Yazar: 12:12 İnceleme, Kitap İncelemesi, Öykü Kitabı

“Adın Ne?” Diye Soranlara: Adı Olmayan İkinci Öykü

“On yedi yıl sonra gelen tekne kazıntısı.”

Aynur Kulak, ilk kitabı Günlerden Bir Gün isimli romanının ardından tam on yedi yıl sonra, Adı Olmayan İkinci Öykü ile edebiyatseverleri farklı bir pencereden selamlarken kitabını bu cümleyle sunuyor. Öykülerde, adını okumadan ona ait olduğunu bildiğimiz, bazı öykülerde ise “Adın” olarak karşımıza çıkan anlatıcı karakterin, farklı ortamlardaki düşüş hikâyelerini dinliyoruz. Hangisi daha çok yaralıyor, hangisi daha güçlü kılıyor? Karakterin bile adı “Adın” iken, “Adı Olmayan Öyküler” normal değil mi? Bir adı olması gerekmiyor. Adsız. Herkese ait. 

Kitap inceleme yazılarını, söyleşilerini aksatmadan takip ettiğim Aynur Kulak, Adı Olmayan İkinci Öykü ile okuru adeta kendi yazın dünyasına davet ediyor. Hatta bizi dualarının içine çekiyor.

“Hiçbir öyküde geçmedi bu cümle fakat yazmak, benim için dua etmeye eş.” 

Düşmek ekseninde yazılmış öykülerin dört tanesi “adı olmayan” öyküler. Bir röportajında on yedi yıl içinde başka başka işler yapmaktan arıttığı zamanını öykülerine adadığını söylüyor yazarımız. Bazen isim bulmakta zorlanıyor. Bazılarının ismi ise bulutsuz bir akşamda gökte beliren yıldızlar gibi zorlanmadan doğuyor. Ama öykülerin kesişim noktası “düşmek”. Birbiriyle göbek bağıyla bağlı öyküler, son yıllarda bu tasarımla sıklıkla karşımıza çıkan bir anlatım tekniği. Öyküde bütünsellik. Karakterler, anlatıcılar yer değiştiriyor. Biz okurlar, farklı perspektiflerden yazılmış öyküler okuyoruz.

Düşmek; sadece tökezlemek, yere kapaklanmak değildir. Bazen en büyük düşüş, toplumun en değerli, en küçük topluluğu olan ailede gerçekleşir. Üç saat, tek kelime konuşmadan kendi içlerine hapsolmuş aile bireyleri, askerliğini yapan evin delikanlısını ziyarete gider. Mutlu bir kavuşma hikâyesi olması gerekirken, aralarına kilometreler girmiş bireylerin düştükleri çukurdan başlarını kaldıramamaları, durumu dramatik bir buluşmaya dönüştürür. 

“Kız kardeşler olarak etrafa, birbirimize ve nihayetinde onlara doğru çeviriyorduk bakışlarımızı. Aynı dölden ve bir karından çıkmış olmamıza inanamayarak, ayrı yönlere bakıp durmuş bir anne ve babanın kızlarıydık. Bir minibüsün içinde kardeşimizi görmek için Karapürçek’e gelmiş olmamız, bir binanın önünde ne yapacağımızı bilemez hâlde bir arada duruyor olmamız, yıllardır dışarıya verdiğimiz aile pozlarımız, mutluluk adına yeterli değildi.” 

Düşüşlerin en zararlısıdır, kalkmak istersin ama kalkamazsın. Her hamlede bacağına bağlanmış bir taş seni aşağıya çeker. Canımız yansa da o düşüşten, vazgeçemeyiz. Kendimizi alıştığımız o engebeli yola teslim ederiz. Sadece anneler görür düşmeye sebep marazları. Ama gördüklerine karşı duramaz. Sessiz bir kabulleniş, adsız bir hayat hikâyesi doğurur. 

Sonra yaşamın nereden bakılsa eşit mesafede durulan bir yolculuk olduğu keşfedilir. Geride bıraktıklarınla seni bekleyen, hep ortada bir yerdedir. O kadar anlamsızdır ki her şey, biteviye bir yoldur, bugünden öncesi ile sonrası aynı uzaklıktadır. 

“Aynı anda her iki yöne doğru akan uzaklıklar vardır, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bilincim böyle çalışıyordu o sıralar. Bir türlü yaklaşamama hissi… Bana hâkim olan duygu melankoliydi; benim hâkim olduğum duygu neydi, bilmiyordum hiç.”

Düştüğümüz yegâne yer, aile ortamı değildir. Kalbimizin aynı ritimle birbirine yaklaştığını düşündüğümüz o çok kıymetli ofis arkadaşımız da düşüşümüze zemin hazırlar. Zaman akar. Yollar, hedefe varana kadar aldığımız ve kalan mesafede uzaklığını tayin edemediğimiz, değişen, dönüşen arkadaşlıklar da bizi hayal kırıklığına sürükler. 

