Bir söyleşinizde “insan anlatmak için yaşar.” diyorsunuz. Anlatacak kimse bulamazsanız yazmaz mısınız?
Bu, elbette zannettiğiniz anlamda söylenmiş değil. İnsan ifade ve tasvir gücüyle birlikte doğmuş bir canlı. Bunu da başkalarına anlatmaktan önce, hayatı anlamak ve anlamlandırmak için yapıyor. İyi ki de öyle. Çünkü bu bize mitleri, masalları, sanatı ve edebiyatı verdi. Ben yaşamı bütünüyle bir anlatı olarak görüyor ve yaşıyorum. Öyle olmasa yazamazdım zaten.
Aidiyet konusu sizin kitaplarınızda her zaman alttan alta kendini hissettiren bir konu. Temel olarak kahramanlarınızın birçoğu yaşadığı yere hatta bulunduğu zamana aidiyet geliştirememiş kişiler. Yazar, senarist, anne ve eş olan B. Nihan Eren’in de bir aidiyet problemi var mı?
Bir katili yazmak için birini mi öldürmem gerekir? Ülkemizin günümüz edebiyatını bir sarmal ve tekrara sokan nedenin de tam olarak sorunuzda gizli olduğunu düşünüyorum. Yalnızca gördüğümüzü, iyi bildiğimizi, yakınımızda olanı bir anı defteri tutarcasına yazmak, yazmanın hayal gücüne yapılmış en büyük haksızlıktır bana göre. Kişisel hayatların yalnızca bir tür dökümü kimi neden ilgilendirsin? Bir insanı sanat yapmaya iten, yaşamı olduğu gibi kabul etmekte zorlanmasıdır zaten. Onun anlamını, gizini, yaşamanın çelişkisini, yeryüzünde bulunmanın yer yer komikliğini yer yer acısını ve tuhaflığını hissediyor oluşudur. Elbette her yazar kendisini en çok rahatsız eden meseleleri durmadan kurcalar ve belki de ömrü boyunca yazdığı tüm eserler bu temanın farklı biçimlerdeki tezahürüdür. Ama edebiyat bu çelişkiden yola çıkıp kişisel olandan mümkün olduğunca uzaklaştıkça varolur. Ben öncelikle bunu ilke edindim kendime, yazmaya hazırlandığım yıllarda bile.
Son kitabınızın adı da olan Nefeshane’nin ne olduğunu soranlara “yazı odam” cevabını veriyorsunuz. Yazarın kendine ait odası olması fikri Virginia Woolf’tan beri yazarların önem verdiği bir konu. Nefeshaneniz olmasaydı yazamaz mıydınız?
Çok tuhaf bir soru bu. Yazı odam olduğu için yazıyor değilim elbette, yazdığım için yazabileceğim bir alan hatta hayat istedim ve buna göre yaşıyorum. Virginia Woolf bu kitabında sanat, edebiyat ve bilim tarihinin neden erkeklerden ibaret olduğunu anlatıyor. Çocuk ve hasta bakımı ve ev idaresi gibi ev içi görünmez emekle kadınların potansiyel ve yeteneklerini kullanma fırsatlarının olmadığından söz ediyor. Ve kadının, eğer yazmak istiyorsa onu bu görev ve sorumluluklardan ayrıştıracak bir odaya bir de herhangi bir erkeğin tahakkümü altına girmemek adına kendine ait paraya ihtiyacı olduğunu söylüyor. Bunlar temin edilebildiğinde kadınların da eser üretip, bilimi geliştirebileceklerini… Bu elbette çok doğru. Fakat onun odayla kastettiği somut bir oda olmanın ötesinde kadınların gündelik hayat ve ev işinden kendilerini sıyırabilmelerinin metaforu aynı zamanda. Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Ingmar Bergman’ın farklı kadınlardan tam dokuz çocuğu ve her biri çığır açıcı kabul edilen sayısız filmi var. Çocuklar büyürken onları neredeyse hiç görmemiş, büyüme ve gelişimlerinde herhangi bir emeği yok demektir bu. Eğer bir kadının dokuz çocuğu olsa sizce her biri çığır açıcı kabul edilen sayısız filmi olabilir miydi? Ya da Virginia Woolf’un bahsettiğiniz kitabında sorduğu soruyu yineleyeyim. Shakespeare’ın kızkardeşi de kendisi kadar yetenekliydi diyelim, peki insanlık tarihi bir de Bayan Shakespeare kazanabildi mi? Tabii ki hayır. Muhtemelen erken yaşta evlendirilmiş ve sayısız doğum yapmıştı. Varlığından bile haberdar değiliz. Nasıl biriydi? Yazmaya gerçekten yeteneği var mıydı? Hayal gücü geniş miydi? Hayata farklı bir perspektiften bakmayı biliyor muydu? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Şimdi gelelim Nefeshane‘ye… Nefeshane baştan başa, insanın kendini rahat, iyi, mutlu, tatminkâr ve ait hissedebildiği bir yaşamın anahtarının ne olduğunu sorguluyor. Öncelikle kendi bedenlerimizle olmak üzere giderek açılan dış evrenler silsilesinde, işlerimiz, içine doğduğumuz aileler yahut kendi kurduklarımız, dostluklarımız, tabiat, bu toplum, ülke, bilim, edebiyat ya da sanat ya da ne eklemek isterseniz insanın içinde nefes alabildiği bir yaşamın öneminden bahsediyor. Benim nezdimde öncelikle beden insanın ilk mabedidir. Benim mabedim, nefeshanemse öncelikle yazıyor olmam zaten. Anlamım, varoluşum bu. Yazarak kendimi ait ve tatminkâr hissedişimde, yazıyor olabilmekte.
Bir yazarın sosyal medya ile ilişkisi sizce nasıl olmalı? Bir yazarın okurunun, aynı zamanda o yazarın sosyal medyadaki takipçisi de olması, ona kolaylıkla ulaşması, yazdıklarıyla ilgili anlık reaksiyonlar verebilmesi yazar ve okur için iyi midir, kötü müdür?
Eski ulaşılmaz, gizemli, farklı bir dünya ve yaşam algısından gelmiş, melankolik yazar mitinin günümüzde kırılmış olmasından memnunum aslında. Edebiyat da bir yoldur hepsi bu. Ahşap ustası da olabilirdim, çiftçi de olabilirdim, mühendis de olabilirdim veya bir bilim kadını. Hepsi de bu yaşam ve insanlık için son derece gerekli. Edebiyat gibi. Ben kim olduğumu, potansiyel ve yeteneklerimin yazma konusunda iyi olduğunu erken yaşta keşfetme cesaretine sahip olabildiğim için yazıyorum. Hepsi bu. Ulaşılabilir olmak, yazdıklarımla ilgili içten geri dönüşler almak beni rahatsız etmek yerine mutlu ediyor. Eskiden epey tuhaf sorular alır ve bu cürete elbette şaşırırdım. Cinsel yönelimimle ilgili damdan düşerek sorulmuş bir soru, mezhebimle ilgili bir soru veya imzalı kitap göndermem konusundaki ısrarlı mesajlar… Bunlar bir süredir yok nedense. Bir de akan kayan görüntüler ve twitler çok zamanımı alıyor. Yazdığım zamanlarda tamamen uzaklaşıyorum.
Sinema eğitimi aldınız ve çok başarılı televizyon dizilerinin senaristliğini yapıyorsunuz. Hızlı üretilen ve tüketilen dizi senaryoları yazmak, yavaş ve dingin süreçlerde ilerleyen edebiyat yazarlığınızı nasıl etkiliyor?
