Yazar: 18:35 Öykü

Çeviri Öykü | Dehliz (Mohsen Towhidian)

Doktor, kırmızı tenli, kır sakallı, sivri burunlu ve kısa boylu bir adamdı. Sürekli konuşuyor, bir şeylerden şikâyetlenip duruyordu. Yanındaki zavallı kız bunalmıştı. Bıkkın gözlerle doktora bakıyordu. Doktor dişlerinin arasından tıslayarak fısıldadı.

“Henüz kış gelmedi.” Birden bağırdı. “Derhal burayı serinletmezlerse işi bırakacağım!..” Kız yerinden zıpladı. Benimle ilgilenen yoktu. Kız klimayı açtı. İçeriye tuhaf kokulu bir hava doldu. Nefes alamaz duruma geldim. Sol yanıma yatmıştım ve merkeze doğru daralan karanlık, gözlerime hücum etti. Kız gelip başımda durdu. Eğildi. Titrek bir sesle sordu.

“Neyiniz var?”

“Deliriyorum,” dedim. Doktor geldi. Yüzüme baktı. Sadece ayakkabılarını görebiliyordum. Elinde bir şeyler vardı.  Kirli ve dalgalı suyun içinde duran nesnelere bakıyormuşum hissine kapıldım. Doktorun sesi ekolanıyordu. Sanırım bayılıyordum.

“Görüyor musun? Hasta da kötüleşti. Git o pisliklere söyle bu laneti kapatsınlar. Pencereyi de aç,” dedi. Kız gidip geldi.

Doktor kıza, “Pencereyi aç, nefes alalım,” dedi. Derdimi unutmuş, kıza acırken buldum kendimi. Doktor yanağıma bastırıp ağzımı açtı, elinde her ne varsa ağzıma soktu. Boğuluyordum. Sadece o pis ayakkabılarını görüyorum ve bana ışıyan karanlıkta ayakkabıların rengi hakkında hiçbir fikrim yok. Ağzımdakini çıkardı doktor. Kıza verdi. Kız tepsiye koyup pencereye gitti. Pencereyi açtı. İçeriye beni zehirleyen oksijen doldu. Bayıldım.

Bayılmak… Derin bir uyku değildir. Bazı şeyleri hissediyorum ama tam olarak algılayamıyorum. Tekrar bir aletle geldiler üzerime. Dişlerimden ne kadar aşağıya indiklerini ve nasıl bir silahla sinsi sinirleri öldürdüklerini anlayamadım. Acıyı her yerde arayan ve acıyı emip başıma göndermeye doyamayan sinirlere ne olmuştu? Acı neredeydi? Bunları düşünmemin sırası mıydı, bilmiyordum. Belki de henüz bayılmamıştım. Delirmiş de olabilirim. Gözümü zorla açtım, kızın yüzünü gördüm. Gitti. Karanlık. Onu nerede görmüştüm?  Bilmiyorum. Bir merdivenden iniyordum. Karanlık büyüyordu. Nemli ve pis bir küf kokusu vardı. Biri bağırıyordu.

“Deniz seviyesinin altına kadar inin!..”

Karanlıkta bir çehre beliriyor, çirkin eski bir yüz… Buralardan ve bu zamandan olmayan bir surat… Elinde Kisra’nın ya da ne bileyim Anışirvan’ın kurumuş kellesi. Sallayıp duruyor ve hâlâ bağırıyor.

“Daha aşağıya, daha aşağıya inin!..” Derin bir nefes alıp bana bakıyor. Yine bağırıyor. “Ta ki düşmanın binlerce tünel ve caddeden oluşan yeraltı şehrini inşa ettiği, her odasına hoş sıcaklıkta bir soğutucu yerleştirdikleri mahzene kadar inin!..”

Yüzü yaklaşıyor, dişlerinin arasından kirli bir hava çıkıyor.

“Bu çürük farelerin ne kadar derine indiklerini ne kadar uzun tüneller kazdıklarını biliyoruz. Cehennemin kapılarını görene kadar aşağı inin!..”

