Yazar: 18:30 Öykü

Âşıklar 

Bir anahtar sesi duyuldu, Rıza Bey gelmişti. Karanlık bitmiş, sabah güneşini içeri davet etme zamanıydı. Günün en sevdiğim vaktiydi ve yine en sevdiğim gün: çarşamba. Çarşambaları bu kente pazar kurulur, yollar kalabalıklaşır, kentin gürültüsü ve rengi her yeri boyardı. Bu canlılık beni her çarşamba mest ederdi. Bu yüzden hep, gerçek hayatın tıpa tıp aynısını üzerime alabilmeyi çok isterim. Ayna gibi ama kalıcı bir görüntü… Çok gerçek. Bezimin tahtaya gerildiği ilk zamanlar, hızlı bir şekilde yere çarpılsam hayatın gerçek rengini üzerime alabilirim belki diye düşünürdüm. Fabrikadan dükkâna gelene kadar ve dükkânda da geçirdiğim vakti göz önünde bulundurursak, böyle bir şeyin mümkün olmadığını anlamam zaman aldı. Rıza Bey beni arka tarafa, karton kâğıtların sol yanına, en alt rafın dördüncü sırasına yerleştirmişti. Hemen karşımda ise şövaleler duruyordu. Rıza Bey her sabah sekizde dükkânını itinayla açar, toz alır, yerleri süpürür, fırtına dahi olsa mutlaka içeriyi havalandırırdı. Dükkânın bereketinin temizlikten geldiğine inanan bir adamdı. Temizlikten sonra çaycı Mehmet Ali’den sabahın ilk kahvesini, şekersiz Türk kahvesini yudumlamak için döner sandalyesine kuruldu. Kahveyi beklerken masasındaki faturaları da düzenledi ve ceketini sandalyenin ardına astı. “Sabah şeriflerin hayır olsun Rıza Bey,” diyerek sallanan tepsisiyle içeri daldı Mehmet Ali. 

“Sağ ol evladım, senin de sabah şeriflerin hayır olsun. Bugün öğleden sonra hava kapatacak gibi, işler yine kesat anlaşılan, Mehmet Ali?”

“Valla bu Muğla’nın havası böyle Rıza Bey, bir bakmışsın güneş açmış bir bakmışsın kar yağmış. Hiç belli olmaz. Sen canını sıkma, iki güne yine açıyormuş diye söyledi akşam haberleri. Hem sen geleli üç sene oldu olacak. Hâlâ alışamadın mı yağmura?”

“Alıştım canım, alışmaz olur muyum? Yağmur yağsın, yağmur berekettir zaten de Muğla halkı pek alışamamış gibi. Yağmur yağdı mı kimse evden çıkmıyor. E onlar olmadan da biz, esnaflar kan ağlıyor.” 

“Orasını doğru dedin Rıza Bey. Su değdi mi taşa, evden çıkmaya korkulur buralarda. E canım halk ne yapsın? Belediye şu Muğla’nın altyapısını bir halledemedi. Yağan yağmur yolda kalıyor, şehir göçüyor gibi oluyor resmen. Neyse, inşallah suyun akıp gittiği, olukların tıkanmadığı günleri de göreceğiz.”

