Plastik, işitsel ya da ritmik bir sanat eseri karşısında okurun ya da izleyicinin aldığı tavır nedir, nasıl olmalıdır? Bir sanat eleştirmeni söz konusu eseri asıl ve neye göre değerlendirmelidir?

Bu soruların ilki daha amatör düzeyde bir cevabı kabul edebilir ancak diğeri sanatın gelişimi açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Cevabın birinci adımı sanat eserinin ne olduğu fikrinde yatar.  Sanat eseri nedir, nasıl oluşur, niçin vardır?

Tarih boyunca bu soruların yanıtları pek çok kez cevaplanmıştır. Platon’dan ve yansıtma kuramından, anlatımcılığa, yeni eleştiriye,  Rus biçimciliğinden alımlama estetiğine, yapısalcılıktan yapısökümüne kadar pek çok görüş edebiyat eleştirisinin teorilerini ortaya koymuştur. Bu makalede günümüz eleştiri anlayışında da sıkça kullanılan eleştirel yaklaşımların bazılarına değinilerek terimlere, fikirlere ve isimlere boğulmadan yapılan yanlışların altı çizilecektir.

Edebî bir metin incelemeye alındığında genellikle ilk yapılan şeylerden biri yazarın hayatını okumaktır. Yazarın hayatı ile eseri arasında paralellikler kurmak metni doğru anlamanın olmazsa olmazı gibi kabul edilir. Kimilerine göre ise psikoloji vazgeçilmezdir. Yazarın psikolojisi ortaya çıkan eserin ana kaynağı görülür. Bazıları ise yaşadığı devrin, o devrin zihniyetinin peşinden giderek metni irdelemeye çalışır. Bir başka grup metinde bahsedilen felsefi meseleler ya da fikirler üzerinden esere değer biçme çabasındadır. Bir diğeri yaşadığı toplumu ne derece yansıttığı ya da toplumu ne derece eğittiği, yönlendirdiği ile ilgilenir. Kimileri ise edebi metnin diğer sanatlarla ilişkisine bakarak değer biçmektedir. Fakat bütün bu yöntemler eserin salt kendisini ele almaktan uzaktır. Eserin kendi ontolojik varlığını görmek, kabul etmek ve bu yapıyı incelemek yerine var olma sebeplerini inceleyen dış yaklaşımlardır ve aslında üzerinde durdukları noktaları da kesin net cevaplar getirememektedir.

Bunlardan biri esere biyografik yaklaşımdır. Çoğu okur kitabı çözümlemek için yazarın hayatına gider. Şüphesiz ki her yazarın eserlerinde kendinden bazı kişiler, durumlar vs. olacaktır. Ancak eseriyle hayatının çakıştığı bu noktalar gerçekten de eserdeki gibi mi yaşanmıştır? Eserde adı geçen kişiler yazarın bizzat hayatında olan kişiler midir ya da yazarın kendisi midir? Öyle olduğunu kabul etmek sanat eserinin hayatın basit bir kopyası olduğunu kabul etmek demektir. Oysa yazar/şair/sanatçı eserinde rüyasını anlatabilir, kendisine tamamen zıt bir kişilik yaratabilir, bir maske gibi kullanabilir ya da bir üsluplaştırma olabilir. Kimi sanatçılar subjektiftir kimisi ise objektif. Eski terimle söylersek şahsi ve gayri şahsi. Şahsi sanatçılar çoğunlukla kendilerini anlattıklarını başka mecralarda ifade ederler ve tarih yazıcılığının da bir dalı olan biyografinin yazarlarına bolca malzeme verirler bu konuda. Günlükleri, söyleşileri, anıları kendilerini ve eserlerini anlattıkları bilgilerle doludur. Fakat diğerleri kendilerinden çok dünyaya açıktırlar ve kendi kişiliklerinin ortadan kaldırılmasını isterler. Öte yandan bir yazarın/şairin yazdıkları ile doğrudan ilgisi olduğunu kabul etmek onu yazdığı kitaplardaki katil, ahlak dışı insan, kral, çoban vs. de olduğunu kabul etmek demektir. Oysa hiçbir edebi metin kişisi direkt olarak  o metnin yazarı ve şairi olarak kabul edilmemelidir. Yazılan şey bir lirik şiir dahi olsa anlatıcı/ söz söyleyen/lirik ben ve sanatçı karıştırılmamalıdır.