Ben daha fazla yazabilmek, yazmayı hayatımın merkezine oturtabilmek için senaryo yazarlığı eğitimi aldım. Aslına bakarsanız o yıllarda sinemaya özel bir merakımın olduğunu da söyleyemem. Tekirdağ’da 90’ların sonunda bir lise öğrencisi olarak iyi filmlere erişimim oldukça kısıtlıydı zaten. Bir ilgi alanı oluşturabilmek için öncelikle az da olsa konuya dair malumatımınız ve buradan doğacak meraka ihtiyacınız vardır. Benim tek tutkum yazmaktı. Okumak ve yazmak. Yazmanın, her ne yazacak olursam olayım bir mesleğe nasıl dönüştürüleceği sorusu beni senaryo yazarlığı bölümüne götürdü. Geriye dönüp baktığımda hayatımda aldığım pek çok kararın, yaşamın yazma saatlerimden çalmaması temelinden hareket ettiğini görüyorum. Benimkisi yazabilmek için inşa edilmiş bir yaşam. Sırf bu nedenle mesleğimi çok seviyor, severek dizi senaryoları yazıyorum. Çünkü bana başka bir meslek ve geçim kaynağı aramadan hikâye anlatma olanağını veriyor. Üstelik adımımı bile atmadığım pek çok ülkede yayınlanıp sevilmesi de başka bir sevinç kaynağı benim için. Bir de şunu eklemeden geçemeyeceğim; bu soru bana neredeyse her röportajda, söyleşide soruluyor ve altında yatan nedenin de dizi senaryosu yazmanın bir tür günah gibi görülmesinden ötürü, sizin de belirttiğiniz gibi “hızlı üretilen ve tüketilen” sabun köpüğü bir alanla edebiyat gibi “büyük ve ulvi” bir alandan çaldığım iması olduğunu biliyor, seziyorum. Benim için en temelinde aslolan hikâyedir. Yazma, anlatma arzumdur. Senaryo ya da edebiyat, iç dinamikleri itibariyle değişim gösteren iki farklı veçhe. Yazdığım dizilerin seyircisiyle, okurlarımın aynı toplulukta olduklarına hiç denk gelmedim, doğru. Fakat heyecan duygusu ve ilgiyi ayakta tutma gayretim, etkileyici bir final, lafı eveleyip gevelemeden ama noksan da bırakmadan bütünlüklü bir yapı kurma çabam her ikisinde de aynı aslında. Dizi yazarken hızlı karar almak, yerinde ama hızlı manevralar yapmak, tüm ekibi bekletmeden zamanında metni teslim etmek zorundasınız. Bu disiplin kuşkusuz edebiyat yazarlığıma da etki etmiştir. Hiçbir zaman, ilham geldiğinde yazan insanlardan olmadım. Gelmez çünkü. İster dizi ister öykü yazın, her metin çaba ve çalışkanlık, süreklilik, düzenli yazma saatleri ve ilgi ister. Doğallık örtüsü altındaki her metin ona fazla özen gösterilmediğini yüksek sesle bağırır mesela. Doğallık, sanılanın aksine çok uzun saatler gerektirir ister dizide ister edebiyatta olsun. Farklara gelirsek, dizi yazmak elbette daha fazla dışa dönük bir persona gerektiriyor, çünkü birbiriyle koordineli giden büyük bir ekip işi, bütün bu süreci yönetmek zaman zaman çelik gibi irade ve sinir gerektirebiliyor. Öykü yazmaksa yalnız saatler ve gündelikten biraz olsun çekilmek demek. Eğer bana senarist mi yoksa yazar mı olduğumu ya da hangisinin önce geldiğini soruyorsanız; mesleğimin senaryo yazarlığı ama varoluşumun yazar olduğunu söylerim.
Birçok edebiyat eleştirmenince dile getirilen ve benim de katıldığım görüşe göre aslında öykü ve roman arasında bir türde yazıyorsunuz, bu yönünüz de sizi oldukça özgün kılıyor. Neredeyse kitaplarınızın tamamında birbirini tamamlayan öyküler anlatırken, bir taraftan da bir bütünlüğe hizmet eden bir anlatı oluşturuyorsunuz. Kitaptaki – tüm kitaplarınız için geçerli diyebilirim- her bir öykü tek başına öykü olarak çok güçlü bir şekilde ayakta durabilir ve öykü olmanın tüm gereklerini yerine getirirken, bir taraftan da kitaptaki diğer öyküleri de tamamlayarak inanılmaz güzellikte bir edebiyat şöleni oluşturuyor. Öyküler eş zamanlı yürümediği için yazdığınız eserin türü roman da olmuyor. Bence bu edebiyatımızda önemli bir özgünlük ve yenilik. Yeni bir edebiyat türü oluşturduğunuzu düşünüyor musunuz ve sizce öykünün ve romanın sınırları nerede başlıyor ve bitiyor?