Gözlerimi zorluyorum. Daha da aşağılara inmek istemiyorum. Göz kapağımda tonlarca ağırlık… Bir kapı gıcırdayarak açılıyor. Kızın yüzü…

Kız tek kullanımlık bir bardağa birkaç tane şeker koyup karıştırdı. Daha sonra bardağı dudaklarıma koydu. Yaklaştı, yaklaştı. Nefesi eski bir ev kokuyordu. Saçları nefes alıyordu. Dudakları da… Dudaklarının çatlaklarından eski bir evin nefesi fışkırıyordu. Saçlarının nemli ve serin olduğunu düşündüm. Saçlarının kokusuna o kadar ender rastlanırdı ki bu kokuyu duyan herkes onu kalbine kazırdı. Kokuyordu işte!

“Aç şunu.”

Ağzımı açtım. Sonra hepsini boğazıma boşalttı. Doktor eğildi. Yanağıma dokundu. Bana cevaplayamayacağım şeyler sordu. Adımı, doğum belgemi ve ailemi sordu. Hiçbir şey hatırlamıyordum.

Dilimi ısırdım. Dilim, içime doğru yıkılan duvardan bir delik açtı. Her istediğini yapabileceğim, kendime ait ayrı bir evdi burası. Evim. Işıklar yandı. Şefkatli bir ses…

“Oğlum, birkaç dakika daha dayan. Daha aşağıya inmemiz lazım.” Sünger gibiydim, kasılıyordum, sıkıldıkça bütün suyum dışarı fırlıyordu. Bağırmak istiyorum, ağzımdan içime bir ırmak akıyordu. Dışarıda biri bağırıyordu.

“O ahmaklara artık dayanamayacağımı söyledin mi?”

Gözlerimi araladım, bir perdenin aralığından sokağı dikizler gibiydim. Kız cevap vermedi. Oturmuş, defterine bir şeyler yazıyordu. Doktor beyaz önlüğünün düğmelerini zorlukla çözdü. Pelerinin altında askeri üniforma vardı. Çizme giyiyordu. Belki de görevi sırasında doktorluk yapan bir askerdi. Saat üçe ya da dörde kadar buralardaydı. Daha sonra karısının ve çocuğunun yanına gidecekti. Birden onu nerede gördüğümü hatırladım. Haberlerde, aynı kıyafetlerle. Notlarını da görmüştüm.  Ben de ona aynı şeyleri söylemek için elimi kaldırdım. Doktor, silahını kaptı ve elektrik şoku almış gibi sıçradı, bana baktı. Yüzünde çürüyen bir çocuk mahzunluğu vardı.

“Baba ben tam bir eşeğim. Artık yapamam. Eğer insan gibi uyumuyorsam dişimde ve içimdeki çürüklerle eve gitmek zorundayım.” Bu ses pek tanıdıktı. Doktor yerinden kalktı. Pencereye gitti. Cebinden bir sigara çıkarıp dudaklarına götürdü. Yakılmamış sigarayı tüttürdü ve hayali dumanını çok ince bir çizgi gibi üfledi.

“Hangi hastalığa yakalandığını bilmiyorum,” dedi. İçini çekti. 

Bağırdım. “Seni nerede gördüğümü hatırladım. Sen Ukraynalı bir savaşçısın.”

Kız gülmeden duramadı. Bana baktı. Gülümsedi. Duvarlar biraz geriye çekildi ve bir süreliğine her şey parlak ve pırıl pırıl oldu. Yaprakların neşeyle parladığı ve dikkatsizce düştüğü sonbahar öğleden sonraları gibi oldu oda. Doktor yerine döndü, kıza baktı.

“Bu Çin anesteziklerinin ne yaptığını görüyor musun?” diye sordu. “Kadınlar gelip izlesinler!”

Kız etrafta dolaşıp masaların çekmecelerini karıştırdı. Bir çekmeceyi açtı. Serin bir sonbahar esintisi sokaktan odaya geliyordu. Esinti dişlerime ulaşıp aynı geniş delikten aşağı insin diye ağzımı açtım. Hortumu ağzımdan çıkardım. Ağzımdakileri tükürüyorum. Göğsüme kan damlaları düştü. Doktora baktım.

