Yazar: 20:09 Öykü

Açamayacağımız Kapı Yoktur

Durmaksızın sağa sola koşturduğum, fazlasıyla yoğun ve aynı zamanda oldukça sıkıcı bir cuma günüydü. Bir an evvel mesaimi tamamlayıp evime gidebilmeli, hafta sonu tatilimin keyfini bu akşamdan itibaren çıkarmaya başlayabilmeliydim.

Mesaim bitince hiç oyalanmadım. Evimin apartman kapısının önüne gelir gelmez gözlerim öylesine kamaşmıştı ki, başımı hangi yöne çevirebileceğimi bir türlü kestirememiştim. Çünkü apartmanın eski, hantal ve açılırken adeta akordu bozuk bir çello gibi ses çıkaran kapısı gitmiş ve yerine yepyeni, inci gibi parlayan, üzerinde çeşitli çiçek motifleri bulunan, ufak camlı bölmelere sahip demir bir kapı gelmişti.

Yeni takılmış bu muazzam kapıyı birkaç dakika boyunca hayranlıkla inceledikten sonra, apartmanda oturan ve hiçbirini henüz tanımadığım komşularımın zillerine rastgele basmak zorunda kalmıştım. Hem anahtarım yoktu hem de sırf iş yerime yakın olsun diye taşındığım, daha öncesinde ise sadece ismen duyduğum semtteki bu mütevazı apartman dairesine taşınalı birkaç gün olmuştu.

Fazla zaman geçmeden komşularımdan biri otomatiğe basıp kapıyı açmıştı. İçeri girip merdivenlerden usul usul çıkmaya başladım. Üçüncü kata geldiğimde; yetmişli yaşlarında, aerobik kıyafeti giyinmiş ve Sibirya cinsi kedisini okşayan kır saçlı bir teyze kapısının önünde bekliyordu beni. Kaşları çatıktı. Kedisi ise gözlerini bir an olsun benden ayırmıyor ve kuyruğunu sürekli sağa ve sola doğru hızlıca sallıyordu. Tam derdimi anlatmaya başlayacakken teyze benden önce davranmış ve “Yarın gel, dış kapının anahtarını vereyim,” demişti. Teşekkür edecektim kendisine elbette ama teyze bu kez de benden önce davranmış ve kapıyı aniden suratıma kapatmıştı. Ziline basarak hem kendisini hem de kedisini rahatsız etmeme epey sinirlenmiş olmalıydı. “Olur böyle şeyler…” düşüncesiyle bir kat daha çıkarak evime girmiştim. 

Ertesi gün anahtarı istemeye gittiğimde Emine teyze dünün aksine epey neşeliydi. Ona kendimi detaylıca tanıtma fırsatı da bulmuştum bu kez. Yeni taşındığımı artık bildiğinden kendisinde tek kopyasının olduğunu söylediği apartman kapısının anahtarını bana uzattı. Caddeye çıkıp sola döndüğümde, kendisi daha öncesinde hiç uğramadığını söylese de, üç tane anahtarcı bulabileceğimi söylemişti. Bu anahtarcılardan birinde anahtarın aynısından kısa sürede çektirebilirmişim. Emine teyzeye teşekkürlerimi sunup ayrıldım.

Günlerden cumartesiydi. Fazla vakit kaybetmeden şu anahtar işini halletmeliydim. Sonrasında tüm gün benimdi nasılsa. İstediğim her şeyi yapabilir ve hafta sonu tatilimin keyfini çıkarabilirdim. Bizim mahallenin insanın nefesini kesen yokuşundan çıkarak caddeye doğru adımlamaya başlamıştım.

Caddeye çıkıp sola döndüm. Yaklaşık yüz metre ötede arka arkaya sıralı ve rengarenk neon ışıklarıyla aydınlatılmış üç levha görünüyordu. Levhaların ilkinde Anahtarcı K, ikincisinde Anahtarcı L, üçüncüsünde  ise Anahtarcı S yazıyordu. Sıralamayı bozmak istememiş ve ilk olarak hızlı adımlarla Anahtarcı K’nin dükkânının önüne gelmiştim.