Bu türü elbette ben oluşturmadım, böyle bir iddiada da hiçbir zaman bulunmadım. Bu şekilde yazan pek çok yazar oldu. Ben kişilik olarak aynı zamanda pek çok kişiyi aynı anda merak edebilen, bir olay karşısında tarafların hangisinin haklı haksız olduğunu saptamak ve tarafgir olmak yerine, herkesin her olayda kendince nedenleri olduğunu bilen biri oldum hep. Ahlak, adalet, iyilik ya da kötülükse bu haklı nedenler uğruna nereye kadar ileri gidilebileceği, bu nedenlerin davranışlarımıza nasıl yansıdığıyla şekillenir. Hayata bu şekilde baktığımdan olsa gerek, Kaplumbağa Terbiyecisi’nde Vasıf’ı ve yöneliminin bireysel ve toplumsal hayatta ona yaşattığı zorlukları anlatırken, karısı Leyla, çiftlikteki evin odalarında sessizce dolanıyor ve en sonunda Vasıf’ın isteğiyle boşanıyorlardı. Bu öyküyü yazarken Vasıf’ı anladım ve ona sonsuz hak verdim. Hatta yer yer üzüldüm de Vasıf’a ve onun temsil ettiği herkese. Fakat sonra Leyla kafamı kurcalamaya başladı. Peki o ne yapmıştı? Bu kez de Leyla’yı kurguladım. Babası 70’li yıllarda bir milletvekili olan, bir çiftliğin kızıyken bir başka büyük çiftliğe gelin giden Leyla, aslında kendisinin hiç de arzu etmediği hatta ummadığı bir sonuçla karşılaşmıştı evliliğinde. Sonra bir sepet gibi aslında geldiği yere gönderilmiş ve babası ve abilerinin isteği doğrultusunda çiftliği çekip çevirmiş ama yine de beklediği saygıyı görememişti. Vasıf için kurtuluş olan Leyla için bir yıkımdı. Hayatta örneğini pek çok kere görebileceğimiz şekilde. Birinin hayrı öbürünün şerridir genelde. Birbirilerinden çok farklı olsalar da aslında bu iki öykü de aynı temayı işliyor, yalnızca eskiden karı koca oldukları için değil. İkisi de mülkiyet ve ataerkiden çok çekmiş oldukları için. Bir çiftliği idare eden bir kadın, tüm iş gücüne ve emeğine karşılık ana paranın ve sermayenin asla esas sahibi görülmeyip, yardımcısı, eşlikçisi, yaveri konumunda bırakılıyor ısrarla. Toplumun, onlara bekledikleri saygıyı ya da özgürce yaşama hakkını hiçbir zaman vermemiş olması, ikisinin ortak noktası. Bir erkek olarak Vasıf’ın zorluklarla reddetiği mülkiyet ve iktidara karşılık, Leyla’nın bir kadın olarak bu mülkiyetin emekçisi ve çeviricisi olup yine de muktedir kabul edilmemesi, sadece kadın olduğu için tüm yeteneklerine rağmen hiçbir şeyin esas sahibi görülmemesi… Bir Janus gibi birleşiyorlar aslında, ikisini de bu toplum tüketiyor çünkü, görmezden geliyor.
Bu şekilde yazdığımda tüm karakterleri daha iyi anlıyor, hepsine daha çok kızıyor, hepsine üzülüyor ama en sonunda meramımı daha iyi anlatabildiğimi düşünüyorum. Bir de parçalardan bir bütüne ulaşabilmek… Bu intizamı da seviyorum. Evreniyle, karakteriyle, temasıyla bütünlüklü bir yapı oluşturmamı sağlıyor. Hayatta her şey ve herkes uzak ya da yakın birbiriyle ilişki ve temas halindedir. Bu edebiyatta neden olmasın ki?
