Yaklaşsanız biraz aslında, mutlak bir beyazın üzerinde mürekkeple yüzdürdüğüm şu kelimeleri, bir tuvali incelikli boyar gibi, olağan samimiyetiyle okursunuz. Yazdığım mektubu ilkin ikiye sonra dörde katlayıp zarfın içine tıkıştırdıktan sonra iştahla yalayıp kapatmanın hazzına varabildiğim yaşlardayım. Son mektubumu, soğuk bir yatağı ısıtmaya çabalarken elim henüz kalem tutmayı reddetmemişken ve bilincimi hâlâ durgun sularda gezdirebiliyorken bir vasiyet gibi yazmayı uygun gördüm. İnsan henüz yaşamadığına ilgi duyuyor. Yirmili yaşlarımda hırpaladığım ruhum, otuzlu yaşlarımda daha durgun ve güyâ olgundu. Kırklar, yüreğimdeki sacda kavrulan birtakım sorularla geçti. Ellilerde çoğunca başkalarına adanmış günleri tükettim. Altmışlar ve sonrasında da ölene kadar pek bir şey değişmiyor sanırım. Gariptir, yarım asrı devirmiş bir ömürden sonra geçmişi yâd etmek istediğinizde, yirmili yaşlar daha kolay hatırlanıyor. Ölüme yaklaştığını hisseden biri için böyle ayrıntıları kaleme alarak vakit kaybetmek çok gereksiz, biliyorum. Yalnızca artık, anılarıma yenisini ekleyemeyeceğimi hissediyorum, biraz kahroluyor; çoğunca da kifayetli buluyorum. Bir kimsenin dünyaya geliş vazifesi; gençken doludizgin yaşamak ve yaşlandığında da hiç yaşamamış gibi hayıflanmak değil midir zaten? 

Şimdi, maziye kesik attıkça, açılan her boşluktan hikâyeler akmaya başlayacak. Ve ben damıttığım birini sizlere anlatmak isterim.

Yirmili yaşlarımın başında yıldızsız gökyüzünden medet uman bir hayalperesttim. Yaşamanın acemilik dönemlerinde ki bu ölünceye dek süren bir zaman dilimidir. Öyle ya bilinmeyen bir yarının nasıl tecrübesi olabilir? Geleceğe fazlaca bel bağlamak vardı, şimdiyi ve dünü referans ederek oluşan yarın için; şimdiyi ve dünü unutmak dilemması. Hayaller kurardım. Bazen tanınan birileri olmak, bilinmek kâfiydi, yeteneğin içinin boşaltıldığı bir çağda yaşıyor olmanın bir getirisiydi bu. Bazense genç yaşta ebeveyn olmak. Üremek için fazlaca heyecanlı davranmak. O hakkı kendimde çok göremiyordum. Benle büyüdüğü için reddetse de kabul etse de bana benzeyecek birinin varlığına ihtiyaç var mıydı bu dünyada? Hem çocuğum olsa içten sevemezdim ki güzel olmayan çocukların yaramazlığını çekebilecek kadar sevecen bile değildim!