“Garip bir şekilde, her sabah masama geçip otururken onu anladığımı, hatta onu sevdiğimi düşünüyor, gün bitip ofisten ayrılırken onu hiç anlamadığımı ve asla sevemeyeceğimi düşündüğüm bir noktaya geliyorum. Duygularımız karşılıklı mı, o da günün başlangıç noktasından bitiş noktasına benimle ilgili aynı şeyleri düşünüyor mu bilmiyorum ama karşılıklı olarak aynı hayaller içinde olmadığımız kesin.” 

Kitaba adını veren “Adı Olmayan İkici Öykü” başlıklı öykü ise, üzerinden düşme hikâyelerine odaklandığımız aileye ait bir başka öykü. Bu defa, karı kocanın düşüşlerine tanık oluyoruz. Yurt dışında yalnızlığına terk edilen evin babası, yuvaya dönünce acısı evin annesinden çıkar. Sözler, kalbe kazınmış bir kutuda kilitli kalır. Aile bireyleri bir araya geldiğinde kalpteki düğümler unutulur, çocuklar geldiğinde yenmek üzere ayrılan zeytinyağlı dolmalar buzdolabından çıkar. 

“Olma Yolunda Vaatler” öyküsü, okuru Adın’ın iş görüşmesine odaklandırır. Mülâkatta “Adın”ın anlamını soran şirket ortağına anlatmaya başlar. 

“Babam yurtdışındaymış ben doğduğumda. Almanya’da çalışıyormuş. Mektup yazmış anneme. Erkek olursa ‘Adın’ koy adını diye. Ben doğmuşum. Ama yine de adımı ‘Adın’ koymuş annem.” 

İş görüşmesi diye başlayıp, psikoloji seansına dönüşen nice görüşmeler geçmiştir başımızdan. Sanki adımızın mânâsıyla yapacağımız iş birebir alâkalıymış gibi takınılan tavırlar, o anda odadan çıkıp gitme isteği vermez mi? Belki de hayata karşı vurdumduymaz olmak, kocaman kulaklıkları kulağımıza geçirip dış seslerin bizi esir almasını engellemekten geçer. 

“Şehir kalabalık, çok kalabalık, çok fazla her şey, ama her şey çok fazla. İşin korkunç tarafı, eksiksiz ve tam anlamıyla tamam hiçbir şey yok etrafta. Güneşli bir gün değil, çok sıcak bir gün değil, gökyüzü yüksek değil, etraf aydınlık değil, eyyamı bahur değil. Artık yok öyle bir iklim; insanlar iyi veya kötü değil değiller, mutlu veya mutsuz da değiller. “Ne bekliyorlar ki bizden?” diyor biri, duran otobüsten inip kaldırıma çıkarken. “Mutlu olmamızı mı? Asla, asla olmayacak böyle bir şey, avuçlarını yalarlar artık!” İnsanların şakaklarına doğru yol alan ter, koltukaltlarındakinden, kasıklarından apış aralarına doğru yürüyenden fazla. Onları ele veren şakaklarındaki damarlar çıplak gözle görülebilecek denli bariz, bir parmak kalınlığında ve zong zong atıyorlar deriyi yırtacak gibi. Mutluluktan kasıtları ne olabilir? Otobüsten inen kişi sayısı inanılmaz, tek bir otobüsten şehrin binlerce durağında binlerce otobüs boşalıyor şu anda ve yine tam da şu anda korkmak gerekebilir. Korkmaya başlansa iyi olur sanki, insanların nabızları sakin.”

Büyükşehirde yaşayan biz ölümlülerin ortak kaderi… Bu cümleler, sanki birer kelimeyken benim zihnimden kopup Aynur Kulak’ın zihninden düşüncelerim olarak taşmış. Çok içselleştirdim bu düşüşü. Her gün maruz kaldığım ama bir sonraki gün, küllerinden doğarcasına yenilendiğim ve yeniden o topluluğun içine karıştığım düşüş, önüme baktığımda, geçmişte yaşadığımla aynı uzaklıkta duruyor. Ne bir gün fazla, ne bir gün az.

Aynur Kulak’ın öykülerinde yalın bir dille açtığı o kapıdan kolaylıkla giriyoruz. Birinci tekille anlatmaya başladığı öyküler, “Adı Olmayan Öykü” olduğundan birer epigrafla açılıyor ve yazarın meselesini pekiştiren o satırları koklayarak kendimizce bir ad veriyoruz. Sonra öyküler saf değiştirerek üçüncü tekile dönüşüyor. Aynur Kulak’ın zihninden çıkıp Adın’ın zihnine sirayet ediyoruz. “Düşme”, metaforik anlamlarıyla önümüzde yelpaze gibi açılıyor. Farklı anlatıcılardan dinlediğimiz öykülerin arasında düşe kalka ilerliyoruz. Kâh kendimize sarılıyor kâh kendimizden uzaklaşıp yine “ben” olmaya çalışana bakıyoruz. Dünya, orada dönmeye devam ediyor. Çekim gücüne direnemiyoruz. Aynur Kulak’ın attığı tohum, toprakta mıknatıs gibi kendine çektiği metaforlarla beslenip yeşeriyor. Okudukça içimizdeki ihmal ettiğimiz “ben”e biraz daha yaklaşıyoruz.

Peyman Ünalsın Gökhan

Editör: Elif Türkoğlu

Visited 13 times, 1 visit(s) today
Close