Gülhan Tuba Çelik imzalı, Ekim 2023 itibarıyla okuyucuya sunulan Kafandaki Ağaçlar kitabını ilk gördüğümde kapakta sere serpe açılan dallar beyin nöronlarını hatırlattı bana. Arka kapakta metnin türü olarak belirtilen novellanın, içine girdikçe çatallanan bir bahçe olacağının ilk işaretlerini kapağı verdi aslında. Kafandaki Ağaçlar sıradanlığın sınırlarını aşarak yazarın üslubunun büyülü yüzünü gösteriyor âdeta. Bir yazarın sadece bir kitabını okuyarak tahlil yapma taraftarı olmadığımdan en az iki kitabını gözden geçirdim. Tabi online edebiyat mecralarındaki çeşitli türdeki yazılarına da aşina olduğum için yazarın dilini tanıyorum diyebilirim. Açık ve büyülü, kendine has bir kalemi var Gülhan Tuba Çelik’in. Üslup akıcı, açık ve sürükleyici aynı zamanda. Güncelle iç içe tematik yapılar ile buluşuyorsunuz kitapta. Esnek dil yapısı daima öne çıkıyor.
Metinde olay örgüsü içinde geçen karşılıksız aşklar, gayri meşru ilişkiler bağlamında yeraltı edebiyatının işlendiğine şahit oluyoruz ancak tüm bu mefhumların perde arkasında saklı bireysel ve toplumsal ardılların sentezini okuyoruz sahneler ilerledikçe. Modernizm/ Postmodernizmin çelişkilerinin akıcı bir dille işlendiği kitapta okura sadece durum ifadelerinin değil olay merkezli aktarımların sunulması oldukça işlevsel. Novellanın kahramanı Seren’in hayat serüveninden alıntılarla ilk sayfalarında diyalog, zaman zaman iç monolog şeklinde ilerleyen metin son sayfalara doğru felsefi yola çıkış ve şiiirvâri ifadelere kapı aralayarak hayattaki menfi yönleri melodram sahnelerin tuzağına düşmeden sunuyor okura. Metinde her bölümün son cümlesinin bir sonraki bölümün ilk cümlesi olması ise incelikli bir estetik düşünüş olarak karşımıza çıkıyor.
Novellanın ilk bölümü “Senin İçin Yarattığım Sisi Beğendin mi?” kitabın ana karakteri Seren”in arkadaşı Burak’ın İstanbul’a gelmesiyle başlar ve geriye ket vurma sahneleriyle ilerler. Onunla koşulsuz dostluk yaşamanın ferahlığını dile getirir yazar, karakterin dilinden.
“Burak onun için, müthiş bir yol arkadaşı, karşılık beklenmeyen bir iyilik, sevişmeden çıkılan bir ev demekti.”[1]
Seren’in hali hazırda bir ilişkisi olmasına karşın kendini ilişkide hissetmeyişi daima bir arayışa sürükler benliğini. Erdal ile ilişkisinin kadının ikircikli yaklaşımı sebebiyle bir süre sonra koptuğunu ve bunun Seren’e bir rahatlama sağladığını görürüz.
Yollar, İstanbul Suriçi, yıkık mekânlar yazarın dilinin başarısıyla tılsımlı bir dünyaya dönüşür kitapta. Gerek metnin şimdiki zamanında tercih edilen Samatya, Yedikule gibi semt anlatımları gerekse Seren’in Malatya, Hekimhan, Arapgir, Denizli gibi şehir dışı yolculuklarının tasviri yazarın mekânla kurabildiği ilişkinin gücünü gösterir. Yol metaforunun insanın hayat ikamesinde kaçınılmaz ölçüde sığınma olgusu olarak ele alınması kitabın önemli bir yönüdür. Yaşamın karanlık noktaları, yara alınan zamanlar, aile içi ve sosyal yaşamdan sızan menfi durumların ruh dünyasına sirayet eden açmazları yollarda çözümlenir bir nevi. Çözümlenmese de unutulur. Her bir yolculuk yenilenme olur bir anlamda. Hayatın ilerleyen sahnelerinin neyi göstereceği bilinmese de şimdiki zamanın tazelenmesi yaşamı da tazeler.
“Yollar değişiyor, şehirler değişiyor, insanlar değişiyor, hikâye üç aşağı beş yukarı ama kırılıp dökülerek devam ediyordu.”[2]
Seren için gidilen şehrin bir önemi olmaz. Sadece anın sıkışmış enerjisini gidermektir önemli olan. Hatta hayatın olumsuzluklarında boğulmaya yer vermeden savaşmak, ters tepkiyle karşı koymaya çalışarak hayatını sürdürmek de diyebiliriz.