Elbette ki biyografilerden elde edilenlerle eserin muhtevasına ait pek çok gönderme çözülecek, bazı deyimler, söylemler, kültürel unsurlar ortaya konulacaktır. Bunlar, sanatçının eserini şekillendiren ona kaynak olan unsurlardır. Bu bilgiler bize sanatçının gelişim evrelerini de verebilir. Ancak bütün bunlar eserin ontolojik varlığı ile ilgili değildir.

Eserden bulunan bir olayın ya da durumun sanatçının kendi hayatında olmuş olması da eserin “ samimiyet” ilkesine hizmet etmez. Samimiyet en başta bir üslup meselesidir. Yaşantılara ve duygulara uygun olmakla ilgili bir durum değildir. Samimi olduğu öne sürülen kimi eserler sadece insanları ağlattığı için bu payeyi almışlarsa ergenlik dönemlerine has yalnızlık ve ayrılık şiirleri ile “arabesk” diye nitelendirdiğimiz o ağlamaklı filmleri en kıymetli eserler olarak değerlendirmek gerekecektir.

Tüm bunları bir yana bırakıp söz gelimi bir romanın otobiyografik bir roman olduğu ve tamamen yazarın hayatını anlattığı belirlense dahi ortaya çıkarılmış olan bu bilgi sadece biyografik bir bilgidir eserin “nasıl” lığı ile ilgili değildir, onun edebî değerini belirlemek için bu içerik yeterli bir ölçüt değildir. Olsa olsa bir tespittir. Kısacası bir eseri çözümlerken biyografik yaklaşımı yöntem olarak kullanmak, eserin edebi değerini ortaya koymakta yetersizdir.

Bir diğer yaklaşım psikolojik yaklaşımdır. Yazarın psikolojisinin incelenmesinin, yazarın yaratma sürecini etkileyen ya da tetikleyen şeylerin incelenmesinin doğru bir yol olduğu düşünülebilir. Öte yandan eserde geçen tiplerin ya da karakterlerin psikolojik tahlilleri yapılabilir. Son olarak da eserin okur ya da toplumla ilişkisine değinilebilir.

Birçok inceleyici Freud’un etkisiyle yazarın nevrotik durumlarını açıklamanın eseri açıklamada önemli rolü olduğu fikrindedir. Freud’a göre birtakım nevrozlara sahip olan sanatçılar yaratma güçleri ile bu hastalıklı hallerini sağaltmaktadırlar. Yarattığı fantezi dünyası ile yazar/şair isteklerini ve tutkularını “gerçekleştirebildiği” bir ortam yaratır ve tekrar gerçekliğe dönecek bir yol bulur. Edebiyat tarihinde yolu Freud ile kesişenlerin bu fikre inandığını ve toplumdan ne kadar ayrı kalırsa o kadar sanatçı kalacağını düşünenlerin olduğunu Rene Wellek bildirir bize. Çünkü toplumla bütünleşmek demek, onun normallik ölçülerine uyum sağlamak, zaman zaman karşı geldiği sistemin parçası olmak demektir. Edebi eser incelemesinde yazara dair elde edilebilecek bu bilgi sadece içeriğe, malzemeye has bir bilgi olmaktan öteye gitmez aslında.

 Jung’un içedönük ve dışadönük tipler ayrımı ise sanıldığı kadar basit değildir. Biyografi meselesinde de değindiğimiz gibi yazarlar bazen eserlerinde direkt kendilerinden ilham aldıkları gibi bazı eserlerinde kendilerine tamamen zıt bir tipi canlandırarak eksiklerini tamamlayabilirler. Hatta bir yazar kendisinde hissettiği/ fark ettiği anlık ruh hallerini kitaplarındaki kahramanlarına birer karakter olarak verebilir.