Hayal ve gerçeği ayıracak kadar keskin bir kalbe sahip değilken hayalimi nasıl gerçeğim yapacağıma dair en ufak bir fikrim de yoktu. Tüm bunlardan kaçmak için uyku çok iyi bir bahane olurdu. Rüyâlarımda hep aynı şeyi görürdüm. Beni uykumda kavrayan iki kocaman el. İsli bir hava solumuşçasına yutkunamaz, gecenin ortasında karabasanla uyanırdım. Garip bir şekilde, bu karabasanla zamanla arkadaş olmaya başladım. Var olduğum insanlık periyodu yalnızlıktan kırılıyorken bunun ilahi bir güç tarafından bana verilmiş bir yoldaş olduğunu düşünürdüm. Rüyama misafir olacağını anladığımda tenimde hep aynı çoğalma ve itimat hissi yankılanırdı. Bu hissi tarif edemeyebilirim. Ama yirmi birinci yaş günü kutlamasından sonra, kendimi sokağa attığım gece, aynı şeyleri hissettiğime yemin edebilirim. İçimde özgürleşmeye yüz tutan ve benliğimi harekete geçiren duygular biriktirmiştim o yaşa kadar. Karanlık sokakları, geçmişi olan ve uzun zamandır görüşülemeyen bir dost misâli benimsemem de bu yüzdendi sanırım. Yürüdüm, kilometreler kat ettim, her bir adımda kendimi kat ettim. Kendinden geçmeyen birinin özgürleşmesi muhtemel midir? Ara sokağın caddeyle kesiştiği noktada rüyalarıma rastladım. Kaybolduğum karanlıktan bir yarık açarak davetkâr bir gülümseme ile beni kendine çekmek istiyordu. Tabii ki gittim. Ay’ın şavkıyla parlayan arnavut kaldırımlarda, arkamda beni kavrayan karabasanla bir süre yürüdükten sonra, derme çatma ahşap bir köşkün önünde dikildim. Tereddüte mahâl vermeden içeri girdim. Pusette ağlayan bir bebek, ne yapacağımı bilmeden yanına gittim. Hıçkırıklarıyla yeni bir lisan oluşturmuş gibi hararetle ağlıyordu. Yaşamadan ölebilen çocukları anımsatıyordu. Derinlerimde sönmeye yüz tutmuş bir ateşi harlıyordu. Ağzı açık bir gülümsemenin örtüsünde saklı bir elem mi gizliyordu? Bana bir şey mi anlatmaya çalışıyordu yoksa anlaşılmaya ihtiyaç duymayacak denli eşiksiz miydi kederi? Belki de bana öyle geliyordu. Biraz ilerledim, sırtından ters hâlde, misina ipiyle tavana asılmış kitaplar gördüm. Pardon, içindeki amatör ve eğik el yazılarından aşina olduğum kadarıyla ilkokul zamanlarımdan kalma bir defterdi. Arasından kelimeler anlamsız bir hizayla yerlere saçılıyordu, tutmaya çalışsam da ellerimden kayıp gittiler. Kokulu bir mektup kağıdına ilişen mini bir not: “Sevgili …, öncelikle sana aşığım.” Kestirmeden, yolu uzatmadan, dolaysızca edilen bir itirafın kanıtını yüreğime aldım, yeniden okudum. O zamanlar mektubu verebilseydim yalnızlığım süt gibi kesilir miydi, bu düşünceyi es geçemedim. Zamanla kaybettiğimi sandığım cümleler buraya saklanmışlar. Bana geçmiş adına pişman olmayı mı yoksa gelecek namına gözü pek olmayı mı salık veriyorlar? Yoluma devam ettim. Zırhla kaplı, kurşun geçirmez, porları birbirine sımsıkı kenetlenmiş katran karası bir kutuya rastladım. İçimde bir yerde ikâmet ediyordu. Bunu nasıl anlatsam? Şöyle söyleyeyim, rehavete kapıldığımı sanarken kara parçasının ortasında dururken gelen bir boğulma hissi gibi. Düşüncelerin; akıncılar birliği gibi gecenin kör karanlığında benliğimi esir alması ve beni pâre pâre tüketmesi gibi bir his uyanıyordu. Ayak uçlarımdan başlayıp saçımın her bir teline yayılan daha doğrusu nüfuz eden bir kasvet, huzursuzluk güdüsü. Bu kara kutu; hayatıma geçit vermeyecek kadar kararlıydı, şifrelerini bir bir çözüp içini açıp onu yok etmek ve tamamen def etmek geliyordu içimden. Seneler boyu korkuyla uzağında durmuştum, kendimi ona karşı savunmaktan yaşamaya mecalim kalmamıştı. Usulca eğildim, şifre yoktu. Asabi bir adamın melun yaralarını okşar gibi dokunduğumda birdenbire kutu açıldı. İçinden geçmişin amansız hatıraları döküldü, teker teker aldım, sevdim, gülümsedim, iç çektim. Kafamı çevirdiğimde kutunun artık orada olmadığını fark ettim. Ara sıra karabasanım peşimden geliyor mu diye de göz ucuyla bakıyordum. Ellerini bedenimde hissetmemek, beni dipsiz bir kuyuya sürükleyebilirdi. İlerlediğimde ayağıma soğuk bir kış günü değdi. Perdeleri tavandan tabana sarkan, rüzgarla salınan, buluttan hafifçe serpilen bir ışıkla aydınlanan odadaki kırık aynalarda yüzüme bakarken buldum kendimi. Her bir pâresinde bedenimin kesikli akislerini görüyordum. Hayal gücümle bir yapboz yapar gibi o odada nasıl göründüğümü birleştirmeye çalışıyordum. Aniden bir ses duydum. İstemsizce ve olgundum.

 “Başka ihtimâller müzesine hoş geldin, yaşamın bu tumtutaraklı çalkantısında yuttuğun her su burada birikti. İlkin çöldü, sonrası sel oldu; aktı, gitti. Olduramadığını zannettiğin ne varsa odalarda kendini gerçekleştirdi. Geleceğin ölü bir yolcusu olmak istiyorsun ama şairâne bir yanılgının pençesindesin. Seni ne kurtaracak, bu müzede sergilenen bir şaheser olarak mı mutluluğu bulacaksın? Anla artık, olanlar ve olmayanlar; dışarıda ve içeride var ediyor kendini. İnsanoğlu seçimleriyle yalnızca bu terazinin dengesiyle oynuyor, olasılıkların bütününe el süremiyor bile!” Sessizce dinledikten sonra, karabasanıma döndüm. Onu o müzede bıraktım. Bir daha da hiç görmedim.

 Zihnimin kuytu köşesinde yarattığım prangaları o gecenin sabahında çözdüm, esaretimi sonlandırmak benim elimdeyken bunu neden daha önce yapmadığıma yakındım. Düşlerime musallat olan baskıları, kaygılarımı, tasalarımı; kaderin yumuşak sularında yıkanarak bıraktım. Çıktığımda çırılçıplaktım. Hür ve sonsuzluğuyla tükenmeyecek bir güçte. 

Böyle yaşadım, böyle öleceğim. Ölmeye tenezzül bile etmeyeceğim. Düşünmeme gerek bile yok, doğarken verdiğim sınavı nasıl ki hatırlamıyorum, ölümüm de güneşin doğuşu kadar olağan olacak.

Tuğçe Çelik
Latest posts by Tuğçe Çelik (see all)
Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close