Rıza Bey kahvesinden bir yudum aldı, gazetesini açtı, okumaya koyuldu. Gündemi kâğıt gazeteden takip eden nadir insanlardandı. O haberlere dalmışken “şıngır” sesi dükkânda yankılandı. Günün ilk müşterisi kapıdan içeri adım atmıştı. Ekose ceketli bir kadın, küçük kızına söz verdiği kokulu silgi ve tüylü kalemi almaya gelmişti. Bugün pazar kurulmuş olmasına karşın, Rıza Bey’in de yakındığı gibi gerçekten dükkân sinek avlıyordu. Gazetesini bitiren Rıza Bey, oyalanmak için küçük değişiklikler yapmaya başladı. Sanırım bugünün değişikliğinden nasibini alan biz tuvallerdik. Karton kâğıtların olduğu rafla bizi yer değiştirdi. Yerleştirmeden evvel de her yanımızı detaylıca sildi. Karton kâğıtların olduğu yer daha güzel geldi bana çünkü direkt dükkân kapısını görebiliyordum. En azından buradan gelip geçenleri daha net seçecektim. Belki akşam olunca da sokak lambaları sayesinde izlerdim dışarıyı. O gün içeri, on farklı müşteri daha geldi. Sadece bir tanesi bizim gruptan bir şey aldı. Oğluna sulu boya alan bir baba. Diğer müşteriler daha çok test kitabı ve kalem, silgiye yönelikti. Burası küçük bir kırtasiyeydi. Boya malzemeleri bir nebze daha anlaşılırdı tabii ama Rıza Bey’in neden birkaç adet tuval ve şövale tuttuğunu hiç anlamadım. Üstelik ben ufak bir tuval de değilim. Hobiler için pek müsait olmayan, geniş çaplı bir 50×70’tim. Ben bunları düşünürken Rıza Bey de günlük kasa işlemini yapmış, paltosunu giyip, şapkasını da takmıştı. Hava kararmıştı, o da dükkânı kilitleyip ev yoluna koyuldu. O gece Arkadaş Kırtasiye’ye geldiğimden beri geçirmiş olduğum en güzel geceydi. Çok az olan tuvaller içinde ben en ön sıradaydım ve dükkân camından dışarıyı net görüyordum. Sokak lambalarının loş ışığı sayesinde az da olsa insan yüzlerini seçebiliyor, suların taşlar üzerinde yuvarlanmasını seyredebiliyordum. Tüm gece bu şekilde, sokağı izledim. Sarı ışığın gri kaldırımları aydınlatması, yağan yağmurun da griye parlaklık kazandırması muazzamdı. Sabaha karşı yağmur durmuş, sakinliğin içinden bir görevli gecenin esintisini kaldırımlardan süpürüyordu. Onun için yaprakların sarılığı ya da grinin parıltısı gibi şeyler yoktu sanırım. Hatta bütün bunlardan azap bile duyuyor olabilirdi. Eğer cebinizde paranız yok, karnınız açsa sanatın güzelliği gibi şeyler olmazdı. Bu ülkede sanat, tok karınlılar içindi. 

Rıza Bey, perşembenin kilidini açtı. O gün hayatımın seyrinin değişeceğini bilmiyordum. Sıradan bir temizlik, okuma ve iş günü olacağını düşünüyordum. Meğer, hayatımın seyrinin değişeceği ve dünyaya katılma amacımın gerçekleşeceği günmüş. Kısa boylu, bol kıyafetler giymiş, esmer bir çocuk içeri daldı. “Sizde tuval var mı? Bana çok acil tuval lazım.” dedi selam bile vermeden. “Var efendim. Ama çok çeşit yok birkaç boyut ve birer tane,” dedi Rıza Bey. O, her durum karşısında sabır ve sakinliğini koruyabilen, nazik bir adamdı. Üstelik tüm müşterilerine yaş fark etmeksizin “efendim” diye hitap ederdi. O günün şanslısı olan ben, müşteriye verildim. Tüm günümüz dışarıda geçti. Beni alan kişinin adı Serkan’dı. Güzel sanatlar lisesi öğrencisiydi ve üstelik son sınıftı. O sabah, Serkan’la okula gittim. Poşetin içinde olduğum için hiçbir şey göremiyordum, yalnızca işitebildim. Anladığım kadarıyla Serkan serseri dediğimiz çocuklardandı. Lâkin resim yapmak onun için mühimdi ve en büyük tutkusuydu. Bunu konuşmalarından çıkarabiliyordum. Okuldan sonra birkaç yere daha uğrayıp eve gittik. Uğramış olduğumuz yerlerden biri de marketti. Serkan bira almıştı ve onu yudumlarken beni poşetten çıkardı, şövalesine yerleştirdi. Gördüğüm şey karşısında çok mutlu oldum, evi Arkadaş Kırtasiye’ye bakıyordu. Tabii Rıza Bey çoktan dükkânı kapatmış evine gitmişti. Arkadaş Kırtasiye önümde mışıl mışıl uykudaydı. Serkan beni tam cam önüne yerleştirdi. O kadar mutlu olmuştum ki, hem eski evimi hem de dışarıyı çok rahat görebiliyordum. Üstelik ikinci katta olduğumuz için de tüm sokağı rahatlıkla seçebiliyordum. Serkan’ın beni koyduğu oda ise büyük sayılmazdı ama çalışmalarını yaptığı oda olduğu belliydi. Her yerde boyalar, kalemler, paletler vardı. Sanırım Serkan, kübizm etkisinde olan bir öğrenciydi. Her yerde kübik eserler vardı, eserlerin bir kısmını kendi yapmış bir kısmını ise hazır almıştı. Biraz dağınık bir odadaydık. Çalışma masasının üstü dopdolu, yatağın üstü ise kıyafetten geçilmiyordu. Elbise dolabı ise âdeta ayaklanıp odadan çıkacak kadar dağınıktı. Serkan beni o gece boyamadı, çizmedi, önüme geçip hayal bile kurmadı. Beni camın önünde bıraktı. Odada pek bulunduğu da söylenemezdi açıkçası. Sadece uyumak için geldi ve sabah okul için yine çıktı. Ben de tüm gecemi; sokağı ve Arkadaş Kırtasiye’yi izleyerek geçirdim. 

