçimine ve bunun toplumun/cemaatin zihin dünyasına nasıl yansıdığına bakalım elimizden geldiğince.  

Cemil Meriç 12 Aralık 1916’da Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde gözlerini açtı. İlk ve orta dereceli öğrenimini Hatay’da bitirdi. Ardından İstanbul’da Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu ve İstanbul Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Meriç, öğrenimini tamamlayamadan Hatay’a geri döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve bucak müdürlüğü, Tercüme Kaleminde ise reis muavinliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yapmasının ardından İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalışmaya başladı. Meriç’in gözleri aşırı miyopiden dolayı 1955 yılından itibaren göremediği için onu derslere kızı Ümit getirip götürüyordu. Bu durum bile onun kendisini, fikirlerini, çalışma azmini ve öğrencilerini ileriye taşıma gayesinin önüne geçmesine engel olamadı, öğrencilerinin de yardımıyla çalışmalarını ölümüne dek sürdürdü.

Meriç’in gözlerinin görmemeye başlaması doğrudan doğruya çok okuması ile ilintilidir. Türkiye’de bu denli okumaktan böyle gözlerini kaybeden başka bir insan var mıdır sormak lazım. Belki de bu, yani gözlerimizi kör edinceye değin okuma azmi bizlere açık bir şekilde bir entelektüelin sahip olması gereken bir özellik değilmiş gibi gelse de en azından bu şahsiyet uğruna ödenen ve belki de ödenmesi gereken birtakım bedellerin ipucunu barındırması adına önemli bir meseledir. Onun şahsiyetini, yine kendi cümleleriyle, entelektüel ve aydına bakışıyla anlatmak hiç de kolaya kaçmak olmaz diye düşünüyorum:

‘’Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddes olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar)’’

Modernizm Meselesi   

‘’Modernizm, modern uygarlığın eleştirisidir. Türkiye modernizmi ise modern ile ilişki kurma tarzına yönelik bir itirazdır.’’ Besim F. Dellaloğlu

Meriç’in mercek altına aldığı, aydınlığa kavuşturmak istediği karanlık bir ‘aydın’ sorunu vardı Türkiye’de.  Yazgısı ‘aldanmak’ ve ‘aldatmak’ olan, kimlik bunalımı yaşayan Türk aydını… Nitekim Türk aydını ‘’millet hafızaları’’na gözlerini kapatarak, kendilerini Batı çıkmazına sokarak gerçekleştirmişti en büyük hatayı. Batı’ya körü körüne bağlanmanın bedelini ise kendi ülkelerine yabancılaşarak ödediler. Gayeleri, ayıklamaya dahi ihtiyaç duymadan içinde yaşadıkları bu ülkenin ve toplumun mevcut tüm şartlarını yıkıp, Batı’nın standartlarına uygun yeni koşulları ikame etmekti. Oysa her toplumun kendine özgü oluşu ve kendi geleneğine sahip olması ya gözden kaçırılıyordu ya da dediğimiz gibi görmezden geliniyordu. İşte tam da bu noktada Tanpınar ve Meriç gibiler, Batı’nın elde ettiği modernliğin ve gerçekleştirdiği Rönesans’ın temelinde geçmişle ve gelenekle kurulan bağın olduğunu biliyor, bugün ve yarın için geçmişe tekrar tekrar bakmak gerektiğini söylerken modernliğin kendisini değil modernleşme biçimini eleştiriyorlardı. Bu bağlamda Meriç için önemli olan mevcut koşulların ortadan kaldırılarak yerine yenilerini getirmektense, diğer medeniyetlerin özelliklerini kendi mirasımıza uygun bir potada eritebilmek ve sentezleyebilmekti. Tıpkı Tanpınar’da olduğu gibi.

Burada Rönesans’ın da tam olarak ne demek olduğunun anlaşılması elzemdir. Besim F. Dellaloğlu’nun eserinde ‘’Cahit Tanyol; Yahya Kemal’’ kitabından seçtiği alıntının bir kısmını olduğu gibi aktarıyorum:

‘’…Rönesans, kendimizi Avrupa kültürü içinde dağıtmak, eritmek ve yitirmek değildir. Tam tersine, Avrupa kültürü içinde kendimizi bulmak, kendi aydınlığımızda, kendimize bakmasını bilmektir…’’

Onların modernleşme zihniyetine muhafazakâr görünmesinin sebebini ise Besim F. Dellaoğlu tam olarak buna bağlar, onlar Rönesans entelektüelleridir. Oysa ki der yazar:

‘’Meriç bu ülkede ‘’Ben komünistim’’ diyen ilk adam olmasına rağmen soldan çok muhafazakârlar tarafından okunmuştur uzun yıllar. Tanpınar da böyle.’’

Bu paradoksun farkında olan yazar Türkiye modernleşmesinin referans kaynaklarına değinir. ‘’Türkiye’nin modernleşmecileri Batı’nın muhafazakârlarıyla ilişki kurarken, bizde ‘’muhafazakâr’’ denilenler Batı’nın anarşistleriyle, uyumsuzlarıyla ilişki kuruyor.’’ diyerek bu yaman çelişkiyi sorgulamaktan da kendisini alıkoyamaz.

Meriç Batı toplumu ve düşüncesiyle nasıl bir ilişki kurulması gerektiğinin tarifini bizlere şu şekilde verir:

“Bu kültür, yani Batı kültürü karşısında kendini ispat ve idrak etmek mecburiyetindeyiz. Kendi tarihimizin şuuruna varırsak, kendimizi tanırsak insana dayanan büyük medeniyetimizi bilsek, hatırlarsak, bu nizamı istikbalde de kurmaya muktedir olacağımızı anlarız. Dilimize, edebiyatımıza söver, bayağı bir kavim olduğumuzu söylersek, Avrupa’ya kendi şerefimizi lekelersek, Avrupa insanı zaten Müslüman ve Türk olduğumuz için bizi affetmemektedir.”

Bu bağlamda ‘Herkesin Rönesans’ı kendine kardeşim!’ demek ne kadar doğrudur bilinmez fakat Rönesans’ın ve ardından gelen modernlik ve modernizmin bu ülkede uzun yıllar boyunca anlaşılamadığı ve Besim F. Dellaoğlu’nun da belirttiği gibi bir gecikmişlik paniğine sebep olarak bir tür ‘’panik atak’’ durumuna dönüştüğü ortadadır. Bu kavram karmaşası içinden çıkamadığımız gibi bunlara dair hakikati göstermeye, anlatmaya çalışanlara karşı da her cemaatin -Batıcılığın da bir cemaat olduğu unutulmamalıdır- takınabileceği tavrı kuşandık ne yazık ki. Ne zaman ki cemaatler üstü bir toplum olabilme bilincine ulaşabilir, şahsiyet olabilmenin sınırlarını zorlarsak, kimliğimizin ve kimlik zihniyetinin bize dayattığı ön yargıları alaşağı edebilir Tanpınar’ı, Yakup Kadri’yi, Peyami Safa’yı, Orhan Pamuk’u Nazım Hikmet’i, Necip Fazıl’ı, İsmet Özel’i ve daha nicelerini birlikte okuyabilme keyfine nail oluruz.

Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close