Bir de roman şudur öykü budur gibi bir kesinlikle ilerleme ısrarı neden? Her şeyin esneyerek birbirinin içinde kaynaştığı bir dönemde sanki Tanrı kelamıymış gibi bu ayrım ve sınıflandırmalara neden bağlı kalalım, bunu da anlamakta zorlanıyorum açıkçası.
Yazmanın ve yazarlığın ağır bedelleri olduğu dönemlerden geçiyoruz. Birçok yazar ya tamamen yazmayı bırakarak ya da söylenmesi gerekeni söylemeyerek otosansür yapıyor. Yazarın içinden çıktığı, birlikte yaşadığı topluma karşı bir görevi olduğunu düşünüyor musunuz?
Topluma karşı görev ve sorumluluğu olan devlet yöneticileridir. Halk olan biziz. Gelir dağılımında adalet, eşitlik, eğitim ve sağlık hizmetlerini talep eden, hukukun üstünlüğünde, demokratik hak ve özgürlüklerimizle yaşamak isteyen biziz. Ben ancak bir vatandaş olarak bu toplumun daha iyiye gitmesi sorumluluğumu yerine getirebilirim. Ben halkım. Bu ülkenin vatandaşıyım. Daha iyi bir ülke özlemi ve ideali içinde yaşayan hepimiz gibi, hepimiz kadarım. Yazarların topluma karşı bir ödevi olduğu, onu yönlendirmesi gerektiği kanaatini öncelikle eşitliğe aykırı buluyorum. Böyle bir iddia yazar ve toplum arasına hem hiyerarşik bir sınıflandırma eklediği için hem de yazarı toplumdan bağımsız bir varlık olarak görme eğilimi içerdiği için haksız bir tutum.
İkinci öykü kitabınız olan Kör Pencerede Uyuyan 2015 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü aldı. Son kitabınız Nefeshane de 70. Sait Faik Hikâye Armağanı yarışmasında kısa listeye giren on kitaptan biri oldu. Edebiyatta ödül sistemimizi, yarışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazarlık hayatım boyunca bu tür tartışmalardan hep uzak durdum. Bu şekilde devam etmesini isterim.
“Yazarlığımı şairanelikten, tumturaklı laflardan, acıklı bir anlatıdan korumanın çabası içinde oldum hep. Yazarken bu tuzağa düşmenin çok kolay olduğunu yazar olarak da okur olarak da biliyorum çünkü.” diyorsunuz. Bu tuzaktan kurtulabildiniz mi, kurtulduğunuzu düşünüyorsanız nasıl kurtulduğunuzu özellikle yazmaya yeni başlayanlar için biraz detaylandırabilir misiniz?
Tekrar beni oldukça rahatsız eder, bir okur olarak da bu böyle. Yazdığımızdan büyülenip altını fazlaca çizdiğimizi, bir cümlenin farklı versiyonlarını sıralama tehlikesine çok kolay kapılabildiğimizi ise bir yazar olarak biliyorum. Beni hep tetikte tutan durumlardan biri budur, belki de birincisi. Meramımızı anlatabildiysek geçmeyi bilmeliyiz. Fazlalıkları silmeyi bilmeliyiz. İkincisi kurguda tekrar. Eğer bunu anlatıya hizmet edecek özel bir nedenle yapmıyorsak bir hatadır. Bu yüzden silebilmek bir yazar için yerinde bir erdem. Üçüncüsüyse hep aynı konuyu farklı karakterlerle de olsa herhangi bir biçim, dil ve üslup denemesine bile girmeden yeniden yeniden yazmak. Bunu daha önce de yazmıştı dedirtmekten gerçekten imtina ederim. İkincisi estetik doğallık. Doğallığın özensizlik olmadığı düsturuyla yazmaya gayret ederim. Edebiyat hayattan çıkar tabii ama hayat gibi de değildir. Onu hem hayata benzediği ya da örneklerini etrafımızda görüp aşina olduğumuz için, hem de tümüyle