Günler günleri devirdi, haftalar haftaları kovaladı. Serkan’ın annesi Nafize Hanım arada odaya geliyor, ortalığı toparlayıp biraz da temizliyordu. Serkan başka çalışmalarla uğraşıyor, genellikle çalışma masasının üzerinde duran deftere karakalem çizimleri yapıyordu. Artık beni de boyaması, bana da özenmesi gerektiği düşüncesine iyice kapılmış, o defteri kıskanır olmuştum. Artık o kadar uzun vakit geçmişti ki, “sanırım benim de sonum boş yitip giden tuvallerden olacak.” diye düşünüyordum. İçimi büyük bir hüzün ve rahatsızlık kaplamıştı. Sokağı izlemek istemiyor, Rıza Bey’in giriş çıkışını bile takip etmiyordum. İçimdeki son kırıntı, apartmanın kapısında Serkan’ın girdiğini görünce içimi kaplayan umut da yerini koca bir yokluğa bıraktı. Artık onun gelişine bile ufacık olsun sevinemiyordum. Zaten çok sorumsuz bir çocuktu ve son senesiydi. Muhtemelen ben, o üniversiteye gittikten sonra odayı dikiş odası yapmak için can atan Nafize Hanım tarafından çöpe atılacaktım. Ya da bir çocuğa oyalanması için verilen sonra da çöpü boylayan bir tuval parçası olacaktım. 

Serkan okuldan sonra bir hışım odaya daldı ve hazırlanmaya başladı. Çok acelesi var gibi duruyordu. Üzerime polar, kalın ceketini fırlattı, o da bende takılı kaldı. Mükemmel… Serkan gittikten sonra sokağı da izleyemeyecektim. Artık ölümümün yaklaştığını duyar gibiydim. Hâlbuki beni o gün çok büyük bir heyecanla sormuş, başka hiçbir şeye de bakmadan kırtasiyeden ayrılmıştı. Ben de o gün beni boyamaya başlayacağını düşünmüş, uzun süre boyunca da bu inancı yitirmemiştim. Sabahın ilk ışıklarında Nafize Hanım gelip, söylene söylene odayı toparladı ve benim üzerimdeki ceketi de aldı. Yine umutsuz bakışlarımla beraber sokakla baş başa kaldık. Derken o gece ilk defa Serkan önümde durdu. Sanırım benimle bir şeyler yapmak istiyordu. Uzun süre bekledi ve eline kurşun kalem aldı. Öncelikle tam ortama bir göz çizdi ve bu göz Serkan’ın neredeyse tüm gecesini aldı. Çünkü ha bire çizip siliyor çizip siliyordu. Benimle uğraşmasına, bir şeyler karalamaya başlamasına çok sevinmiştim. Serkan, gözün çevresinden iki ayrı kafa çizdi, kafaya vücut uydurdu ve kollarını kafasının üzerinden birbirine dolayan iki ayrı insan tasvirine bürüdü. İki ayrı insandı ama tek bir gözden bakıyorlardı. Serkan, o gün yalnızca bir taslak olarak bıraktı beni. O yattıktan sonra üzerimdekini iyice anlamaya çalıştım. Ben bir aşk tablosu olacaktım. Beni bırakmaz, yağlı boyaları üzerimde gezdirirse ve bu şekilden de vazgeçmezse, kübik tasarlanmış iki aşığı temsil eden bir aşk tablosu olacaktım. Nedense hep Monet’nin bahçeleri gibi doğa tasviri olacağımı hayal ederdim. Ama bu da bir çeşit doğaydı. Doğanın en saf hali olan aşkın timsaliydim. O gün Serkan’a olan sevgim ve hayata olan umudum tekrar yeşerdi. Yine sokağı izlemeye koyuldum ve yine Rıza Bey’in giriş çıkışını takip ettim. 