Kimi şair ya da yazar “cezbeli” kimisi ise “ emekçi” tipe uygundur. İlki bir şaman gibi ani bir ilhamla yazarken diğeri usta bir zanaatkâr gibi ince ince işleyerek ve uzun emekler harcayarak yazar. Fakat bir incelemeci işin bu kısmına değil, sonucuna bakacaktır. Rusu,  sanatçıları bu anlamda sempatik, anarşik şeytani ve dengeli şeytani diye üçe ayırıp dengeli şeytani tipe girenleri en üst sınıf kabul eder.

Yaratma sürecinde yazarın psikolojisi incelenirken genellikle yazarı besleyen bilinçaltı kaynaklar, eseri oluştururken geçirdiği tüm evreler ele alınır. Üzerinde merakla durulan konulardan biri ilham meselesidir. İlham isteyerek uyandırılabilir mi? Keyif verici bir takım maddeler alınarak yazılan eserler yok mudur? İlkel toplumlardan, şaman ayinlerinden beri tütsü yakmak koku vasıtasıyla transa geçmek bilinen bir yöntemdir. Kokunun yaratma sürecine etkisi ortaya çıkan esere ne derece katkı sağlamıştır? Afyon içerek verdiği eserle afyon içmeden verdiği eser arasındaki fark edebiyatın gücü müdür, afyonun gücü müdür? Şüphesiz ki bir edebi eser incelemecisi afyonun etkisini kimyagere bırakıp ortaya çıkan metni, metnin kendi içinde değerlendirecektir. Bir başka etken yazarlar için zaman dilimidir. İlkbaharda yazanlar, sonbaharda yazanlar; günün şu ya da bu vaktini seçenler… Bunlar metnin üslubuna, bütünlüğüne, uyumuna etki ettiği ve onunla birleştiği ölçüde önemlidir. Aksi takdirde sadece yazarın yaratma gücüyle yazarın kendisiyle ilgilidir.

Bir başka mesele yazarın hangi teknik ya da araçla yazdığıdır. Dikte ederek mi, daktilo ya da bilgisayarla mı, dolmakalemle mi? Bu tekniklerden birini kendine yakın bulan yazar daha hızlı daha doğal yazabilir. Kimi yazıyı ve an’ı dondurduğu gerekçesi ile daktilo kullanmayı sevmezken kimi tükenmez kalemin akışkanlığını, kimisi ise dikte etmenin rahatlığını sever. Yazarın tamamen kişisel tercihi ile ilgili bu durum incelmeci için hiçbir anlam ifade etmemelidir; doğru soruyu bulana kadar: “Bu tarz yazmanın üsluba etkisi var mıdır, varsa nedir?” Örneğin dikte edilerek yazılan bir eser konuşma havasında olabilir. Hatta H. James’in irticalen yazdığı/ dikte ettiği bilinmektedir. Bu da eserlerine gerçekten konuşma havasını katmaktadır.

Yaratma süreci içerisinde edebi inceleme yapacak kişiye en faydalı olan, yazarın eserinde en baştan beri yaptığı düzenlemelerin, düzeltmelerin, değiştirmelerin tespitidir. Günümüzde pek çok yazarın kitabının ilk şablonlarına, müsveddelerine, kitapla ilgili notlarına ulaşmak çok daha kolaydır. Bunlar sayesinde eserin adım adım ilerleyişi izlenebilir. Fakat bir eleştirmen tüm bunlara bakarak değil nihai esere bakarak değerlendirmesini belirtecektir. Bu bilgilerin takibi aslında en çok yazmak konusunda meraklı acemileri ve yazarın hayranlarını cezbedecektir.

