İşten çık. Markete uğra. Fırında, sıcak pide sırasına gir. Dumanı üstünde tüten yedi tane Siverek tırnaklı pide ekmeğini al. Evden içeri girer girmez nar gibi kızarmış odun sobasının yanına kurulmuş minderde otur. Kemikleri eriten sıcaklıkta buzdan bedenini ısıt. Ardından herkesle birlikte büyük odaya kurulmuş yer sofrasına otur… Muhsin’in bu klasikleşen akşamüstleri keyfini bozan bir durum vardı. Son iki gündür evin avlusundan dama çıkan merdivenlerin altında kalan sedirin üzerinde bir iki yer döşeği görüyordu. Anlaşılan Muhsin’in şiltesi avluya atılmıştı.
Bu topraklarda yer döşeğini odadan çıkarmak, aile ile birlikte yaşayan evli kişinin ayrı eve çıkmasını istemenin en kaba biçimiydi. Git artık istenmiyorsun bu evde demenin hal diliydi. Ailedeki hiç kimseyi kırmamaya azami gayret gösteren Muhsin, tüm nahifliğine karşılık kaba saba bir muamele görüyordu. Eşi Fatma Hanım’ın ara ara üstü kapalı söylemeye çalıştığı, Muhsin’ in de sezdiği ama ailesine konduramadığı muamele ayan beyan ortaya çıkmıştı artık
Ne çocukluğunda ne gençliğinde ne de evlendikten sonra babasına karşı nahoş bir diyaloğu, ses yükseltmesi, öf demesi dâhi vaki olmamıştı Muhsin’in. Konuya nasıl gireceğini de bilemiyordu. Konuşmak da zorundaydı çünkü o kadar zoruna giden bir muamele ile karşı karşıyaydı ki evin duvarları üstüne üstüne geliyordu. Odasına geçtiğinde küçük Serkan’ının kucağına kadar sokulmasını bile fark edememişti. Minik dudaklardan dökülen baba, baba seslerini dahi duymamıştı. Zihninde verdiği kararla aniden ayağa kalktı. Kalkarken elleri Serkan’ın başına değmişti ki ancak fark edip küçük bir öpücükle Serkan’ı annesine yolladı ve başka hiç kimseyle konuşmadan doğruca babasının odasına geçti. Bir kırgınlık oluşmasın diye kapıda durup bir iki kelimeyle babasının niyetini öğrenmek istiyordu. Kapı eşiğinde durarak, “Baba, birkaç gündür evde yaşananlardan haberin var mı? Haberin varsa bu yaşananlar neyin nesidir? Bana da söyleseniz olur mu?” diye sordu. Babası, neden bahsediyorsun demeden direkt cevap verdi, “İllaki bir gün olacak oğlum. Ha bir gün erken ha bir gün geç,” dedi.
Gelin, görümce ve kaynana üçgeninden bildiği durumu babası da onaylıyordu. Ya da bir şekilde ikna edilmişti. Tek kelime etmeden odadan çıkan Muhsin, eşi Fatma ile istişare yapmak için odasına geçti.
Evin tek çalışanı olduğu halde böyle bir durumla karşı karşıya kalmaya anlam veremiyordu. Çalışıp sadece kendine, eşine ve çocuğuna bakmak daha rahatken o zor olanı seçip büyük bir fedakârlık yaparak tüm ailenin geçimini üstlenmişti. Gördüğü muameleyi saygılıca bulmadığı gibi akıl kârı da görmüyordu. En garipsediği durum da babasının tavrıydı. Ailenin diğer fertleri sadece yaz aylarında mevsimlik işçiliğe gidip çalışıyorlardı. Dolayısıyla, “En azından ailenin mevsimlik işçiliğe gideceği yaz aylarına kadar kalsaydım,” diye mırıldandı. Eşi Fatma, “Bırak onu da onlar düşünsün. Bizi istemiyorlarsa elbette bir planları vardır,” dedi.
Geceyi, yarından sonra ne yapacakları konusunda fikir alış verişi yapmakla geçiren karı koca; düğünden kalma altınlarını satmaya, gerekirse de biraz borç bularak bir ev almaya karar verdiler.