hayat gibi olmadığı ve bize başka bir taraftan bakma olanağı verdiği için severiz. Hayat bir son ve başlangıç içermez mesela, ömürlerimiz için böyledir belki ama geneli için değil. O hep bir süreklilik içindedir. Edebiyat, nerede ve nasıl başlayacağını ve nasıl nihayete erdireceğimizi şekillendirebildiğimiz ve tam da bu nedenle bir yazı olmaktan çıkıp anlatıya, kurguya dönüşebilendir, bu gücü ve bu estetik biçimi içerir. “Hayattan gündelik bir parça…” Bu savlar bana hiçbir zaman tatmin edici gelmemiştir mesela. Yazar neyi, ne kadar yazacağını, nerede bitireceğini, o hamuru nasıl şekillendireceğini bilmeli. Şarkıdaki son nota gibi… Boşlukta çınlayan bir fa diyez. İyi bir öykü okuyup bitirdiğimizde içimizde kalan o ses. Bu bizi tuhaf bir duyguyla baş başa bırakmaz mı? Bir ürperti gibi. Ürperti deyince aklıma hemen güçlü atmosfer geliyor tabii. Tasvire boğulmuş metinlerden elbette bahsetmiyorum. Ama bir okuru yazdığımız evrene davet ediyorsak, bu evreni tüm duyularla canlandırmak, canlı kılmak da bizim maharetimiz olmalı. Sesler, kokular, renkler, mekân ve dış dünya, iklim, sıcaklık, dokunma… Tümüyle çepeçevre sarmalı hatta içinde yaşamalı, öyküyü yaşatmalı, canlı kılmalı diye düşünüyorum. Mesela bir bekleyişi, meyve sepetinde yenmeden kalmış, çürümeye yüz tutmuş bir şeftalinin pütürlü yüzeyiyle, nefasetten artık çürük bir kokuya dönüşüyle koşut anlatmak, bize bekleyişin, çürümenin ve yok olmanın temsilini hatta gerçekliğini çarpıcı bir şekilde sunmaz mı? Tabii ki “bir şeftali gibi çürüyüp kalmıştı” gibi bir basitliğe düşmeden yapmak isterim bunu. Hissettirerek ve “gibi” edatını kullanmamaya çalışarak yapmak bir reçetedir belki burada. Bir de ben her şeyi apaçık söylemeyi sevmem. Yine aynı öyküden örnek vereceğim, Vasıf hakkında hiçbir yerde “o bir eşcinseldi” cümlesi geçmez ama öyle olduğunu okuyan herkes bilir. Bu cümlenin kesinliğinde uyanacak duygu, onu hisleri, arzuları, eksik bırakılmışlığıyla, yaşlılığı ya da beyhude geçen esirgenmiş ömrüyle, içgüdülerini bastırmasıyla birlikte anlattığımda uyanacak bir bıçak izinin yanında nedir ki? Ve bir karakteri yaratırken onun aynı zamanda bir toplumun sonucu olduğunu bilirim. Yine bu öyküden örnek verecek olursam, benim tek derdim Vasıf değil burada, ataerki tam olarak. Bir erkeğin toplumsal düzlemde muktedir bir erkek olmaya zorlanması, bireyin içgüdü ve eğilimlerini, kişiliğini aslında toplumun tıraşlıyor, tırpanlıyor olması. Bir pulluk anısıyla başlamam da aslında bu yüzdendi. Diğeri biçim ve içeriğin birbiriyle uyumu. Konu bunu gerektirdiği ve buna mecbur olduğu için bir biçim ve dil geliştirebilmek, ikisini birbirinden ayrılamaz, birbirine içkin ve tamamlanmış kılabilmek… Benim yazarlık düsturlarım kısaca bunlar.
Söyleşimize katıldığınız ve içtenlikli cevaplarınız için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Editör: Mete Karagöl
- Haldun Taner Öykü Ödülü’nde Kısa Liste Açıklandı! - 19 Aralık 2024
- Bir Yazar Beş Soru: Ebuzer Kalender - 19 Aralık 2024
- Karanlık Öyküler Polisiye Öykü Yarışması Başvuruları Başladı - 18 Aralık 2024