“Niye bilmiyorum da Elazığ’dayım,” diyordu. Bazen Kars, Denizli oluyordu o şehir, bazen Bakü, Tiran, Kopenhag. Elma kurdunun tüneli gibi. Hiçbir yere varmayan bir çember. Yaşamak için devam etmek zorunda kaldığı ufak bir oyun.”[3]
Gülhan Tuba Çelik, novellada bireysel ağırlıklı psikolojik tahlillerin yanı sıra zaman zaman toplumsal analizlere de kapı açar. Felsefi aforizma niteliğinde paragraflar ise ana temayı özetler niteliktedir. Metinde yüksek gözlem ürünü, çalışılmış ve düşünülmüş insan tahlilleri kendini gösterir. Ana kahraman Seren psikolojik anlamda olgunlaşmamış bir karakterdir çünkü bağlanmayla ilgili bariz problemleri vardır. Güvenli bağlanamayan kahraman daima huzursuzdur. İnsanın anne karnında tutunmadan yaşayamayacağı gibi dünya hayatında da tutunmadan yaşaması söz konusu olamaz. Güvenli hayat, güvenli bölge, kendini bir yere ait hissetme duygusu insaniyet unsurunun göstergesi olup tamamlanmış aidiyet duygusunu beraberinde getirir. Seren kendi tutunma ihtiyacını bir şekilde anlam arama mücadelesiyle sürdürmeye çalışır. Tutunma boşlukta kalıyorsa insan yol arar kendine, bulunduğu mekândan uzaklaşarak feraha ulaşmak ister. Seren de böyledir. Yollara müptela olarak yeniyi arama arzusuna düşer. Lakin nereye giderse gitsin kendi iç benliği beyin nöronlarında ve ruhunda saklı bir mektup gibidir. O yüzden de hiçbir zaman huzur bulmaz.
Yazar bu durumu ikinci bölüm olan “Suçlu Bir Fotoğraf”ta şöyle izah eder.
“Bazen dünya ile arasında bir naylon olurdu. Dışarıda akan hayatla beraber akardı ama sanki bazı noktalar tam olarak kendine ulaşmazdı.”[4]
Kitabın “Bi Şarkı” bölümünde Seren”in annesi geçer tatsız hatıralarla. İhmal edilmiş bir çocukluk yaşadığı vurgulanır karakterin.
“Zaten ne öptüğünü hatırlardı ne sevdiğini. Deliydi karı. Çocukları bir yerlere atar, odaları dönüp yeniden toplardı. Yetmedi bahçeyi binbir hale sokardı. Ayda iki kez camları, haftada bir kez kapıları silerdi. Onun da hangi dertten kaçtığı belli değildi”[5]
“Kendini Kurtarmak” bölümünde karakterin kişilik özellikleri belirginleşir. Şüphesiz hepimizin ilk sosyal eğitimini aldığı aile içi iletişimden bağımsız değildir kişiliğimiz. Seren’in kaos ortamında yetişmesi de onu dünyaya güvensizlikle özdeşleştirmiş olarak karşımıza çıkar. Kötülük algısı yerini iyiyle değiştiremez çoğu zaman.
“Seveceği kişiye düşman olması gerekiyordu. Sadece bu kadarını öğrenmişti ailesinden.”[6]
“Kötülüğe alışkındı da iyilik karşısında ne yapacağını bilmiyordu.”[7]
Ana karakter Seren kişilik olarak dışa dönük ve dış dünyayla iç içe görünür fakat özünde öyle değildir. Dışsal yansımalarda hep bir kopukluk vardır ve aslında iletişimlerin içine doğallıkla giremez. Kapital dünya insanında olduğu gibi Seren’de de kalabalıklar içindeki yalnızlık rol oynamaktadır. Bazı yalnızlıkların kalabalıktan daha besleyici olduğu doğru. Bir paradoks gibi, kimi yalnızlıkların insanın kendini keşfetmesini sağladığı da. Fakat Seren’inki kendiyle baş başa kalamayıp kendinden kaçan bir yalnızlıktır. Besleyici değil tüketen bir girdaptır. Yine de zaman zaman yalnızlık resimlerinin verdiği huzuru özler.
“Bu şehrin sonbaharında çözemediği bir şey vardı. İnsanların ortadan kaybolmasıyla onlardan kalan boşluklara yerleşen tekinsiz bir güzellik.”[8]
Çağın insanının içsel izdüşümlerini de ara ara vurgular yazar.
“İki toplumsal düzen arasında uçurumlar olsa da insan ruhunun bu kadar aynı kalması, arayışların benzerliği Seren’i çıldırtıyordu.”[9]
Kahramanın yer yer daha güvenli bir ruh haline geçmesi, kendini sevmek ve sevilmekten soyutlamama çabası görülse de Seren sonuç itibariyle sevmeyi de sevilmeyi de bilmez. Ve bu tarz cümleleri yerini çok geçmeden bir kaçışa bırakacaktır.
