Arzu Alkan Ateş’in Eylül 2024’te Mahal Edebiyat Yayınları tarafından yayımlanan romanı Kırlangıç Uykusu, özellikle anlatım diliyle öne çıkan bir eser. Yapı itibarıyla üç bölümden oluşan, anılarla birlikte üç anlatıcının sesini duyduğumuz metinde, daha kitabın başlangıcından itibaren anlatımdaki şiirin dili göze çarpıyor. Eserin başındaki anlatıcımız roman boyunca ara ara karşımıza çıkıyor. Onun sesini işittiğimiz sayfalarda cümlelerin küçük harfle başladığını görüyoruz. Biçimsel olarak yapılan bu farklılık, diline de sirayet ediyor.
“zamanın birinde uyandım ki bilmediğim bir dili konuşuyor içimdeki kadın. dilinde kadim uygarlıklardan göç etmiş kelimeler, kırlangıçlar gibi kanat çırpıyor. ölü doğmuş bir dil diriltmek istiyor. değil mi ki her dil ölüdür biraz. konuşuldukça, anlaşıldıkça çoğalır, yayılır. dinlemek, lazımdır bir dili. duymak ve anlamak her zaman mümkün olmasa da. işte, ne söylediğini anlamasam da içimde konuşan bu dilin ağıtını duydum.”[1]
İçindeki dilin ağıtını duyan anlatıcımız, üstkurmaca tekniğinin kullanımıyla elimizde bulunan romanın da yazarıdır. Kırlangıç uykusuyla bağdaştırdığı Meneviş’in sayıklamaları, büyük şehir yorgunu, bir bankada üst düzey yönetici olan anlatıcımızın kitabını kaleme almasına vesile olmuştur. Kendisi öylesine yorgundur ki âdeta yaşama karşı körleşmiştir. Bir metinlerarası ilişkiyle sanki Portekizli ödüllü yazar Jose Saramago’nun romanındadır.
“insan kendinden yorulur mu? yorulmuştum günleri tekrar eden kendimden. şehrin yanar döner ışıkları beni kör etmişti. üstelik bir saramago romanında bile değildim. ne var ki hayatta da körlük bulaşıcıymış. herkes kör olduğu için ben de körleşmiştim, yoksa nasıl yaşardım karanlıkta?”[2]
Yazar anlatıcımız başta görünse de bu metnin bir bakıma esas sahibi Meneviş’tir. Kısa kısa anlatımlardan oluşan otuz sekiz bölüm boyunca onun anılarını, bir bakıma da sayıklamalarını okuruz. Zaman belirsizdir, hatıraların kuyusuna bir girer bir çıkarız. “Meneviş’in Sayıklamaları” adıyla başlayan ve romanın da büyük bölümünü kaplayan karakterin anlattıklarına göz atmadan önce, yazar anlatıcımızın sesine son kez kulak vermek istiyorum:
“gelip yerleştim bir zamanlar meneviş’in ve annemin yaşadığı bu konağa. içime bakmak, kendi sesimi duymak için. nafile! çünkü meneviş’in anlatacakları vardı. anlatmaktan ziyade sayıkladıkları… bir gün karmakarışık, kopuk, kimi okunmayan satırlarla dolu nemli kâğıtlar buldum. derledim topladım bir kitap yaptım. adını da kırlangıç uykusu koydum. biraz olsun hafifledim. meneviş bu kitabın içinden konuşsun, başkalarıyla da dertleşsin istedim.”[3]
Yaşamı annesi ve babası tarafından mahvedilmiş, bir konakta tek başına yaşayan Meneviş’in hikâyesidir bizlere anlatılan. Bunu karakterin kendi yazdıklarından, notlarından okuruz. Akıl hastanesinde tedavi görmüş, yaşadığı travmalarla dolu sevgisizlik iklimine beyni dayanamamış bir kırlangıç vardır karşımızda. Ne kadarının gerçek ne kadarının sahte olduğunu bilmediğimiz, aklının terazisine pek itimat edemeyeceğimiz bir güvenilmez anlatıcının satırlarına konuk oluruz.