Uykusuz gecenin sabahında düşünceli düşünceli yola düşen Muhsin, ev için göz gezdirmeye başlamıştı bile. İşten önce kahvehaneye uğrayıp bir iki arkadaşa haber vermek istedi. Sabahın erken saatinde bile kahvehane doluydu. Bahar ve yaz aylarını mevsimlik işçilikte geçiren mahalleli, kış aylarını işsizlikle geçiriyordu. Verimli topraklara sahip ilçenin halkı, başka illerin tarım işçisiydi ne de olsa. Karşılaştığı dayısı, boş evi olduğunu, istediği zaman gelip girebileceğini söylese de kararlıydı. Küçük de olsa kendi evi olsun istiyordu.
Maddi imkânsızlıklar, Muhsin’i kenar mahalle semtlerinde gezdiriyordu. Zaten kenar mahallelerde büyümüş, tozlu sokakların tozunu yutmuş, çamuruna batmış biri olarak muhitin tecrübeli çocuğuydu.
Çarpık kentleşmenin ve bakımsız sokakların olduğu mahalle, kış olması hasebiyle sessizdi. Yaz aylarında çocukların kaynadığı sokaklar, temizlenmemiş kar öbekleriyle doluydu. Genellikle tek katlı toprak damlı evlerden oluşan mahallede yer yer iki katlı, alt katı ahır yapılmış evler de mevcuttu. Hayvan pazarından alınan birkaç koyun bir süre beslendikten sonra kâr ile satılmak için bu ahırlarda günlerini bekliyorlardı. Kimi aileler de sütünü ve yoğurdunu satmak amacıyla ahırlarında büyükbaş hayvan besliyordu. Yanı sıra bacası tütmeyen, ocağı yanmayan gri briketlerden müteşekkil alçak damlı garibanların yaşadığı gecekondular da az değildi.
Muhsin, çok geçmeden mutfağı ve bir odası olmak üzere gerçekten de iki göz bir ev buldu. Normal şartlarda küçük olan ev Muhsin’in eşyalarına çok bile geliyordu. Karyolası, kilimi ve birkaç mutfak malzemesinden başka getireceği pek bir şey yoktu. Zaten en büyük temennisi eşyası az da olsa huzurun, saygının ve merhametin bol olduğu bir haneydi. Hem bulması, hem taşınması kolay olan eve üç gün içinde geçtiler.
Küçük de olsa, kendilerine ait bir evleri olduğu için mutluydular. En azından kiracılık dertleri olmayacak, ev sahibinin kapıya dayanması gibi bir sıkıntı yaşanmayacaktı. Ama elde avuçta hatta parmakta, bilekte hiçbir şey kalmamıştı. Eşten dosttan borç da almışlardı. Bu durum Muhsin’i korkutmuyordu, aksine hırslandırıyordu. Ne de olsa borç yiğidin kamçısıydı. Muhsin de namuslu, çalışkan, hakperest ve de taşı sıktı mı suyunu çıkaracak bir yiğitti…
Çekirdek ailesiyle yeni evine geçeli daha bir hafta kadar olmuştu ki Muhsin iş yerinde aniden rahatsızlandı. Taşı sıktı mı suyunu çıkarabilecek koca Muhsin sıkılmışçasına ağrıdan kıvranıp iki büklüm olmuştu. Arkadaşları tarafından çar çabuk hastaneye ulaştırıldı. Doktorlar apandisitinin patladığını söylediler. Hiç vakit kaybetmeden ameliyat edilmesi gerekiyordu. Fakat bir engel vardı. Ameliyat ücreti veya halk arasındaki tanımlamasıyla bıçak parasının verilmesi gerekiyordu.
Muhsin, hastane odalarında canıyla cebelleşirken, bir de ameliyat parası derdi çıktı başına. “Sanki bağın durumu iyiydi bir de dolu vurdu,” diye terennüm etti kendi kendine. Günlük yevmiyesinden başka para namına bir kuruşu bile kalmamıştı. Muhsin’i hastaneye yetiştiren iş arkadaşları istenen parayı kendi aralarında denkleştirip yatırdılar. Ne içindi ki arkadaşlık zaten, zor günde arka çıkılmayacaksa ne anlamı kalırdı böyle arkadaşlığın. Kara günün dostluğunun hakkını vermişti Muhsin’in arkadaşları. Bir tek sancısına engel olamıyorlardı. O da hekimlerin işiydi artık.