“Eve gitmek istiyorum,” dedim. Kelimeler ağzımdan çıkmak üzere şekilleniyordu. Bir bir yere düştüler ve ne yaptılarsa doktora ulaşamadılar. Doktor sırıttı.

“Mezarını kaybetmek mi istiyorsun?” dedi.  Hiç yakmadığı sigarasını keyifle tüttürdü. Birden başıma doğru yaklaştı ve eğilip fısıldadı.

“O zaman bu işi bitirelim. Hiçbir şey kalmadı. Biraz daha aşağıya inmemiz gerekiyor.” Acıyarak baktı bana. Ağzımdan nefes boruma doğru inen ve tekrar derin bir karanlığa iten bir şeyler soktu ağzıma. Bağırmaya başladım. Duyanlar öğürdüğümü sanmasınlar.

“Onları öldürmek zorundayız yoksa bakın dünya bir daha eskisi gibi olmayacak. İnanın bana! Çiçekler, ovaları ve vadileri olması gerektiği gibi doldurmuyor. Pınarlar kaynamıyor, ağaçlar dallarını sallamıyor, kısacası artık hiçbir şey yerinde kalmıyor, insan nereye ve hangi kire gideceğini bilemiyor. Birinin kafasına dökün. Şimdi uzanın ve gözlerinizi kapatın. Daha önce hiç görmediğiniz şeyleri düşünün. Daha iyi şeyler… Okulun ilk gününde kendisine yeşil yıldızlı beyaz bir top verilen bir çocuğu düşünün. Düşünün. Yukarı çıkın. Aşağıyı düşünün! Hayatta daima yukarı doğru düşünmeyi unutmayın ama. Eğer taban iyi olsaydı pis deliklerimizi oraya açmazlardı.”

Doktora baktım. Anlıyor muydu beni? Elbisesinin yakasından ilim, irfan gibi şeyler akıyordu. Şimdi doktor, mimar ya da fizik öğretmeni gibi bir şeydi. Yardımcı kızın, doktorun bu hâllerine âşık olduğu ve onu bırakmadığı anlaşılıyor. Sevgili ya da âşık…

Doktor. Sandalyesine oturdu.

“Oğlum, bu sözleri bir kenara bırak,” dedi. “Eğer kafan bir parmak boğumu daha yüksekteyse dişini göremeyeceğim ve bir tane daha delebilirim. Belki damağını deldim. Nitekim bu durumdan kurtulduğunuzda mutlaka bir dahiliye doktoruna başvurmalısınız. Belki de altta yatan bir hastalığınız vardır. Sanırım artık hastalığını bulmanın zamanı geldi.”

Öğürdüm.

“Bir hastalığım olduğunu düşünmüyorum,” dedim. “Ben sadece oradaki karanlıktan korkuyorum. İşte bu. Birinin uzun süre karanlıkta kalması durumunda karanlığın insan haline geldiğini duymuştum. Öyle değil mi?”

Güldü. Kayıtsız bir tavırla tavandaki ışıkları indirdi.

“Öyle bir şey yok Yahya’nın oğlu,” dedi. “Bu ışıklar yandığında karanlık kendini gösteremez. Karanlık diye bir şey yoktur. Karanlık alt mahzenlere aittir. Karanlığın bedeni, ışığın parlak çizgilerinin arkasına gizlenir. Sanki hiç var olmamış gibi. O yüzden karanlığı görmeye değil, duymaya çalış. Sadece gözlerini kapat ve düşün. Karanlık yok!”

Doktor tekrar hortumunu taktı ve bir bezle ağzımı kuruladı. Sonra içme suyu gibi akıp gitti boru. Daha önce hiç görmediğim silahlarla donanmış bir kız belirdi. Oturuyordu. Ayağa kalktı ve efendisinin becerisini izleyen bir asistanın hevesiyle doktorun dehlizime girişini izledi.