K’nin  dükkânının camında büyük harflerle “KÂZIM” yazıyordu. Yazının sağ tarafında ise kocaman bir fotoğraf vardı. Al yanaklı, pos bıyıklı, ellerini bıyıklarına götürmüş ve onlarla oynuyormuş gibi poz veren, haşin bakışlı bu adam Anahtarcı Kâzım’dan başkası olamazdı sanırım. “KÂZIM” yazısı ile fotoğrafın arasında fazlaca boşluk bırakılmış olması da gözümden kaçmamıştı. Fazla zaman geçmemiş ve “KÂZIM” yazısı ile fotoğrafın arasında aşağıdan yukarıya doğru yavaş yavaş kalkan bir düzenek belirmişti. Bu düzenek bir maket kalpten ve anahtardan oluşuyordu. Kalbin üzerinde bir anahtar yuvası olduğunu fark etmiştim. Anahtar ise kalbin anahtar yuvasına doğru yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. O anlarda dünya yıkılsa umurumda olmazdı. Beni ilgilendiren tek şey bu düzeneğin nasıl işleyeceğiydi çünkü. Anahtar kalbin anahtar yuvasına kavuşur kavuşmaz durmadan yanıp sönen rengarenk bir yazı belirivermişti ve tam olarak şöyle yazıyordu: “Açamayacağımız kapı yoktur.” Bir anahtarcıya göre oldukça havalı bu gösteriyi izledikten sonra kapıdan içeri girmiştim.

Tam karşımda dükkânın üst kat merdivenlerinin tırabzanına tutunmuş kocaman bir papağan gözlerini bana dikip kaşlarını çatmıştı ve sert sert bakıyordu. Birkaç adım atmamla boynunun uzamaya başladığını fark etmiştim. Hırlamaya da başlamıştı. Başını ise sağa sola hareket ettiriyordu ve aynı sözcüğü üç kez tekrarladı“Müşteri…”,  “Müşteri…”, “Müşteri…”

Ortalıkta kimseler yoktu. Birkaç adım daha atıp içeriyi detaylıca incelemeye karar vermişken aniden bir gürültü koptu ve dükkânın asma tavanından bir bölme açıldı. Bir erkek sesi duymaya başlamıştım ama henüz görünürde kimse yoktu. Fazla zaman geçmemişti ki, birinin benden merdiveni yanaştırmamı istediğini duydum. Bu ses tavanın açılan bölmesinden geliyor olmalıydı. Kapının önündeki merdiveni hızlıca alarak tavanın bölmesine hizaladım ve sıkıca tuttum. Bir adam merdivenlerden yavaş yavaş inmeye başlamıştı. Merdivenlerden inip bana tam olarak döndüğünde dükkânın camındaki adamla merdivenini tuttuğum adamın aynı kişi olduğunu anlamıştım. Evet, anahtarcı Kâzım tüm heybetiyle karşımda duruyordu. 

“Hoş geldin yeğenim!” dedi. Tokalaşırken elimi öyle bir sıkmıştı ki tüm kemiklerimin kırılacağını zannetmiştim.

Fazla vakit kaybetmeden konuya girip elimde bulunan tek anahtarı çektirmek istediğimi söylediğimde omzuma sertçe vurarak, “Hallederiz yeğenim, o kolay iş! “ dedi. Anahtarı çekmek için makinesinin başına oturmuştu ki birden kapıdan çekik gözlü bir genç girdi. Elinde bir paket vardı ve Kâzım’a Japonca bir şeyler söyledi. Kâzım da ona aynı şekilde Japonca karşılık verdi. Paketi alıp hızlıca açtı. Paketin içerisinde bir porsiyon suşi vardı. Kazım suşi çubuklarını nazikçe kavramış ve suşisini afiyetle yemeye başlamıştı.

Kâzım’ın yemeğini yiyerek anahtarımı çekmesi neredeyse bir saat sürmüştü. Bir an önce borcumu ödeyerek buradan ayrılmalıydım. 

“Borcum ne kadar Kâzım ağabey?”

“Yüz lira versen yeterli yeğenim.”

“Ne yaptın Kâzım ağabey? Yüz lira olur mu bir anahtar?”

“İnce işçilik aslan yeğenim, piyasadaki en son çıkan anahtar modelidir bu.”