“Ne yaparsam yapayım, kim olursam olayım sevilmeye değer olduğumu hatırlatıyorsun bana.”[10]
Seren”in Erdal ile bir çocuğunun olması için evlenmek istemesi de kendi üşüyen çocukluk hatıralarının üstünü örtmek düşüncesiyle içsel bir güdü olarak ortaya çıkmaktadır kitapta. Büyüteceği çocuk üzerinden kendi çocukluğunu temize çekmek ister. “Sadece Surların Şerefine” bölümünde de görürüz bunu.
“Çocukken mağaralar bulurdu halının üstünde. Mağaralara girerdi. Hiç kimsenin girmediği gizli bir kapıdan. İçerisi öyle güzel olurdu ki. Yemyeşil. Aydınlık. Ne kavgalar vardı orada ne de pis kokular”[11]
“Şerefsizim Çok Güzelsin” bölümünde bir yandan ilgi çekici bir yan karakter olan Hikmet Kuaför ile diyaloglar araya girerken diğer yandan da arkadaşı Rabia ile yaptığı yolculuk esnasında antik bir kentte ulvi anlar yaşamaktadır Seren.
“Karşısındaki dağlara, ağaçlara, önünde uzanan tapınağa, mermerlere, huzurunda durduğu sütunlara bakarak ağlıyordu şimdi. Birkaç ot kopardı. Eline aldı. Sunağın önünde diz çöktü. “Tanrım,” dedi. Bana huzur ver mutluluk ver. Şu kalbim çalkalanmasın artık. Kafam bulanmasın. Savrulmama izin verme. Delirmeme izin verme. Beni tut. Yalvarırım beni tut.”[12]
Tam da burada Durkheim’in İntihar adlı kitabında bahsettiği bir korelasyon aklıma geldi. Dine bağlı kişilerin intihar vakalarının diğerlerine göre az olması. Ama dinden kasıt belli bir amaç ya da emel de olabilir. Bağımlılık değil de önemli olan bağlı kalmaktır diye düşünüyorum. Seren’in kendi kendini keşfi, kendilik bilincini ruhuna işlemesi ve hayata kazandırmasını aşama aşama okuyoruz bu kitapta. Öyle ki denizin dibine katmer katmer süzülen büyükçe bir dalga eşliğinde bir serüvene şahit olup oradan çıkmak istemez okur. Çünkü nirvanaya ulaşılmış, resim tamamlanmış ve artık resmin farklı enstrümanlar ritminde seyri kalmıştır. Ve işte son bölüm: “Gitmekten Güzeli Yok”.
“Niğde asfaltına girdiğinde onu bekleyen korku dolu, ürkek bir kız çocuğu vardı kafasında. ‘Senin çocuğun işte, kucaklasana onu,’ dedi kendi kendine sahnede. Evin önünde motordan indiğinde, kız eşikten yalınayak atlayıp koştu kollarına. ‘Ben bir tek seni seveceğim küçük kızım,’ diye kucakladı çocukluğunu. Erdal’a yeniden sırtını döndü, oynarken gözünden yaşlar dökülüyordu. Kendine sahip çıkacaktı artık. Yarın onu terk ediyordu.”[13]
Bu paragraf okuru bir anlığına fantastik ezgilere taşır. Metnin anlatım dili değişmesine rağmen tamamlayıcılık etkisi sürer ki bu da yazarın dili kullanma başarısını gözler önüne serer.
İnsan bireysel olarak kendini aşmaya çalışsa da toplumsal bir varlık olduğu için insanlarla iletişimi nispetinde hayata tutunabilmektedir. Ancak anlaşılamamak çoğu kez iletişim bozukluğunu gün yüzüne çıkarır. Seren’in de hem kendisi hem çevresiyle yaşadığı lanet biraz budur. Kendini anlamadığı için anlatamaz bir yerde. O yüzden de çareyi hep kaçmakta bulur. Kitabının son cümlesinin “Nasılsa yol biten bir şey değildi.” Olması, kahramanın kendinden ve etrafındakilerden yine kaçtığını gösterir.
Yazarın iki öykü kitabından sonra gelen novellası Kafandaki Ağaçlar, insan olmanın açmazlarına, arayışlara, dünyaya ve hepimize dair içten bir metin. Yolu açık olsun.
[1] ÇELİK, Gülhan Tuba, Kafandaki Ağaçlar, Epona Kitap, İstanbul, 2023, s. 9.
[2] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 9.
[3] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 10.
[4] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 39.
[5] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 46.
[6] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 58.
[7] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 62.
[8] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 70.
[9] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 120.
[10] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 63.
[11] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 76.
[12] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 129.
[13] ÇELİK, Gülhan Tuba, a. g. e., s. 134.
Editör: Melike Kara
- Birinci Tekil Şahıslar - 16 Ekim 2024
- Fısıldayan Yankı - 15 Ağustos 2024
- Kalmanın Huzursuzluğu ile Gitmenin Cazibesi Arasında: Kafandaki Ağaçlar - 17 Temmuz 2024