Psikolojik yaklaşımın eserle en ilgili olan kısmı ise eserdeki kişilerin psikolojileridir. Yazar okurun önüne inandırıcı, tutarlı kişiler çıkarmalıdır. Kişi ne kadar sıra dışı biri olursa olsun kendi içinde bir tutarlılığı olmak zorundadır ve bu okurun esere olan güvenini artıracaktır. Fakat nihayetinde söz konusu olanın edebi bir eser olduğu bir psikiyatri hastası dosyası olmadığı da aşikârdır. Öte yandan çok tutarlı bir kişilik oluşturmanın edebi bir metin oluşturmak için yeterli olduğunu söylemeyiz. Eser içinde eğer karmaşıklığı ve tutarlılığı  güçlendirmişse o zaman eser kişilerinin psikolojisinin esere  değer kattığını söyleyebiliriz. Bu da eserin sadece bir yönünü belirtmektir.

Eserin toplumla ilişkisi meselesine bakacak olursak en başta belirtmeliyiz ki bu görüş temelini ağırlıklı olarak “Edebiyat hayatın aynasıdır.” fikrinden alır. Yansıtma kuramının ifadesi olan bu mottoya göre edebiyat başlı başına bir amaç değil, toplumu yansıtmakta bir araçtır.

Kabul etmeliyiz ki edebiyatın ana malzemesi olan dil toplumun yarattığı sosyal bir kurumdur. Üstelik yazar da bu toplumun içinde bir bireydir. Edebiyatın tarihi süreçte pek çok başka kurumla aile, din, iş, oyunla sıkı ilişkisi de göz ardı edilemez. Yanı sıra gelenekler, modalar, mitler de toplumun kültürel dünyasının vazgeçilmezidir ve edebiyat tüm bu malzemeden faydalanır ondan etkilenir ve bazen de onu etkiler.

O halde toplumla olan ilişkisini şu başlıklarla özetleyebiliriz: Yazarlık mesleğinin ve edebi kurumların sosyolojisi, edebî üretimin ekonomik temeli konusu, yazarın sosyal kökeni ve toplumdaki yeri, edebi eserlerde geçen sosyal içerikler, eserin hitap ettiği kitleye etkisi.

Birkaç cümleyle açıklayalım. Her yazar muhakkak surette içinden çıktığı sosyal sınıfa uygun mu yazmaktadır? Kendi sınıfına bağlı kalmak zorunda mıdır? Elbette ki hayır. Edebiyat tarihinden buna uymayan örnekleri bulmak zor değildir. Bizim edebiyatımızda akla ilk gelen saray çevresinde gelişen edebiyatın şairlerinin güdümlü ve maaşlı bir şair gibi çalıştığıdır. Bir yazarın sosyal olaylara ve siyasete bakışı edebiyat dışı olan kayıtlarından, biyografik belgelerinden çıkarılabilir. Bazen yazarın yaşam tarzı ve dünya görüşü ile eserlerinde ortaya koyduğu tip, karakter ve durumların çatıştığı görülebilir. Balzac’ta olduğu gibi. Eski düzenle ve aristokrasi ile kilise ile uyum içinde görünen bir yaşam tarzı olmasına rağmen eserlerinde bunlara karşı bir mücadelesi söz konusudur. Halk edebiyatında bu örtüşme daha çok görülebilse de kimi halk ozanlarının da sisteme ters düşen eleştirel eserleri olduğunu biliriz.

Günümüzde saray ve eşrafı olmasa dahi seçkin ya da elit kesimin edebiyat üzerine yönlendirmeleri olmaktadır. Bu kolay kolay beğenmeyen okur, yazarı maaşlı çalışanı gibi görmese de kendi sınıfının isteklerine, hırslarına, eksikliklerine değinen eserler isteyerek yazarı yönlendirir. Nasıl ki eskiden sözlü kültürde eserin ağızdan ağza yayılabilmesi için beğenilmesi gerekiyor idiyse günümüzde de tutunabilmek için yazar okunma, tiyatrocu, sinemacı izlenme oranıyla bu beğeniye mecbur bırakılmaktadır. Bu durumun ister istemez güdümlü edebiyatı doğurması kaçınılmazdır. Hakiki sanatın gelişmesi isteğiyle toplulukların yönlendirdiği popüler sanat anlayışının çatışmasından kimin zaferle çıkacağı toplumun gelişmişlik düzeyine bağlı olacaktır.