Kalsın, diyerek anahtarı orada bırakıp gidemedim ve evimin yolunu tuttum. Hava ne kadar da sıcaktı bugün. Alnımdan ter damlaları boşalmaya başlamıştı bile. Nihayet evimin apartman kapısının önüne gelebilmiştim. Anahtarı kapının yuvasına yerleştirdim. Önce sağa, sonra sola, bir daha sağa ve bir daha sola… Neredeyse on kez denemiştim ama kapı bir türlü açılmamıştı. Kâzım suşisine öylesine odaklanmıştı ki anahtarı çekerken kesin bir şeyleri yanlış yapmıştı. Ulan Kâzım… Ulan Kâzım… Hani açamayacağın kapı yoktu? 

Yeniden caddeye çıktım. Kâzım’a gidecek ve anahtarı yeniden çekmesini isteyecektim. Fakat dükkân kapalıydı. Kapıda ise bir yazı asılıydı ve aynen şöyle yazıyordu: “Kapalıyız. Ne zaman açılırsınız diye sormayın. Bilsek onu da yazardık.” Yüz liramdan da olmuştum. Yapılacak en mantıklı şey az ötedeki ikinci anahtarcıya uğramaktı.

İkinci anahtarcıya doğru adımlarken birtakım sesler gelmeye başlamıştı kulağıma. Neyin sesiydi bu? Bir tür müzik miydi yoksa? Dükkanın kapısının önüne geldiğimde sesin kaynağının içeriden başka bir yer olmadığını anlamak pek de zor olmamıştı benim için. Mezdeke dans müziği değil miydi bu duyduğum? Yoksa gaipten sesler mi duymaya  başlamıştım? Anahtarcı L’nin dükkanının camında büyük harflerle, “SADECE ANAHTAR ÇEKİLİR” yazıyordu. Ben de sadece anahtar çektirmek istiyordum zaten. O zaman derhal içeriye girip anahtarı çektirmeli ve evimin yolunu tutabilmeliyim.

Kapıyı açıp içeriye girdiğimde mezdeke dans müziğinin sesini kulaklarımın en derinlerinde hissediyordum. Tam karşımda beş altı yaşlarında biri kız biri erkek iki çocuk, parmaklarıyla beni işaret ederek adeta kahkahalara boğuluyorlardı. Ne olup bittiğini anlayamamıştım. Çocukların durdukları yere doğru bir adım daha atmıştım ki birden dengemi kaybedip kendimi yerde buluverdim. Gözlerim dükkanın tavanına dikilmişti. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başlıyor, tavanın görüntüsü ise netliğini kaybediyordu. Bir süre sonra da gözlerim tamamen kapanmıştı.

Burnumda çok yoğun bir kolonya kokusu… Gözlerim açılmaya başlamıştı. Bir kanepeye ayaklarım yukarıya doğru dikilmiş bir şekilde uzanmıştım. Başımda dört kişi vardı. Bir adam, bir kadın ve beş altı yaşlarında bir kız bir de erkek çocuğu… Bu çocuklar ben düşmeden önce kahkahalarla gülerek beni işaret eden çocuklar değil miydi ? Evet, Onlardı. Aynı şekilde gülmeye devam ederek  parmaklarıyla yine beni işaret ediyorlardı. Kendimi az da olsa daha iyi hissetmeye başlamıştım. Bir an önce ayaklanmalı ve buradan hemen ayrılmalıydım. Kanepeden doğrulup ayağa kalktığımda başımda duran adam nazikçe elimi sıkarak adının Lütfü olduğunu söylemişti. Anahtarcı L’ de anahtarcı Lütfü’nün kısaltmasıydı demek. Lütfü bana önce çocukların yerlere saçtığı bilyeleri göstererek onlara basıp düştüğümü söylemişti. Sonra benden çektirmek istediğim anahtarı istemiş ve beraber makinesinin başına oturmuştuk. 