“Ruhum her dalgalandığında başka biri olurdum. Başlarda alışamamıştım, içimde bunca kişiyle yaşamaya. İnsan hep kendi olmalı, diye düşünürdüm. Eliyle koymuş gibi bulmalı kendini, seni şurada bıraktıydım, ne güzel hâlâ oradasın, kalk gidelim diyebilmeli kendine kişi. Ben kendime bunu hiç söyleyemedim. Ne zaman arkamı dönsem başkası oldu geride bıraktığım ben. Kırıldı ve kırıldıkça çoğaldı görüntüm. İçimde bir cam ustası yaşıyor olmalı.”[4]
Tıpkı Jose Saramago’nun Körlük romanıyla olduğu gibi kutsal kitaptaki Hz. İsa ve Hz. Meryem anlatısıyla kurulan metinlerarası ilişkiyi görüyoruz. Romanda Meryem ile İsa gerçek karakterlerdir ve ana karakter Meneviş’in hayatında da gayet önemli figürlerdir.
“Günler sonra doktorun adını değil ama adı Meryem olan kadının anlattığı hikâyeyi hatırladım. Kambur Halim’in ve Yalaz Bey’in bakmaya doyamadığı Meryem kendini İsa’nın annesi sanmaktaydı. İsa’yı çarmıha gerdikleri gün delirmişti. Boyunda taşıdığı fotoğrafta bebekti İsa.”[5]
Alıntıda ismi geçen Yalaz Bey, adı gibi alev alev olan ve etrafında bulunan herkesi yakan biridir. Meneviş’in ve Meryem’den olan oğlu İsa’nın babasıdır. Karakterimiz, baba yerine yabancılaşmış bir şekilde “Yalaz Bey” olarak ifade ettiği babasını, ejderha sembolüyle ifade etmektedir.
“Sonra akşamüstleri vardı. Konağın sahibi Yalaz Bey’in ateşler saçan diliyle konağa vardığı saatler. Kimbilir akşamüstü konağın kapısını bir kez tıklatıncaya kadar kimleri tutuşturmuş olurdu. Güya ejderhaların soyu tükenmiş, öyle olsa Yalaz Bey hâlâ hayatta olur muydu? Belki de son temsilcisiydi ejderha türünün. Ansiklopedide gördüğüm ejderha fotoğraflarıyla Yalaz Bey’i karşılaştırır, benzeyen yanlarını bulurdum. Anne bak, babam ejderhalara ne kadar benziyor, derdim. Annem kızar, ansiklopediyi elimden alır, gizleyecek bir yer arardı.”[6]
Meneviş’in bir güvenilmez anlatıcı olduğunun farkına en iyi Doktor Behçet olarak bahsettiği kişiyi anlattığında varıyoruz. Behçet de aslında o hastanede bulunan delilerden biridir ve doktor taklidi yapmaktadır. Fakat Meneviş için o, hastalarla güzel iletişim kuran bir doktordur. Roman boyunca akli dengesinin yerinde olup olmadığını tam anlamıyla bilemediğimiz karakterin yaşadıklarını taşıyamayan akıllı deliliğine metin boyunca tanık oluyoruz.
“Hastanedeyken ben çok deli gördüydüm. O kadar çoktular ki, odalara sığmaz koridorlara taşardılar. Bir köşede büzüşüp oturan deliler, aslında yoktular. Çünkü onlara verilen ilaçlar sayesinde kendilerini unutmuşlardı. Uyuşmuş deliler, bir hiçliğin kıyısında boşluğu seyrederlerdi. Onlara baka baka düşünürdüm, insan neden delirir, diye. Deliler tarihinden bahsetmişti doktor. Adını nihayet hatırladım. Behçet’ti doktorların en delisi. Deli olmasına beni karşısına alır konuşur, deliliğe övgüler yağdırır mıydı? İnsan durup giderken delirmez, derdi.”[7]
Onu bu duruma sokan temel figür Yalaz Bey ve onun acımasızlığı, sevgisizliği olsa da âdeta şalteri kapatansa annesinin yaptığı eylemdir. Yarattığı travma, zaten yaşamında işlerin hiç de yolunda gitmediği Meneviş’in zihninde büyük bir kırılma oluşturur. Karakterin sayıklamalarının kaynağında İsa ve annesi vardır. Suç öylesine devasadır ki açılan yara bir daha kapanmaz. Ama önce Meneviş’in annesiyle olan nefret ilişkisine bakmak istiyorum:
“Benim yüzümdenmiş. Beni doğururken az daha ölüyormuş. Doktor, demiş ki bir daha doğuramazsın. Annemi zehirlemişim. Annemin döl yatağına bir virüs bulaştırmışım. Ölseymiş de kurtulsaymış. Ama ben kime anne, derdim. Meryem’e derdim, Meryem’e. Derdim demezdim.”[8]
Gelelim travmanın kaynağına. Hem eşi Yağız Bey’e o çok istediği erkek çocuğu veremediği için kızı Meneviş’ten hem de Meryem’in oğlu İsa’dan nefret eden anne figürü romanda anlatılan hikâyede devasa bir çatlak yaratıyor. Nefreti öylesine büyük ki İsa’ya karşı yaptığı eyleme, kızını da bir tanık olarak ortak ediyor.