Bu konuyla yakından ilgili olan diğer mesele günümüz koşullarında yazarla okur arasındaki ara unsurların artmış olmasıdır. Basımevleri, reklam sektörü, kitap fuarları, sosyal medyanın etkisi, eleştirmenlerin niceliği ve niteliği, kitapla ilgili çeşitli dernekler, siyasi güçler, yazar ve okur arasındaki doğrudan ilişkinin arasına giren bu ilişkiyi çeşitli yönlerden değiştirebilen unsurlardır. Tüm bunlar üzerinden bir edebî eserin niteliğine karar vermek ne kadar doğrudur?

Öte yandan yazarın da toplumu ve geleneği etkilediği düşünülebilir. Meşhur örnekleri düşünelim: Genç Werther’in Acıları ile intihar edenleri, Çalıkuşu sebebiyle Anadolu’ya öğretmen olmak için Milli Eğitim Bakanlığına başvuranları. Bunlar önemli örneklerdir şüphesiz fakat başlı başına bir sanat eseri ile toplumdaki bir yozlaşmışlık, sistemdeki bir eksiklik tamamen kaldırılabilmiş midir, Kemalettin Tuğcu’dan sonra öksüz ve yetim çocuklar kendilerine gerçek birer yuva bulabilmiş midir? Sanat bunun için yeterli değildir; yapılmasın anlamına gelmez ancak sanatın birincil görevi bu değildir. Sanatı sanat yapan gerekli ve yeterli şart da bu değildir.

Yazarın topluma bir diğer etkisi bir gelenek başlatabilmesi, edebiyata yön verebilmesidir. Büyük kabul edilen şöhret sahibi bir yazar kendisinden sonra gelenler için bir yol açıcı olabilir. Yeni bir türün ya da tarzın doğmasını sağlayabilir. Bu durum yazarın özgünlüğü açısından artı puan olacağı gibi edebiyat tarihi için de önemlidir.

Yazarın topluma bu etkisi düşünülerek toplumu iyiye güzele yönlendiren eserler verilmelidir, fikrine varılabilir. Tamamen edebiyat dışı bir kaygıyla söylenen bu fikir Max Weber’in “ideal tipler” kavramında bulur kendini. Eski Yunan’dan da kaynağını alan bu fikir ne kadar gerçekçi bir toplum çizecektir? Bu masallara benzeyen didaktik form edebiyatın ve hayatın neresindedir? Aslında bu fikre gerek kalmadan şu noktaya varılabilir: Ne kadar kapalı, sembolik ve alegorik olursa olsun her eser kendi devrinden ve toplumundan izler taşır. İyi bir eleştirmen belli döneme ait eserler üzerinde yapacağı tematik bir okumayla bu izleri keşfedebilir. Buradan belki Hippolyte Taine’in “ırk, ortam, an” üçlemesine geçebiliriz. Ona göre insan içinde bulunduğu kültür iklimine ve devrine göre üretir. Bu her zaman doğru değildir. Yaşanmışlık sindirilmeden edebiyata geçmez her zaman ki buna endüstri devrimi ile ilgili romanları bizde ise Tanzimat sonrasını örnek verebiliriz. Tam tersi olarak sanatın çok yüksek olduğu devirlerde toplumun genel gelişimi için aynı şeyi de söylemeyiz. Eski Yunan buna örnektir. Divan şiirinin saltanatı on yedinci ve on sekizinci yüzyılda kaybedilen topraklara, siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen devam etmiştir. Bu durum alt yapının üst yapıyı her zaman direkt olarak etkilemediğinin bir göstergesi olduğu için edebiyatı bir yansıtma ve bir üst yapı olarak gören Marksist eleştiriye de cevaptır.