Allah’tan gelen şifaya ameliyat vesile oldu. Üç gün hastanede kaldıktan sonra taburcu olup eve geçti. Ağrıları devam ediyordu. Bir yandan hastalığı bir yandan geçim derdi hasta yatağında kıvrandırıyordu Muhsin’i. Eşi söylemese de artık evde bir şey kalmadığının farkındaydı. Hele öz ailesi tarafından yalnız bırakılmak sancıların en büyüğünü yaşatıyordu. Hastane ile birlikte yatağa düşeli bir haftayı bulmasına rağmen yakın akrabaları, ne evine ne de geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi.
Hazıra dağ dayanmaz derler ama hazırda da artık bir şey yoktu. Emektar ve cefakâr eşi Fatma Hanım, kahvaltı sofrasını Muhsin’in önüne getirip getirmemeye karar veremiyordu. Bunu Muhsin’e bir türlü söyleyemiyordu. Hasta yatağındaki adama bir de bu yokluk acısını yaşatmak acısını katlayacaktı belki ama elinden de hiçbir şey gelmiyordu.
Fatma, Muhsin’in yatağının önüne serdiği sofraya çay ve kuru ekmek koyabildi sadece. Birer de çay doldurdu. Hiçbir şey söylemeden ekmeği ağzına koydu. Muhsin, elini hiçbir şeye dokundurmadan sadece Fatma’yı izliyordu. Ameliyat ağrısını zerre kadar hissetmiyordu. Son on gündür yaşadığı hiçbir zorluk, onu şimdiki kadar hırpalamamıştı. Fatma’nın yavan ekmek üzerine çayını yudumlaması ile Muhsin’in buğulu gözlerle yataktan kalkması aynı anda oldu.
Muhsin’in bedenindeki ağrılar, sızılar ruhundaki sızının yanında hiç olmuştu. Hasta yatağında yarasının pansumana ihtiyacı varken, o ruhundaki yarayı pansuman etmek üzere ayaklandı. Dolan gözlerinden dışarıya gözyaşı sızmasa da içerisine çağlayanlar akıtıyordu. Fatma’nın dur demesine yalvarmasına aldırış etmeden dışarıya attı kendini.
Dışarıdaki ayaz ve buzlanma Muhsin için son derece tehlikeliydi. En ufak bir sendelemede dikişleri patlayabilirdi. Dikkatlice çarşı merkezine kadar yürüdü. Tanıdık bir kuyumcu dükkânına girdi. Soğuğa rağmen hastalık ve istemenin dayanılmaz ağırlığı alnındaki terleri bir kat daha artırmıştı. Alçak ve mahcup bir sesle, “Bana borçla bir çeyrek verebilir misin?” diyebildi güç bela. Öüne düşen başını kaldırıp göz göze geldiğinde hafif gülümseyen bir yüzle karşılaştı. “Ne demek Muhsin, sana yardımcı olmayacağım da kime olacağım?” Kuyumcunun bu alicenaplığı Muhsin’in verdiği güvenle de alakalıydı. Zira yıllar yılı Muhsin’in hiçbir yamuğunu görmemişti. Hakka hukuka riayet eden borcuna sadık biri olduğundan emindi. Muhsin, borçla aldığı çeyreğin nakit karşılığını aldı. Teşekkür ederek kuyumcu dükkânından ayrıldı.
Manava, bakkala, markete uğrayıp bazı temel ihtiyaçları alıp eve geri döndü.
İçeri geçtiğinde, Fatma, oldukça sitem etti sevgili eşine. Hemen yatağına geçen Muhsin, Fatma’dan üstünü değiştirmesini istedi. Vücudun sıcaklığından ameliyatın patladığını hiç fark etmemişti. Atleti kanlar içindeydi. Korkuyla, telaşla ne yapacağını şaşırdı Fatma. Panik içinde henüz tanımadığı yan komşusuna koştu. “Ben yan tarafınıza yeni taşınan komşunuzum. Eşimin ameliyatı patladı. Telefonunuz varsa ambulansı arayabilir misiniz?” sorusuna, “Elbette,” cevabını alır almaz tekrar Muhsin’in yanına koştu.