“Meneviş kıskandın mı İsa’yı? Onun pipisi var da senin yok, diye. Onun yerinde mi olmak istedin? Yalaz Bey seni de sevsin, sana da mı şeker alsın, istedin? Annen İsa’yı kayıktan iterken arkanı mı döndün? Yoksa gördün ve duydun da korkudan dilin mi tutuldu? Seni de itmesin suya diye annene itaat mi ettin?”[9]
Kitaptaki iki anlatıcıya değinmişken eserin sonunda ortaya çıkan “Yaprakzadelerin Hilmi’sinin Günlüğü” adlı bölüme değinmek istiyorum. Bu günlük 4 Ekim tarihiyle başlayıp 1 Ocak’la son bulur. Meneviş’in anlattıklarının tersine kronolojik olarak ilerlemiştir. Günlükte Meneviş’in yaşamının son günlerine tanık oluyoruz. Yaprakzadelerin Hilmi’si de tıpkı onun gibi hayat içinde savrulmuş, tutunacak bir dal bulamamış, nihayetinde gelip son durak olarak konağı bulmuş biridir. Bu buluşma, yaşam içinde kolu kanadı kırılmış, birbirini seven iki insanın hayatlarının son döneminde bir araya gelişleridir. Olması gereken zamanda, araya girenler yüzünden beraber olamayan iki sevgili, nihayet sonbaharda buluşurlar. Elbette geç gelen beraberlik hüzünlü ve can acıtıcıdır.
“Bir yıl önce döndüm eve. Dönülecek bir ev yoktu aslında. Ama Meneviş’in akıl hastanesinden çıktığını, konakta bir başına yaşadığını duydum. Ev Meneviş’ti benim için. Eve dönmek Meneviş’e dönmekti. Zaten hiçbir yerde varolamamıştım. Çocukluğumda Meneviş’in yanındayken hissettiğim duyguyu başka yerlerde, başka insanların arasında hissedemedim. Eve döndüğümde Meneviş’le ilgilenmek istedim. O kadar kendinde değildi ki beni çoğu zaman hatırlamıyordu ya da hatırlamak istemiyordu. Kendimi ona hatırlatmak için çok uğraştım. Durumu iyice kötüleşince onun yanında kalmaya karar verdim.”[10] s. 109
Kırlangıç Uykusu, üç parçalı anlatım yapısı ve incelikli diliyle başarılı olduğunu düşündüğüm bir roman. Anlatımdaki akışkanlık, hüzünlü bir hikâyeyi okurun içini çok acıtmadan verebilmesi gibi meziyetlerle adına yaraşır nahiflikte bir eser ortaya çıkabilmiş.
[1] Arzu Alkan ATEŞ, Kırlangıç Uykusu, Mahal Edebiyat Yayınları, İstanbul, 2024, s. 9.
[2] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s.11.
[3] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s.13.
[4] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 20.
[5] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 29.
[6]Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 33.
[7] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 42.
[8] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 83.
[9] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 90.
[10] Arzu Alkan, ATEŞ, a.g.e., s. 109.
Editör: Melike Kara
- Kırlangıçlar Uyursa - 30 Ekim 2024
- Bir Gün Mutlaka Delirecek Miyim? - 19 Nisan 2024
- Doğanın ve Ötekinin Anlattıkları: Küller - 29 Aralık 2023