            Netice itibariyle sosyal meselelere ışık tutan, topluma yön verme derdinde olan eserler dışında pek çok büyük eser de vardır ki edebi yönden kıymetlidir. Toplumcu edebiyat tek eleştiri çeşidi değildir. Üstelik bu eleştiri türünü kabul etmek demek, edebiyatın sadece bir taklit olduğunu ve tek başına bir değer bir varlık olmadığını kabul etmek demektir.

            Aynı şekilde felsefi ve fikri yaklaşım da edebi eseri sadece içeriğine göre değerlendiren yaklaşımdır. Edebî eserden ille da bir ana fikir çıkarmaya çalışmak bir bütün içinde onun varlığını yok saymaktır. Boas, bunun tam zıddını savunur. Şiirde felsefenin olmayacağını ve kimsenin on altısından sonra şiiri sadece söylediği şeyler için okumayacağını belirtir. Neticede şiirde yer alan fikirler insanlığın zaten şu ya da bu şekilde üzerinde konuşup tartıştığı fikirlerdir. Bir sanat eserini tamamen didaktik bir ürün gibi görmek onu sanat eseri kimliğinden uzaklaştırır. Elbette ki felsefi tarih ve fikirler tarihi insanlık tarihi ile üretimi ile paraleldir. İnsanın ürettiği her şey gibi felsefe de esere dâhil olacaktır. Ancak felsefenin kavramsal incelemesi felsefecilerin alanına dâhildir. Büyük diye adlandırılan kimi şair ve yazarlar bazı felsefelerden etkilenip bunları malzeme gibi kullanabilir, bunlardan ilham alabilir hatta bu eserlerle edebiyat yeni bir yöne doğru ilerleyebilir. Ancak bu eserlerden biz bu tip bilgiler elde etme yolunda değilizdir. Zira sanatçının felsefi ya da fikrî malzemeyi ne derece içselleştirdiğini hiçbir zaman bilemeyiz. Yani eser bizi ancak fikri araştırmaya yönlendirebilir ama o felsefe ya da fikri açıklamaz.

            Açıklamasa da daha felsefi olan şiir daha mı kıymetlidir? Milli, dinî ya da topluma şu ya da bu bakımdan hizmet edecek olan eser diğerlerinden daha mı kıymetlidir? Öyle olsaydı sırf savaştan ya da zaferlerden ya da kutsal değerlerden bahseden tüm şiirleri şaheser olarak nitelendirirdik. Bunu onaylamanın toplumcu görüşü, psikolojik görüşü onaylamaktan farkı yoktur. Edebiyatın dışında bir yaklaşımdır. Eseri eleştirmek için edebiyat dışı kriterlerin işe dâhil olmasıdır.

            Bu noktada edebiyat bir duygu işidir ve o zaman onun anlatacağı tarih de fikir değil duygu tarihidir, diyenler olmuştur.  Sonra bazıları bu ikisini birleştiren Alman Weltanschaung’u öne sürmüştür. Buradan her devrin kendine ait bir “devir ruhu” olduğu (geistesgeschichte)fikrine varılmıştır. Her devir günlük rutinlerinden dinle, sosyal kurumlarla kendine ait bir ilişki çizgisinde, anlayışındadır ve bu eserlere yansır görüşündedirler. Sanatlar ve bilimin tüm dalları arasında bir bağ kurulur. Ancak bu bizi zamanla devirler arası bir mukayeseye daha çok sosyolojik bir çalışmaya götürür. Üstelik devir, ırk ve sanat anlayışının birbirine bağlılığı tartışmalı bir konudur ki bundan sanatın toplumla olan ilişkisinde de bahsettik.

            Edebiyatın felsefe ve fikirle olan ilişkisinde bir eleştirmenin esasen dikkat etmesi gereken nokta bunların eserle nasıl bir uyum yakaladığı, karmaşıklığa, çatışmaya ya da bütüne, eserin örgüsüne ne derece hizmet ettiğidir. Hiçbir edebi eser felsefi ya da didaktik ölçütlerle değerlendirilemez, edebiyatın sanatın amacı felsefenin amacıyla aynı değildir.