Serkan’ın tekrar önüme geçmesi üç haftamızı aldı. Başka çalışmalar yaptı ama beni o geceki taslak halimle yalnız bıraktı. Bir bira aldı ve yağlı boyalarının olduğu kutuyu açtı. Darbeleri hissetme sırası bendeydi. Üstüme değen ilk renk, koyu, asil bir mor oldu. Fırçanın kıllarını hissedebiliyor, boyanın bana katılan hafif serinliğinden mest oluyordum. Serkan o gece dört saat boyama yaptı. Neredeyse aralıksız çalıştığı o dört saat boyunca yalnız gözü boyamıştı. İkinci birasını yudumlarken de bana “Esin seni çok sevecek.” dedi. Sanırım bu yüzden bu kadar beklemiştim. Bir hediye hazırlıyordu ve çok özeniyordu. Basit bir boyama ya da karalama gibi gözükmemi istemiyordu. Neden beni o kadar süre boş bıraktığını anlamaya başlamıştım. Ben, hediye edilecek bir aşk tablosuydum ve ressamım çok titiz davranıyordu. Serkan, gerçek bir sanatkârdı.

Ertesi gün kafaları, sonraki günler vücutları diğer günler de – bu altı tam gününü almıştı- elleri, parmakları boyadı. Titizlikle yaptığı için hem uzun sürüyor hem de beğenmediğinde boya üzerine boya atarak tekrar yapıyordu. Eller de bittikten sonra geriye insanların çevresini boyamak kalmıştı. Serkan oraları pembeden mora akan bir geçişle yaptı. Beni tamamlaması tam üç ay yirmi altı gün sürdü. Sanırım onun en değerli eseriydim. Doğrusunu söylemek gerekirse lise öğrencisi olmasına ve hafif serseriliğine rağmen çok kıymetli bir şey ortaya çıkarmıştı. Serkan o gece puf koltuğunu karşıma çekip birasını yudumlarken beni izledi, tarihi ve imzasını attı. Gecenin ilerleyen vakitlerinde de koltuğunda uyuyakaldı. Ben artık tamamlanmıştım. Bir yere asılır mıydım ya da burada mı kalırdım bilmiyordum. Tek bildiğim şey, artık amacımı tamamlamıştım, boş bir tuval değildim. Üzerime aktarılmış bir aşkla dünyayı daha farklı seyrediyordum.

Boyalarım artık tamamen kurumuştu. Arada bir Nafize Hanım geldiğinde bakıyor, “bu ne biçim şey böyle!” diye söylenip gidiyordu. Hiç umurumda değildi. Serkan değişiklik yapmayı düşündüğü vakitler önüme geçiyor, fırçayı eline alıp tam darbeleyecekken vazgeçiyor, yine pufa gömülüp beni izliyordu. Günlerim böyle geçiyordu. Sanırım beni hediye etmekten de vazgeçmişti çünkü ne bir pakete koydu ne de bir not hazırladı üstüme. Bu odada geçecekti ömrüm. Buna da hiç itirazım yoktu. 