Saniyeler içinde eve dönen Fatma, bir yandan Muhsin’in kana bulanan elbiselerini çıkartıyor, bir yandan da daha fazla kan akmasın diye yaraya Muhsin’in atletiyle hafifçe bastırıyordu. Dakikalar içinde ambulans da gelmişti. Sağlık görevlileri hiç beklemeden Muhsin’i ambulansa taşıdılar. Fatma da küçük çocuğunu alıp yanına bindi.
Muhsin bir yandan acı çekiyor, bir yandan da doktordan fırça yiyordu. ”Hayat zor Doktor Bey,” diye cevap verebildi sadece. Devamını getiremeden bayıldı.
Gözlerini açtığında kendini yeniden hastane servisinde buldu. Fatma ve biricik oğlu Serkan da yanı başındaydı. Doktor akşam vizitinde, “Muhsin Bey, bu gece buradasın. Yarın seni taburcu edeceğim ama on beş gün yataktan kalkmak yok!” diyerek iyice tembihledi.
Eve geleli birkaç saat olmuştu ki, Muhsin’in ziyaretçileri geldi. Gelenler babası ve kardeşiydi. Bin defa kırılsa da kırmayı bilmiyordu Muhsin. En güzel şekilde karşıladı babasını ve kardeşini. Sebebini öğrenemediği evden ayrılma hikâyesini hiç dillendirmedi. Babasına asla saygıda kusur etmedi.
Muhsin’in aklında hâlâ babasının ve kardeşlerinin geçim sıkıntısı vardı. Evden ayrılalı yaklaşık iki hafta olmuştu. Annem babam kardeşlerim ne yiyip içiyorlar diye düşünüyordu. Kendi yaşadıkları daha beter olmasına rağmen o merhametinden taviz vermiyordu. Beni ayırdıklarına göre geçimlerini de düşünmüşlerdir diyemedi. Yaz aylarında biriktirdiklerini saklayıp ev geçimini de bana yaptırıyorlarmış diye hiç düşünmedi. Tertemiz kalbi ve saf niyetiyle hareket ediyordu.
Hal hatır sorulmuş, çaylar içilmiş ve hasta ziyaretini bitirmenin zamanı gelmişti. Ziyaretçiler iyi dilekler dileyerek dış kapıya doğru ilerlediler. Fatma, ayakkabıları düzeltmek ve misafirleri uğurlamak üzere dış kapıya gitmişti. Muhsin hasta yatağından baba diye seslendi. O hasta haliyle ayağa kalkıp dış kapıya kadar gitti. İki gün önce borç alıp bozdurduğu çeyrekten kalan paranın bir kısmını babasının cebine sıkıştırdı. “Çalışanınız yok, ihtiyacınız vardır,” dedi.
Fatma küplere bindi adeta. “Yahu adam! Hiç mi yaşadıklarından ders çıkarmadın. Senin o parandan başka paran var mı? Ben ve çocuğun hiç mi umurunda değiliz? Borç aldığın parayı vermek nedir Allah aşkına. Olsa verirsin, ama yok. Daha iki gün evvel bu parayı almak için üç beş eşya almak için ameliyatın patladı yahu. Başkasına acıdığın gibi biraz kendine acı. Bak haline, ameliyatlısın çalışamıyorsun daha ne kadar sürecek o da belli değil. Onların sana para vermesi gerekirken sen borç aldığın parayı onlara veriyorsun. Delireceğim ya hu.”
Muhsin, sessizce Fatma’nın tüm söylediklerini dinledikten sonra, “Hepsini vermedim tabii, ekmek paramız var bir haftaya kalmaz toparlar çalışırım,” dedi.
Muhsin’in merhameti, görünürde huzursuzluk çıkarmış olsa da o merhametinin gereğini yerine getirdiği vakit huzurlu oluyordu. Kendisini hayat karşısında dezavantajlı hale getirse de maraza sebebiyet verse de merhametinden taviz vermiyordu. El Muhsin’in kuluydu Muhsin; iyilik eder, yardımda bulunur, ihsan ederdi. Ancak böyle davranınca iç huzuru yakalardı. Acımasız hayat onun gibilerini pek yaşatmasa da o olanca gücüyle El Muhsin’in anlamını yaşatmaya çalışıyordu. Bütün maddi olumsuzluklara rağmen merhametli oluşundan hiç pişman değildi.
Editör: Aydın Kayabaşı
- Muhsin’in Merhameti - 16 Ocak 2025
- Kan Kırmızı - 21 Temmuz 2022