            Kimi zaman edebiyat başka sanatlarla kıyaslanarak onlara benzerliği yüceltilerek değerlendirilir.  Ses yapısı ve ahengiyle müziğe, sıfatları ve tasvirlerindeki başarısıyla resme hatta bazen heykele yaklaştırılır ve bu bir değer olarak kabul edilir. Kimi sanatçılar da bizzat kendileri edebî metinlerini resme ve müziğe benzetmeye çalışmışlardır. Başarılı olan sanatçılar da vardır.

            Ancak bu eserin müziğe yaklaşma çabası içerisinde veznin, ses tekrarlarının, motiflerin tamamen anlamsızlığa ve mantıksızlığa sürüklenebileceği anlamına da gelmemelidir. Sanat eserinin ifade vasıtası sanatçının tavrını ve tarzını da belirleyecektir. Farklı sanat türlerindeki eserler izleyici ya da okura benzer duygular yaşatabilirse de sanatçı seçtiği vasıtanın imkânlarına göre anlatacaktır. Her vasıtanın ayrı bir formu, ahengi, akışı ya da ritmi vardır. (Resimde vasıta çeşitli boyalar, fırçalar iken müzikte notalar edebiyatta kelimeler vs.)

            Yapılması gereken her sanat dalını kendi gelişimi içinde ve kendi ontolojisine göre değerlendirmektir. Başka bir sanat dalına yakınlığı edebi eserin değerini yüceltmeyecektir ancak sesin, ahengin anlamla bütünleşmesi ve okura ulaşıp onda bir karşılık bulması başarıdır.

            Bir başka mesele her dönemde sanatın her dalının eşit derecede ilerleyip ilerlemediğidir. Birbirlerine etkileyebilmeleri için at başı gitmeleri mi gerekmektedir? Bu durum bizi hem alt yapı -üst yapı meselesine hem de devir ruhu meselesine geri döndürür.

            Olması gereken her sanat dalını kendi tekâmülü içinde değerlendirmek her sanat dalını sadece kendi ölçütleriyle eleştirmektir.

            Buraya kadar bahsettiğimiz tüm yaklaşımlar “dış yaklaşımlar” dır. Bir eseri yazarın biyografisine, okurun ya da yazarın psikolojisine göre ya da topluma etkisine onu eğitmesine göre,  ileri sürdüğü fikirlere ve son olarak da diğer sanatlarla olan ilişkisine göre değerlendirmek edebî olmayan ölçütlerle değerlendirmektir.  

            Gerçek edebi inceleme nasıl olmalıdır? Edebi eserin bizzat ve sadece kendisinin incelenmesidir. Çünkü makalenin başında sanat eserini eleştirebilmek için önce onun ne olduğunu, nasıl olduğunu ve amacının ne olduğunu bilmemiz gerektiğini yazmıştık.