Serkan yine çok soğuk gecelerin birinde odaya aniden daldı, büyük bir öfkeyle beni alıp camdan aşağı fırlattı. Tam hatırlayamıyorum ama ağlıyordu da. Büyük bir şansla hiçbir yerim kırılmadan aşağı düştüm. Önümden Rıza Bey geçti, dükkânı kapamış eve gidiyor olmalıydı. Ama sanırım üzerimdeki boyalardan beni tanıyamadı. Üstelik jelatini de yırtılmış kullanılamaz bir tuvaldim ben. Ressamım beni titizlikle gerçekleştirmiş ama nedendir bilinmez sonrasında bir hışım sokağa fırlatıvermişti. 

Gecenin sessizliğine bürünmüş sokakta biri, birden beni kucakladı. Yüzünü göremiyordum ama kokusundan ve ayaklarından anladığım kadarıyla bu bir kadındı. Daha sonra beni düzeltti ve uzunca baktı. Bu otuzlu yaşlarında, gösterişli kıyafetler giymiş bir hanımefendiydi. Kırmızı rujuyla şekilli dudaklarını iyice belirginleştirmiş, saçlarını sağ yana atmıştı. Gözlerinin yorgunluğunun altında güzel de bir bakış, bir sorgulama vardı. Her yerimi detaylıca inceledi. “Seni kim neden sokağa atmış ki” diye söylendi ve etrafa bakındı. Kimsecikler yoktu. Mor topuklu ayakkabılarıyla beraber çok uyumlu görünüyorduk. Nedense onun ellerinde kendimi çok şık ve yerimde hissettim. Beni evine götürdü. Bu ev; genişçe, çok temiz tutulmuş, büyük camlı, sıcacık bir evdi. Beni girişteki dolaba dayadı, içeri girdi ve mutfaktan getirdiği bezle nazik ellerini üzerimde gezdirerek kiri pası aldı. O beni temizlerken önümde kolyesi sallandı. Altın işlemeli kolyede Muazzez yazıyordu. Adı bu olmalıydı, Muazzez. Benim kurtarıcı meleğim. O gece Muazzez beni odasındaki dolabın önünde tuttu, kendisi ise karşımdaki yatakta mışıl mışıl uyudu. Sabah daha şafak sökmeden uyandı, kendine hazırladığı kahveyle odaya girdi ve elbise dolabının üzerinden çok büyük bir valiz çıkardı. Bir sürü kıyafeti valize doldurdu beni de yanına alıp arabasına bir güzel yerleştirdi. Bagajda, valizin yanında değil arka koltukta seyahat ediyordum. Muazzez’in yanında kendimi çok değerli görmeye başlamıştım. Ressamım dışında ilk defa beni biri sanat eseri olarak görüyordu. Muazzez benim sanatsever meleğimdi. Yol çok uzun sürmedi birkaç saat sonra İzmir’e varmıştık. Muazzez burada da bir eve girdi, beni arabada bıraktığı için evin iç görüntüsünü tarif edemiyorum. Sonrasında da o evi hiç görmedim zaten. O gün akşam beni şimdiki evim olan Gemlik Restoran’a astırdı. Muazzez bir restoran zinciri sahibiydi ve beni çöpten alıp mekânının en göz alıcı yerine asan bir sanatseverdi. 

Bu restoranda her gün çok fazla göz tarafından izleniyorum. Genellikle kalabalık oluyor, bu sayede de bir sürü insanla tanışabiliyorum. Muazzez benim adımı Âşıklar koydu. Arada bir, eşiyle karşıma dikilir beni izler. Sık sık da yineler “Bu tablo senle beni temsil ediyor.” Burada kendimi gerçek bir sanat eseri olarak hissediyorum. 

O gece Serkan’ın beni tamamlamış olmasına da çöpe atmış olmasına da hep minnet duyuyorum. Benim ressamım beni değerli kıldı, Muazzez meleğim ise beni anladı ve okşadı. Henüz Serkan’ı görmüş değilim umarım bir yerlerde iyidir. Bense bir sanat eseri olarak insanları izlemeye devam ediyorum.

Editör: Melike Kara

Feray Durmaz
Latest posts by Feray Durmaz (see all)
Visited 20 times, 1 visit(s) today
Close