Mezdeke müziği de çalmıyordu artık ve dükkânda sessizlik hakimdi. Lütfü anahtar çekme işlemine başlamışken, gözlerimi açtığımda başımda duran kadın elinde bir tabakla yanımıza geldi ve “Acıkmışsındır evladım,” diyerek elindeki tabağı bana uzattı. İçinde dolma, kısır, su böreği ve yaş pastanın olduğu bu tabak bana annemin zamanında evimizde bütün mahalleli kadınları toplayarak ayda bir yaptığı günleri hatırlatmıştı. O sırada dükkânın üst kat merdivenlerinden ayak sesleri duymaya başlamıştım. Başımı merdivenlerin bulunduğu yöne çevirdiğimde yaklaşık on ya da on beş yaşlı teyze üst kat merdivenlerinden aşağı iniyordu. Lütfü’nün eşi olduğunu öğrendiğim, bana tabak uzatan kadın, misafirlerini yolcu etti.  

Lütfü’ye bir bakış atıp camdaki “SADECE ANAHTAR ÇEKİLİR” yazısını sordum. “Hanım gözümün önünde olsun. Burada benim yanımda eğlensin isterim, yoksa burada yaptığım tek iş anahtar çekmektir,” dedi. 

Lütfü anahtarı çekip bana teslim etti. Üstelik herhangi bir ücret de istememişti. Güler yüzle iyi günler dedikten sonra dükkânından ayrıldım ve bizim apartmanın kapısının önüne geldim. Bu anahtarı da apartmanın kapısında defalarda denemiştim fakat bu anahtar da kapıyı açmamıştı. Anahtarcı Lütfü’ye de yeniden uğrayıp durumu anlatacaktım. Lütfü’nün dükkânına gittiğimde, dükkânda eşi ve çocukları vardı. Eşine Lütfü’nün nerede olduğunu sorduğumda, önemli bir iş için uzak bir semte gittiğini ve gece yarısına doğru ancak dönebileceğini söylemişti. Kendileri de birazdan dükkânı kapatıp evlerine gideceklermiş. Bir anahtar çektirme işlemi daha başarısızlıkla sonuçlanmıştı anlaşılan…

Anahtarcı Lütfü’nün dükkânından ayrılıp hiç vakit kaybetmeden üçüncü anahtarcının önünde bulmuştum kendimi. Dükkânın camında büyük harflerle “ANAHTARCI SAMİ” yazıyordu. Dükkânın kapısı açıktı. Kapıdan içeriye adımımı attım. İçeride son ses Eminem’in “Lose Yourself” isimli şarkısı çalıyordu ve karşımda altmışlı yaşlarında, beyaz saçlı, aynanın karşısında pazularını sıkan, kaslı ve epey formda görünen bir adam vardı. Yerdeki rengarenk spor minderleri ve dambıllar da hemen dikkatimi çekmişti. Yanlış dükkâna gelmiş olmalıydım herhalde çünkü buranın anahtarcıya benzer hiçbir hâli yoktu. Aynanın karşısındaki bu adam beni fark ettikten hemen sonra pazularını sıkmayı bırakmıştı ve bana doğru geliyordu. İyice yaklaşıp tam karşımda durdu ve yüzüne bir tebessüm takındı. Anahtar çektirmek için geldiğimi söylediğimde ise tokalaşmak için elini uzatıp adının Sami olduğunu söylemişti.

Sami amca beni içeriye tam olarak buyur ettikten sonra, birkaç dakika içerisinde hemen gelip anahtarı çekmeye başlayacağını söylemişti. Ben ise anahtar çekme makinesinin önündeki taburelerden birine oturmuştum. Sami amca önce müziği kapattı sonra elinde bir şişeyle gelip makinesinin başına oturdu. Şişesinin içerisinde protein tozu olduğunu anlamıştım. Sami, bir taraftan anahtarı çekiyor, bir taraftan da protein tozlu karışımını afiyetle yudumluyordu. Birden telefonum çalmıştı. Arayan arkadaşlarımdan biriydi fakat sesini bir türlü alamıyordum. Oturduğum yerden kalkıp dışarı çıktım.