            “Sanat eseri her şeyden evvel bir objektivasyondur. Objeksiyon ile karıştırılmamalıdır. Var olan bir şeyin objeleştirilmesi değildir. Var olmayan bir şeyin objeleştirilmesidir. Objeksiyonda canlı tin sadece alıcıdır, objektivasyonda ise yaratıcıdır.” diye, Nicolai Hartma nn’dan alıntılar İsmail Tunalı. Bu sanat eserinin dışarıdaki herhangi bir nesne gibi algılanmadığının var olmayan bir “şeyler”in varmış gibi algılandığı anlamına gelir. Dışarıda gördüğümüz ağaç, taş vs. sadece bir ağaç, taş vs.dir. Oysa sanat eserinde durum böyle net değildir. Uzun uzun anlatmayacağımız bu objektivasyon meselesi ile İsmail Tunalı bize her sanatçının amacının bir başkasını etkilemek olduğunu belirtir. Sanatçı, anlatmak istediğini reel bir takım malzemeleri kullanarak anlatır yani her sanat eserinin bir reel bir de irrel bir yanı vardır. İrrel yapı varlığını reel yapıya borçludur. Yani sanatçı asıl anlatmak istediği soyut düşünceyi/kavramı (süje) seçtiği ifade vasıtası ile anlatır. Anlatılan, ortaya konulan şey estetik bir objedir bu durumda. Onun varlığı kendine özgüdür. Hiçbir doğa tablosu bizzat doğanın kendisi değildir. Doğa şiiri de ne kadar iyi anlatırsanız anlatın sadece bir şiirdir, doğanın kendisi değildir. Dolayısıyla bir sanat eserini eleştirirken reel dünyanın ölçütleri ile eleştirmek yanlıştır. Bir sanat eserine bu sebeple bir ansiklopedi, bir talimatname ya da bir ahlak kitabı muamelesi yapılamaz. Bu özelliklere sahip diye yüceltilemez. Sanatta estetik form kanunları geçerlidir. Dış dünyada gördüğümüz çok çirkin bir varlık sanatta estetik bir forma kavuşabileceği gibi tersi de olabilir. Çok sıradan bir varlık ise sanat eserine konu olunca üzerinde düşünülen bir hal alabilir.

Edebi eserin biçimi, biçemi ve içeriği, bunların birbirine uyumu, bütünlüğü, karmaşıklığı ya da çatışması incelemenin konusudur ve eserin asıl değerinin ortaya konulmasıdır. Eserin şu ya da bu fikirden ötürü yüce olması, yazarın şairin biyografik ya da psikolojik özelliklerinin belirlenmesi bir eser eleştirisi değildir. Asıl olan metindir. Eserdir. O eserin nasıl inşa edildiği yani yapısıdır. Teknik özellikleridir, imajları, sembolleridir. Fakat her biri tek başına havada asılı olan semboller ya da imajlar değildir. Kurguyu güçlendirmeyen bir içerik değildir. Bir esere giren her bir kelimeden her bir noktalama işaretinden tutun da eserin bölümlenmesine kadar tüm dil ve anlatım özellikleri bütüne hizmet etmelidir.

            Sanat eseri sanatçıdan çıkıp okurla buluştuğunda artık ne sanatçıya ne de okura aittir. İkisine eşit uzaklıktadır. Bu “estetik mesafe” eserin özgürce yorumlanmasına imkân sağlar. En başta belirttiğimiz gibi sıradan okur bu estetik mesafeyi daha rahat kullanabilir ancak eleştirmen bir eseri incelerken estetik mesafeyi kullanırken sadece sanata /edebiyata ait ölçütlerle yaklaşmalıdır. Toplumların geçirdiği çeşitli sallantılı dönemler olabilir, dünyayı ilgilendiren büyük kriz dönemleri olabilir ve sanat yeni bir gözle değerlendirebilir bir propaganda aracı gibi kullanılabilir. Dış yaklaşımlar adı verilen bütün yaklaşımlar sanatın kendi öz varlığının inkârıdır. Gerçekte unutulmamalıdır ki sanatın birincil görevi bu değildir. Ne anlattığından çok nasıl anlattığıdır önemli olan. Fikrî ya da hissî yanı kuvvetli olsa da bir eseri esas önemli kılan bütün malzemelerin, reel ve irrel olanın, sözel ön yapı ile anlatılan arka yapının uyumudur. Bir eleştirmenin görevi de bu uyumu açıklayan deliller bulmakla başlar.

Aykar SÖNMEZ

Kaynakça:

  1. Moran, Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayıenvi, 7.baskı, İstanbul, 1988
  2. Tunalı, İsmail. Sanat Ontolojisi, Sosyal Yay. İstanbul, 1984
  3. Varren, Austin, Wellek Réne. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Çev. Ömer Faruk Huyugüzel, Akademi Kitabevi, İzmir 1993
Aykar Sönmez
Visited 89 times, 1 visit(s) today
Close