Ben de kendimden aşağıya inmesinde onun suç ortağı oldum. Omuz omuza inerken defalarca birbirimizin ayağını tekmeledik. Birbirimize tuhaf espriler yapıyorduk. Aşağı inmeyi kolaylaştırmak için doktor, karısı ve çocuğundan bahsetti. Ben de hayatımla ilgili bazı şeyler öğürdüm. Ancak hayatım o kadar basitti ki doktor bunu duymaya alışık değildi. Doktor şakalarıma arada bir öğürdü. Normal olduğunu düşünmedim çünkü şakalarım hiçbir zaman komik değildi. Esprilerime kimsenin güldüğünü hatırlamıyorum. Bu aynı zamanda kaderin oyunlarından biriydi. Omuz omuza indik ve bir anda yolun ortasında kararma oldu.

Dünyadaki her şey karanlığa gömüldü. Daha aşağıya doğru bir adım daha atmaya cesaret edemedik… O kadar karanlıktı ki kemiklerimin karanlığına sığınmam gerektiğini düşündüm çünkü bunu tenim kadar iyi biliyordum. Gözlerimi kapattım. Doktorun içeri girmesine izin verdim.

Tüm bunlar, insana dayatılan kış gibidir ve onu ısıtacak hiçbir şey yoktur. Ama doktor gitmiş ve beni kemiklerimin karanlığıyla baş başa bırakmıştı. Artık kemiklerim, o hoş sütunlarım, karanlığın insanlarını hapsedecek bir kafesin parmaklıklarından başka bir şey değildi.

Yukarıya baktım ve onları gördüm. Orada duruyorlardı. Diş deliğim olması gereken küçük bir deliğin etrafında. Önemsiz şeyleri tartışıyorlardı. Birbirlerine demirin ve piyasa sıvılarının fiyatlarını sorup birbirlerinin omuzlarına vuruyorlardı.

Kız aşağıya bakabilmeleri için geri çekildi. İçlerinden biri kıza sigara ikram etti. Kız sigarayı ağzının kenarına koydu. Dudaklarının altındaki sigara filtresinin kırmızı olduğunu ve sonsuza kadar kırmızı kalacağını biliyordum…

Kız ceketinin cebinden çakmağını çıkardı ve çenesini hareket ettirerek sigara dumanını yukarıya üfledi. Adamlar güldü. Doktor onların kahkahalarına aldırış etmedi. Silahının namlusuyla onlara, ölüler dünyasının ne kadar aşağılara indiğinden, yeraltı dünyasının ne kadar eski ve yüksek sütunlara sahip olduğundan bahsetti. Onlara ölülerden nasıl bir renk ve hastalık kaptığımı anlattı. Ve bağırdı.

“O aptallara ve yaptıkları şeylere lanet olsun!”

İçlerinden biri doktora cevap verdi.

“Her zaman süslü şeyler yapmazlar. Çöpleri onların pazarından alacağız.”

Doktor tiksintiyle başını salladı ve cebinden bir sigara çıkardı. Bir avuç memurun saçmalıklarını dinlemek istemiyordu.

Karanlığın insanı olmadan önce doktora ellerimi tutmasını söylemek istedim. Ya da kız sigarasını kül tablasında söndürüp saçlarını bana bıraksın… Ama ağzım bunları söylememe izin vermiyordu. Ağzımı açtığımda kelimeler bir araya geldi. Hiç duymadığım bir dilde konuşuyorlardı.

Boynumu eğdim. Artık doktorun sesini duyamıyordum. Belki sigarayı cebine koymuştu. Belki orası serindi. Bir kış sabahı gibi. Belki de kızın saçının kokusu tüm hastaneyi serinletmiş ve sigara dumanı pencerenin karşısındaki sarı ağaçlara ulaşmıştı. Diş deliğimi kapatıyorlardı. Çimentodan sert, geceden soğuk, gri harçlarla damla damla kendini gösteriyordu. Delik küçüldü. Daha küçük ve daha küçük. Bu kadar. Üzerine sadece bir çakıl taşı konulabilecek kadar küçük.

Daha sonra sarılarak birbirlerini tebrik ettiler. Gözlerimi kapattım. Karanlığın karanlıktan hiçbir farkı olmadığını gördüm.

Editör: Mete Karagöl

Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close