Telefon konuşmam neredeyse yarım saat sürmüştü. Dükkânın kapısından bir kez daha içeriye girdiğimde Sami amca masasının başında çoktan uykuya dalmıştı bile. Anahtarı çekmişti ama. Ben de masanın üzerindeki anahtarları alıp cebime koymuştum. Nazik bir şekilde kolundan dürtüp seslenmiştim fakat Sami amcayı uykusundan uyandırmayı başaramamıştım. Bir kez daha denemiştim ve bu kez kolundan daha sert bir biçimde dürtmüştüm. Ama nafile…

İyice korkmaya başlamıştım artık. Alnımdan soğuk terler boşanmaya başlamıştı bile. Cesaretimi toplayıp önce Sami amcanın ellerine dokundum. Sonra nabzını kontrol ettim. Elleri  buz gibiydi; nabzı ise atmıyordu…

Hiç vakit kaybetmeden ambulans çağırdım. Sami amcanın telefonundan eşini arayıp haber verdim. Ambulans kısa süre içerisinde gelmişti. Sami amcanın eşi ve neredeyse tüm tanıdıkları ise polis ekipleriyle beraber dükkândaydı. Herkese tüm olan biteni anlatmıştım. Ekipler hemen dükkanın kamera kayıtlarını incelediler. Neredeyse kırk beş dakika sürmüştü ama benim de suçsuz olduğum anlaşılmıştı. Müsait bir zamanımda emniyete uğrayıp bir kez de emniyette ifade vermem gerektiğini söylediler. Sami amcanın eşine ve tanıdıklarına baş sağlığı diledikten sonra dükkânından ayrıldım…

Evimin apartman kapısının önüne gelmiştim. Sami amcanın çektiği anahtarı kapının deliğine yerleştirdim. Önce sola, sonra sağa, sol, sağ, sol, sağ derken kapı üçüncü kez de açılmamıştı. Sinirlerim hepten bozulmuştu artık. Var gücümle açılması için zorluyor, kapıyı durmadan ileri geri ittiriyordum. Kendimi öylesine zorlamıştım ki adeta kan ter içerisinde kalmıştım. Nasıl bir gürültü çıkardıysam artık, kapının camlı bölmesinden mahalledeki insanların etrafımda toplanmaya başladığını görmüştüm. Etrafıma toplanmış olan mahallelide ise sessizlik hakimdi. Birkaç dakika sonra o sessizlik birinin “Müsaade edin evladım!” demesiyle bozulmuştu. Bu ses fazlasıyla tanıdık gelmişti bana. Arkamı döndüğümde Emine teyze kapının önüne doğru iyice yaklaşıyordu ve elinde alışveriş poşetleri vardı. Yanıma geldiğinde poşetleri taşımam için bana uzattı. O sırada çantasını karıştırmaya başladı  ve çok geçmeden çantasından ayıcık maskotlu bir anahtar çıkardı. Emine teyzenin çantasından çıkardığı anahtarla benim saatlerdir çektirmeye uğraştığım anahtarın maskotu aynıydı. Emine teyze kapıyı açıp benim de içeri girmem için kapıyı tutarken kafam iyice karışmıştı.

Emine teyzeyle birlikte evine doğru merdivenleri adımlarken kafamdaki sorulara cevaplar bulmaya çalışıyordum. Emine teyze bana apartman kapısının anahtarını çektirmem için uzatırken kendisinde tek kopyanın olduğunu söylememiş miydi? Eğer tek kopya benim saatlerdir çektirmek için uğraştığım anahtarsa Emine teyze çantasından çıkardığı anahtarla apartmanın kapısını nasıl açabilmişti?

Emine teyzenin evine girdiğimizde gelini Zeliha evin içerisinde dört dönüyor, çekmeceleri hızla açıp kapatıyor ve “Nerede bu anahtar?” diyerek kendi kendine söylenip duruyordu.  Emine teyzeye acelesi olduğunu söyledi. Kendi evinin ayıcık maskotlu anahtarını görüp görmediğini sordu telaşla. Emine teyzenin anahtarları karıştırıp bana gelini Zeliha’nın evinin anahtarını verdiğinden artık emindim. Zeliha’ya cebimdeki anahtarı çıkarıp gösterdiğimde sinirli bir şekilde evinin anahtarının bende ne aradığını sormuştu. Ne Emine teyze ne de ben bir cevap verebilmiştik. Sadece birbirimize bakıyorduk…

Emre Uzun
Latest posts by Emre Uzun (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close